25.Nisan.20
Gökçenur Ç.’nin şiiri, gücünü yalınlığından alan bir şiir. Durgun bir suya bir taş atmışsınız da yavaşça genişliyor gibi bir etkisi var.
Ödül töreni, sanırım, birden fazla kez ertelendi ama Gökçenur Ç.’nin “Giderken Öpmeseydin Keşke” adlı kitabı, geçen yıl Metin Altıok Ödülüne değer görülmüştü.
Oradan bir şiir, Geyikler, Kamyon Farlar İçimizden Geçer:
Şu tepeyi
aşınca
deriz;Şu virajı
dönünce,Şu ağaçları
geçinceGeçeriz.
Geyikler,
kamyon farları,
içimizden geçerHer zaman bir bahane
bulabilir insan
ümidi sürdürmeye
26.Nisan.20
Yolların Özgür Şiiri: Bronisława Wajs, Papusza ya da Taş Bebek
Zor günlerden geçiyoruz. Endişeye batmış vaziyetteyiz ama henüz ölmedik. Ölmediğimize göre, eskiden olduğu gibi, güzelliklere, şiire, edebiyata, müziğe, sanatın her türlüsüne sarılacağız. Hatta belki eskisinden de çok sarılacağız. Ne gelir elimizden.
Sosyal medya, bütün olumsuzluklarına rağmen, yüzyüze gelmediğiniz insanlarla güzellikler üzerinden bir ortaklık kurabileceğiniz bir mecra. Galiba birçok insan, sosyal medyada tanıdığı insanların beğenilerine güvenerek kendine bir okuma listesi ya da film-dizi programı çıkarır oldu.
Ben de böylesi bir paylaşım vesilesiyle izledim PAPUSZA (Taş Bebek) filmini. Film enfes, ona diyecek bir şey yok. Ve fakat filmin odağına aldığı Bronisława Wajs ya da daha bilinir adıyla Papusza’nın hikayesi yürek burkan cinsten. Taşkın bir üzünç de denebilir belki.
Film, Papusza’nın gerçek yaşamını oldukça sadık biçimde veriyor. Filmi izlediğinizde bu özgür şairin [aslında şairlikle çok da işi olmayan, şiir yazmak derdinde olmayıp şiiri günlük işlerden biri olarak yaşayan] ve kederli kadının yaşamını da öğrenmiş oluyorsunuz.
Şiiri yazmak yerine şiiri yaşamayı seçen bu özgür şairin yaşamında birçok dönüm noktası var; bunlardan biri okumayı yazmayı öğrenmesiyse, diğeri de Jerzy Ficowski adındaki gadjo ile tanışması.
Okumayı yazmayı nasıl öğrendiğini, kendi ağzından dinleyelim, çevirmeye çalıştım:
“Babam Warmiak oymağından, annem Galiçya Çingenelerinden. Baba tarafım daha iyi bir aileydi. Babamı çok iyi hatırlamıyorum; o Sibirya’da öldüğünde ben beş yaşındaydım. Bundan sekiz yıl sonra, annem Jan Wajs ile evlendi. Ben annemin tek çocuğuyum… On iki yaşıma gelene kadar okuma yazma bilmiyordum. Çok istiyordum ama ailem oralı olmuyordu. Üvey babam sarhoşun ve kumarbazın tekiydi, anneminse okuryazarlığa dair ya da bir çocuğun eğitimine dair hiçbir fikri yoktu. Peki okuma yazmayı nasıl öğrendim? Okula giden çocuklardan bana harfleri göstermelerini istedim. Bana öğretsinler diye bir şeyler çalıp onlara götürürdüm. Böylece öğrendim işte; a, b, c, d…”
Filmdeki Yahudi kadın da gerçektir. Papusza bunu da anlatıyor. Kadının ona okumayı öğretmesi için tavuk çalıp ona götürdüğünden bahsediyor.
İkinci dönüm noktası, dediğimiz gibi, Ficowski ile tanışmasıdır. Daha doğrusu, Jerzy Ficowski’nin Papusza’nın söylediği şarkıları duyup 1949 yazında onu bulması, nihayetinde Papusza’yı bu şarkıları şiir olarak yazmaya ikna etmesidir.
İşte Papusza’nın Şarkıları başlığını taşıyan kitap böyle yayımlanır.
Nedir, İkinci Dünya savaşını, Nazi soykırımını, Ukrayna faşistlerini atlatan Papusza’yı yıkacak olan olay da şiirlerinin yayımlanmasından sonra gelir başına. Kendi toplumu onu reddeder. Çünkü Papusza bir gadjo ile işbirliği yapıp Çingenelerin sırlarını ele vermiştir. Papusza bunun üzerine mahvolur. Bir süre akıl hastanesinde kalacak kadar çöker. Bir daha da eline kalem almaz, şiir de yazmaz.
Zaten daha en baştan, Bay Ficowski onu şarkılarını yazmaya ikna etmeye çalıştığında tuhaf bulmuştur bu durumu. Kendisine gelen bazı laflardır onlar, yazmaya ne gerek var. Sonra, yayımlanan bazı şiirleri için telif vermeye kalktığında da çok garipser bu durumu çünkü Papusza’mız şiirle [ve muhtemelen hiçbir şeyle] bir mülkiyet ilişkisi kurmaya alışık değildir.

Papusza’nın Nazi belasını atlattığını çıtlatmıştık. Biliyorsunuz Nazizmin “düşmanları” arasında Çingeneler de vardı. Papusza’nın kayıt altına alınmış bulunan yaklaşık 30 şarkısından [şiirinden] biridir aşağıda okuyacağınız “Kanlı Gözyaşları”. Papusza bu şarkısında o günlerden bahsediyor. Çevirmeye çalıştım.
Kanlı Gözyaşları
(1943’ten 1944’e Volyň’de Alman askerlerinden çektiğimizdir)
Ormandayız. Su yok, ateş yok – açlık büyük.
Çocuklar nerede uyuyacak? Çadır yok.
Geceleri ateş yakamıyoruz.
Gündüz, dumanı Almanlar görür.
Kışın soğuğunda çocuklar nasıl yaşayacak?
Hepsi yalınayak…
Bizi öldürmek istediklerinde,
önce bizi çalışmaya zorladılar.
Bir Alman geldi bizi görmeye.
– Sizin için kötü haberlerim var.
Sizi öldürecekler bu gece.
Söylemeyin kimseye.
Ben de bir garip Çingeneyim,
sizin kanınızdan – hakiki bir Çingene.
Tanrı yardımcınız olsun
bu kara ormanda…
Bunları söyledikten sonra,
sarıldı hepimize…
İki üç gün hiç yemek yok.
Herkes aç gitti uykuya.
Uyuyamadılar,
diktiler gözlerini yıldızlara…
Tanrım, ne de güzel yaşamak!
Almanlar izin vermeyecek…
Ve sen, benim küçük yıldızım!
Şafakta nasıl da büyüksün!
Kör et şu Almanları!
Aklını al şunların ki yaşasın
Yahudi ve Çingene çocukları!
Karakış gelip çattığında,
ne yapar bir Çingene kadın küçük bir çocukla?
Nereden bulsun giysiyi?
Her şey paçavraya döndü gitti.
Ölesi gelir insanın.
Kimse bilmez, yalnız gök bilir,
ağıtlarımızı yalnız nehir duyar.
Kimin gözleri görür bizi düşman gibi?
Kimlerin ağzı lanetler bizi?
Tanrım, dinleme onları,
duy bizi!
Soğuk bir kış gecesi,
Yaşlı Çingene kadın anlatır
bir Çingene masalını:
Sarı sıcak bir kış,
kar gelecek küçük yıldızlar gibi,
örtecek dünyayı, ellerimizi.
Kara gözler donacak,
ölecek yüreklerimiz.
Çok kar düştü,
kapattı yolları.
Gökte yalnız Kehkeşan kaldı.
Böyle buz gibi gecede,
küçük bir kız öldü
ve dört gün içinde
dört oğlanı gömdü anneler
karın içine.
Güneş, sen olmayınca işte böyle,
gör bak, bir küçük Çingene,
nasıl öldü bu koca orman içinde.
Cümle kuşlar yakarıyor,
çocuklarımız için,
hainler, engerekler öldürmesin diye.
Ah, talihim!
Benim talihsiz talihim!
Kar yapraklarca kalın,
kapatıyor yolumuzu,
öyle bir kar ki örtüyor tekerleri.
Önden gidip yolu açmalı birisi
arabaları arkadan itmeli.
Ne kadar çok umutsuzluk ve açlık!
Ne kadar çok keder ve yol ne uzun!
Ne kadar çok taş var ayağımızı kesen!
Ne kadar çok kurşun var kulağımızın dibinden geçen!
27.Nisan.20
Bu aralar, görmüşsünüzdür, televizyonda ya da sosyal medya hesapları üzerinden yapılan canlı yayınlardaki konuşmacıların arkasında hep kütüphanelerinin görünmesi, bir nevi mega mahalle kahvesi olan sosyal medyaya düşmüş. Her şeyle dalga geçilebilir. Ve fakat insanların kitaplarını arkalarına alarak canlı yayına çıkmalarının birilerine rahatsızlık vermesi tuhaf doğrusu. Kütüphanesini gösterenlerin hava atmaya ya da caka satmaya çalıştıklarını düşünmüşler. Anladığım kadarıyla durum bu.
Bu şamata, tabii, bizim toplumun neliğine dair müthiş bir fotoğraf koymuş oluyor ortaya. Okuyandan, okumaktan, kitaptan duyulan bir nevi aşağılık kompleksinin tezahürlerinden biri. Biz bu işi sosyologlara, psikologlara bırakalım. Peki, bir kitaplık ya da kişisel kütüphane nedir? Doğrusu, birçok farklı yanıtı olabilir bu sorunun.
Kitap, aslında, en adisinden bir tüketim nesnesidir. En adisinden çünkü yırtılır, cildi atar, ıslansa heba olur gider. Dayanıksızdır. Üstelik kalıcı da değildir. Bizim kitaplığımızdaki kitaplar, bir asır sonra kaybolup gidecekler. Bozulacaklar. Yazıları silinecek, solacak; eskiyecekler. Nedir, bir yandan da kalıcıdır kitaplar. Bir tasarım nesnesi olarak da çok güzeldirler ayrıca. Bir kitabın farklı basımlarını edinmek istememizin nedeni de tam olarak budur; kitabın bir tasarım nesnesi olmasıdır. Tabii kitabın yazarına duyduğumuz sevgi ve hayranlık da vardır bu işin içinde. Koleksiyonerlik de vardır.
Benim gibi çok küçük yaşlardan itibaren kitapları okumak kadar biriktirmeyi de seven biriyseniz bir süre sonra kitaplarla baş edemez olabilirsiniz. [Sırf kitaplarınız için ayrı bir eviniz yoksa tabii.] En basitinden, koyacak yer bulamazsınız bir süre sonra.
Benim de yıllar içinde birkaç parçaya bölünen bir kişisel kitaplığım var. Nedir, kitapları biriktirme ve istifleme eğiliminde değilim eskisi kadar [zaten eskiden bu sözcükleri kullanmazdım kişisel kütüphaneden bahsederken: biriktirmek ve istiflemek!]. Elimden geldiğince, gönlümün razı olduğunca elden çıkarıyorum kitaplarımı, paylaşıyorum; ödünç isteyip getirmeyenlerin peşine düşmüyorum artık. Sattığım kitaplar da oldu. Ve fakat yine de bazı yazarlar ve onların kitapları müstesna. Çok değerli parçalarım hâlâ var. Bazı çok iyi ve çok sevdiğim yazarların kimselerde olmayan [tamam abartmayayım, çok az kişide olabilecek diyelim] kitaplarının yanısıra eski basımlar ve bazı kitapların farklı baskıları hâlâ yumuşak karnım. Aralık 1965’te Dost yayınları arasında Salim Şengil’in bastığı, İlhan Berk’in hazırladığı “başlangıçtan günümüze kadar” alt başlığını taşıyan Aşk Elçisi adlı antoloji de bunlardan biridir. Berk’in demesiyle “sevi üstüne” yazılmış, Berk’in güzel bulup bir araya getirdiği bir şiir defteri gibi okunabilecek bir antolojidir bu. Berk, tam da bu nedenle antoloji sözünü reddeder öndeyiş’te. Yine de bir antolojidir bu, nihayetinde.
Bu antolojide, Berk’in hazırlamış olması dışında, bir güzel tuhaflık da vardır. Yunus Emre’yle başlayıp C. Süreya ve Berk’in kendisinin şiirleriyle nihayete eren [Berk’in şiirlerini Salâh Birsel seçmiştir] bu antolojide Sait Faik de yer alır. Bunda bir tuhaflık yok tabii, Sait Faik şiir de yazmıştır. Nedir, bu antolojide üç öyküsüyle yer alır Sait Faik.
Buradan birçok şeye varılabilir ama şimdi antolojiyi tekrar elime aldığımda Sait Faik’in şu sözleri düştü aklıma, acı bir gülümseme eşliğinde:
“Hikâyelerimde şiir kokusu var diyorsunuz. Bir iki tane de şiir yazdım, içinde hikâye kokusu var dediler. Demek ki ben ne hikâyeciyim ne de bir şair. İkisi ortası acayip bir şey. Ne yapalım beni de böyle kabul edin.”
***
Sait Faik’in yukarıdaki sözlerinin kaynağını bakınırken Sevengül Sönmez’in “A’dan Z’ye Sait Faik” kitabına el attım. Oradan birkaç notla devam edelim.
Büyük emek var bu kitapta ancak ufacık bir eksiklik var, onu da naçizane biz tamamlayalım. Sevengül Sönmez, “Öykülerin Değişen Adları” başlığı altında, adı üstünde, Sait Faik’in dergilerden kitaplara geçerken türlü nedenlerle [yanlışlıkla, Sait Faik’in değiştirmesiyle, vs.] adları değişen öyküleri listelemiş ancak listede bir öykü unutulmuş sanırım.
Sait Faik’in adı birkaç kez değişen bir öyküsü daha var: Ermeni Balıkçı ile Topal Martı. 1950 yılında Varlık Yayınları tarafından basılan Mahalle Kahvesi adlı kitabında yer alıyor. Fakat aynı öykü (farklı bir versiyonu) Alemdağ’da Var Bir Yılan’da (1954) da yer alıyor; farklı bir isimle: İki Kişiye Bir Hikâye. YKY baskısındaki nota bakılırsa öykü, “Denize, Martıya, Bir Tahtası Eksik İki Kişiye Bir Hikâye” adıyla 4 Ekim 1952 tarihinde Yeni İnci dergisinde yayımlanmış. Demek ki aynı öykü üç defa yayımlanmış; üçü de farklı isimlerle. Önce Mahalle Kahvesi’nde [belki kitaplaşmadan önce bir dergide de yayımlanmış olabilir], sonra Yeni İnci dergisinde, en son da Alemdağ’da Var Bir Yılan’da. Yeni İnci’deki halini bilmiyorum fakat iki kitaptaki iki öykü arasındaki en bariz fark şu; Ermeni Balıkçı ile Topal Martı’da, adı üzerinde, balıkçı karakter Ermeni ve adı Varbet. Öykünün Alemdağ’daki son biçiminde ise balıkçı Rum ve adı Barba Yakamoz. Enteresan, değil mi?
***
Adı değişen öykülerden bahsedince Sait Faik’in iki kitabı da ad değiştirmiştir. Bilinir; ilki Havada Bulut kitabıdır. Sait Faik’in bu kitabına ilk düşündüğü ad Kovada Bulut’tur. Sevengül Sönmez, ilkin Büyük Doğu dergisinde tefrika edilen bu öykülerin adının yanlışlıkla Havada Bulut’a döndüğünü söylüyor. Ne ki benim anımsadığım, kitabın adının Yaşar Nabi Nayır tarafından değiştirildiği.
İkinci vaka ise şiirlerini topladığı Şimdi Sevişme Vakti kitabıdır. İlk baskısı 1953 yılında Yenilik Yayınları’nca yapılan kitaba düşünülen ilk isim Köprü’ymüş meğer. Hatta dergilere verilen ilanlarda bu isim kullanılmış. Nedir, bu kitabın ismi de Naim Tirali tarafından Şimdi Sevişme Vakti olarak değiştirilmiş sonradan.
Siz ne düşünürsünüz bilmem, bu iki değişiklikten biri iyi biri kötü olmuş bana kalırsa.
Onur Çalı