Basit Bir Es’te, Enis Batur’un başrole oturttuğu iki fiil görmek ile görülmekse, üçüncüsü tersine çevirmek. Boşboğazlığın el değiştirmesi ile muhataba yansıtılan kendini tanıtma denklemleri arasında, eldiven gibi çevrilen yanıtlar ile insanın içindeki iki kişinin birbiriyle ters yüz ilişkisi geliştirmesi arasında, bu aynalı düzeneğin kısa sayılabilecek bir kitapta en az dört kez belirmesi rastlantıysa bile, o rastlantıyı hafife almak içimden gelmiyor. Baudelaire’in benzeri ile kardeşinin, mekânların en tekinsizlerinden birinde, kompartımanda karşılaştığı bir metindeyiz neticede. Tolstoy’dan Kawalerowicz’e, Robbe-Grillet’den elbette Calvino’ya, yaratıcılar tren yolculuğunu hiç hesapta olmayan geçmişleri birbirine katmakta kullandı. Dolayısıyla, Basit Bir Es’te yolcu yazarın karşısına yabancı okurunun oturması, yazarın yabancı dile çevrilmiş kitaplarından birini çıkarıp okumaya koyulması şaşırtmadı beni. Anlatıcının olanları görmesiyle, anlatmaya, varsaymaya, hatırlamaya, eşelemeye başlamasıyla işin rengi değişti ama.

Kitabı ilk kez kat etmek için neden eve mıhlandığım şu tuhaf günleri seçtiğim, ya da onun neden Enis Batur’un beklettiğim nadir kitaplarından biri olduğu üzerinde oyalanmayacağım. Neredeyse beş yıldır, raftaki yerinde onunla göz göze gelmemeye çalışmamın gerekçeleri olsa olsa kendi takıntılarım dolaylarında kılavuzluk edebilir bana. Gelgelelim, son yolculuğuma salgından önce çıkmış olabileceğim düşüncesi avutulacak gibi değilken kılavuz kimin umurunda? Pasaportumdaki vizeler, damgalar artık sadece yerimden kıpırdayamadığımı gösteriyorsa, hareketin zaten yanılsama olduğunda ayak diremenin tam zamanıdır, derim. Dışarı çıkma gününün belirsizliğine bakıyor, Elealı Zenon’u görüyorum orada.

Oyunbaz, ama tehlikeli bu. Hayal gücümün zenginleştikçe zenginleşmesi var olmayan bağlantılar görmek zorunda bırakabilir beni, bilmiyor değilim –görmeyen gözün neler görür olduğunu, uzun süre tecrit koşullarında yaşamışların tanıklıklarından biliyoruz. Neyse ki mazeretim hazır: Anlatıcıdan ayrı olduğunu varsaydığım yolcu yazarın, kendi kitabını kapağından tanıdığı ânın yabana atılmaması taraftarıyım.

eb1

Kitabın tonlarını Enis Batur’un bunca yıllık üretimine bakarak isimlendirmeye çalışırsam: Bir yanda içbükeyler, diğer yanda onun meşk dediği kıpkısa parçalar, öte yanda kurguyla oynaşan betimlemeler, farklı kitaplarına dağılmış temalarına noktalı virgülle iliştirilebilecek o sayfalar kompartımanın camını doldurur doldurmaz geride kalan manzaraya öykündükçe oturduğum yerde kıpırdanır oldum. Enis Batur kitabı neden böyle kurmuştu? Neden beni es’lerini yorumlamaya çağırıyordu? Yolcu yazar, okurunun elindeki kitabı gördüğünde harekete geçseydi anlatıcının hevesi kaçacaktı belki de. Belki Kreutzer Sonat’ı, belki Trendeki Yabancılar’ı aklına getirecek, iç geçirip işine dönecekti. Görmekle yetinmişti ama. Dahası, anlatıcının onu gördüğünün farkında değildi.

Bu üçgenin üzerinde oyalanmamın nedeni anlaşılmıştır: Edgar Allan Poe, amatör dedektifi Auguste Dupin’in üçüncü macerası Çalınan Mektup’u da benzer bir görmezlik, görme, görülme üçgenini gözeterek kurmuştu. Doğurduğu literatüre bakıldığında, onu kaleme aldığı en iyi akıl yürütme öyküsü saymakta haklıdır; 1844’te yayımlanmasından bugüne, aralarında Lacan ile Derrida’nınkilerin de bulunduğu pek çok yorumlama çabasına kaynaklık etmiş o hinlikle Enis Batur’un da yakından ilgilendiğini biliyoruz. Bu yazının başlığı için ödünç aldığım sıfat-fiil, onun öykünün adına yakıştırdığı Türkçe karşılıktan. Poe’nun üçgenine gizlediği inceliği iyi karşılıyor, bana kalırsa: Kraliçeye gönderilmiş o mektubun bildiğimiz anlamıyla çalınması söz konusu değildir çünkü, zira onu elinde bulunduranın görüldüğünü görememesine yol açmak gibi, gizil bir gücü vardır. Üstelik nazik içeriği nedeniyle kullanılamaz da. Olsa olsa, sıradaki geçici sahibinin mektuba baktığının görüldüğünü göremeyeceği an gelene dek alıkonulabilir.

Öykünün burada beni ilgilendiren özelliği, rakibini alt etmek isteyen dedektifin işe onun akıl yürütmesini kopyalamakla başlaması. Böylece zihin yarışında onun bir adım önüne geçebiliyor. Karşılıklı yerleştirilmiş aynaları çağrıştıran bu düzeneği Borges’in de kullanması rastlantı değil: Ölüm ve Pusula’da, iç içe geçmiş akıl yürütmelerin anlamsızlaşacağı birleşme noktasında kimi yok edebileceğini hesaba katmış, ustasının bir adım önüne geçmenin imrenilecek bir yolunu bulmuştu kör Arjantinli.

Edgar Allan Poe

Basit Bir Es’in kapağının aynı birleşme noktasını ima ettiğini ancak metni yarıladıktan sonra hesaba katmam benim eksikliğim olsun; Poe’nun üçgeni daha ilk sayfada zihnimi gıdıklamaya başladıysa da, Enis Batur’un o kadarıyla yetinmeyeceği önbilgisi beni kapak fotoğrafını göz ardı etmeye itmiş olmalı. Kitap kapaklarının pekâlâ zarflara öykünebileceğini, gizlemek kadar sezdirmeyi de kendine iş edindiğini akıldan çıkarmamalıydım. Onun bu metni hangi nedenlerle kaleme aldığını ne mutlu ki bilmiyorum; böylesi, diyelim ki Picasso’nun Las Meninas çeşitlemeleri gibi bir uğraşa itiyor çünkü beni –hayatta kalmamı da sağlıyordur. Poe’nun –gerçekte Petrarca’ya ait olsa da– Seneca’ya atfederek öyküsüne epigraf olarak seçtiği cümledeki (“Bilgeliğin ölçüsüz kurnazlık kadar nefret ettiği bir şey yoktur.”) tuzağa düşmeyi göze alarak, değindiğim bu üçgeni metin boyunca aklının bir köşesinde tuttuğunu varsayıyorum.

***

Kitabı bir kez daha okumaya hazırdım o hâlde. Gelgelelim içim rahat değildi. Masadan kalktım, evi bir uçtan diğerine adımlamaya başladım. Bir yandan da duvarlara göz gezdiriyor; çerçevelerin koruduğu resimlerde, onların arasındaki boşluklarda tren yolculuklarında çektiğim fotoğrafları seçmeye çalışıyordum. Dilimin ucuna gelir gelmez kaçırdığım yanıt için başladığım yere dönmem gerektiğini neden sonra fark ettim.

Poe’nun modern polisiyeyi icat ederken Oidipus ile Theseus mitlerini ne ölçüde, hangi ruhsal gerekçelerle didiklediği bu yazıya sığacak bir parantez değil. Sadece, Morgue Sokağı Cinayetleri’ni Ariadne’nin ipinin ucunu çağrıştıracak kelime oyunlarıyla süslediğine; ilk polisiye parodisi de sayılabilecek Thou Art the Man isimli öyküsünün adını, kâhin Tiresias’ın Oidipus’un yüzüne kim olduğunu vururken kurduğu cümleden çekip çıkardığına değinmekle yetiniyorum. İki karakterin yolunun ta Antik Yunan’da kesişmesini de o medeniyet hesabına ucuz bir süs sayamayız, öte yandan. Kör Oidipus, Sofokles’in üçüncü Thebai oyununda Kolonos’a vardığında onu Theseus karşılar. Girit labirentinde Minotor’u öldürmüş kral, geçmişleri arasındaki benzerliklerin altını çizer. Çekirdek ailelerindeki birtakım sorunlar bir yana, ikisinin de bilmecelere bana mısın dememesi, hısımlıklarının derinliğini çıtlatacaktır. Poe kalemini mürekkep hokkasının böylesine daldırmasaydı, Arjantinlinin yine aynı çözümlere yönelip yönelmeyeceğini bilemeyiz; bilebildiğimiz, konturlarını çizdiğim bu güzergâhı, insanoğlunun kopyasını çıkaran aynalar ile babalık dolaylarında yinelediği.

eb2

İki aynayı karşılıklı yerleştirmek, labirent kurmanın zahmetsiz bir yolu. Mise-en-abyme olarak bilinen bu yöntem aynalar arasındaki görüntüyü okunaksızlaşacağı bir noktaya dek çoğaltır, küçülte küçülte yok eder. Basit Bir Es’in kapağındaki demiryolu fotoğrafında bu düzeneğin tek yönünü görüyorum işte. Metnin demiryolunun uzak ucunda, betimlemenin anlamsızlaştığı noktada sona ereceğini bu nedenle düşünmüş olmalıyım. 69. sayfada bir sürpriz bekliyormuş ama beni: İlk sayfasındaki cümlenin hemen hemen tekrarı. Hemen hemen diyorum, zira tek kelimelik bir eksiltme söz konusu burada. O kadarı kitabın sil baştan tekrarlanmamasına yetiyor.

Eksiltme, mise-en-abyme’e düşmeyi seçenin orada yok olmamak için uzanabileceği belki de tek çözüm. Hamlet’ten biliyoruz: 3. perdesindeki Fare Kapanı isimli oyun içinde oyunda, olanlar Claudius’un önünde sahnelenir. Eksik bir yineleme, derme çatma bir mizansendir ama. Böylesi, Shakespeare’in geldiği noktada takılıp kalmamasının tek yoluydu kuşkusuz. Eksiksiz bir tekrara yönelseydi, Hamlet’in içindeki Fare Kapanı’nın içindeki Hamlet’in içindeki Fare Kapanı’nın içindeki Hamlet’in içindeki Fare Kapanı’nı… sonsuza dek yinelenmek zorunda kalacaktı.

O tek kelimenin 69. sayfada eksik olması, ihtimal vermiyorum ya, dizgi yanlışıysa bile, benim gözümde Basit Bir Es’i hepten zenginleştirmiş, uğurlu bir yanlış. Kalan yedi sayfada anlatıcının ton değiştirmesini, yolcu yazarla neredeyse iç içe geçerek ait olduğu üçgeni kırmasını yadırgamadıysam, bundan. Nasıl ki illüzyonistin hüneri bir kez açıklandı mı ağzımızın tadı kaçıyorsa, dedektifin cinayeti nasıl çözdüğünü öğrendiğimiz son perde de serüveninin gölgesinde kalmaya mahkûm. Sonsuza dek olay örgüsünde kalmayı, labirentin ürkütücü, ama esirgeyici örtüsünü yeğlediğimizi iş işten geçmedikçe fark edemiyoruz çünkü. Bu nedenle Enis Batur’un okuru çizgisel zamandan soyacak, döngüsel okuma zamanıyla örtecek ülküsel bir çözüm önerdiğini varsaymak hoşuma gidiyor. Her ne kadar şirazeden henüz Basit Bir Es’in polisiye olduğunu iddia edecek kadar çıkmadıysam da, Borges kitabı okuyabilseydi onu bir şiirle selamlardı diye düşünmek de.

Zenon’un paradokslarını eşelediği Kaplumbağanın Vücut Bulduğu Bedenler’i sonlandırmak için gözünü Novalis’e çevirdiğini hatırlıyorum onun. Romantik Alman haklıysa, en büyük sihirbaz kendine yansımalarının her birini özerk saymasını sağlayacak kadar eksiksiz bir büyü yapabilecek kişiyse, ancak kendimizin her hâliyle göz göze gelmeye cüret edebilirsek kendimizi çoğaltabiliriz demektir bu. Gördüğümüzün görüldüğünü görebilmek için. Bu eskizin ima ettiklerini hâlâ kırmaya çalışıyorsam, bundan.

Emre Ağanoğlu