Biz, Yevgeni Zamyatin’in 1920’de yazdığı, kendinden sonra yazılmış birçok distopik romanın öncülü olan ancak ülkesinde (SSCB) yayınlanmasına izin verilmeyen kült romanı. Zamyatin bu romanda gelecekte var olan otoriter devletin inançlarına körü körüne bağlı bir vatandaş olan D-503’ün günlüğü (ki bu günlük teması George Orwell’ın 1984 ve bir anlamda Margaret Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü romanlarında da karşımıza çıkar) aracılığıyla bu distopik rejimdeki toplum yapısını, bu yapı içindeki yeniden kurgulanıp dayatılmış mutluluk, düzen ve güzellik algılarını göz önüne serer.
Yazıcımızın sık sık vurguladığı gibi bu, gelecekten geçmişe, onun “vahşi atalarımız” dediği bize bir tür sesleniştir. D-503 aracılığıyla aktarılan bu gelecek toplumunda, bireysel farklılıklar ruhun bir hastalığı olarak görülür. Romanda bir yandan bireysel olanın ortadan kalkmasıyla toplumun ve insanların ne hale geldiği aktarılırken diğer taraftan da böyle bir toplum içindeyken onun dışında kalabilme olanaklarına dair ipuçları çıkar karşımıza. Bu toplumda daha önce de belirttiğimiz gibi “ruh” bir hastalıktır ve D-503, bir muhalif olan I-330’dan etkilenerek başlangıçtaki kör inancını sorgulayacak ancak bu etkilenme bir erkeğin bir kadına duyduğu arzunun ötesine geçemediğinden ya da D-503 bu arzu ile başka bir topluma duyulan arzuyu aslında bir ve aynı şey olarak göremediğinden kendini Velinimet’in kollarına bırakacaktır. Biz romanında yenilginin nedeni Orwell’ın 1984 romanında olduğu gibi korku değildir. D-503’ün diğerleri gibi TekDevletin “aklına” körü körüne inanması, onun sınırlarını (Duvar) kabulü ve ötede başka bir olanak olabileceğini düşünememesidir.
“Çünkü şimdi biliyorum, hayal gücüm var. Hastayım yani. Ayrıca iyileşecekmişim gibi gelmiyor. Gelmiyor işte.”
Anlarla sınırlı bilişlerdir bunlar D-503 için. Şöyle geçirir aklından:
Doğrudan gözlerine dalacak ve ona (mahrem “sen”i kullanarak) “Sensiz yapamayacağımı biliyorsun… Neden böyle…” diyecektim.
Oysa cevaplar soruyu yönelttiğimiz kişilerde değil kendimizdedir çoğunlukla. Nitekim birkaç sayfa ilerde de şöyle der:
“Neyse ki vahşi yeşil okyanusla aramda cam Duvar vardı. Ey duvarların yüce, ilahi bilgeliği! Ey sınırlar!”
Biz de duvarlar içinde yaşıyoruz. Evlerimiz duvarlarla örülü, hastaneler, hapishaneler… Uzak atalarımız hayatta kalmak adına doğayla aramızda böyle bir izolasyonu sağlamışlar ve daha sonrasında gelişmiş bu. Ve bu durumda o duvarların içinde ne yaptığımız, varlığımızı sürdürmek için neye yöneldiğimiz önem kazanıyor. Zamyatin’in romanında bir hastalık olarak görülen “ruh” mu yoksa “madde” mi? Elbette bu ikisini kesin bir çizgiyle birbirinden ayırmak mümkün değil. Önemli olan önceliği hangisine verdiğimiz. İşte tam da bu noktada Zamyatin’in Biz romanından, Mehmed Uzun’un Sen adlı romanına geçmek istiyorum. Mehmed Uzun, Sen adlı romanında 70’li yılların başında gözaltına alınan bir Kürt gencinin dünyasına götürür bizi. Tek başına kapatıldığı hücresinde (duvarlar içinde), aç susuz bırakılarak ve işkenceyle varlığını sürdürmeye çalışmanın hikâyesidir Sen. Hücredeki böcekle, hatun böceğiyle konuşur kahramanımız yarına kalabilmek için.
Şöyle başlar roman:
“Böcek böcek hatun böceği
Şıpıdık terliklerinle
Simli elbiselerinle
Nereye gidersin böyle
Evet böcekcik, ninem böyle derdi senin masalına başladığı zaman.”
İşte böyle masallarla, anılarıyla, yani Biz romanında bir hastalık olarak görülen “ruh”la hapsedildiği duvarların dışına çıkar bir anlamda. Yoksa romanın diğer bölümlerinde kahramanımızın ikinci tekil şahıs diliyle anlattığı öyküsünde yaşananlara katlanmak, onların içinden ruhsal olarak sağlam çıkmak mümkün olmayacaktır. Zulmedenler, onu nedenini belirtmeksizin bir gece yarısı evinden alıp götüren ve işkence ederek olmayan suçunu itiraf ettirmeye çalışanlar, onu “kalbura çevirmiş”, hiçbir tarafını sağlam bırakmamışlardır. Romanın sondan bir önceki bölümünde en başa döneriz:
“Ve bir keresinde yine hücrede ölüm uykusundan uyanırken burnunun dibinde kımıldayan küçük bir şey gördün. Bu da neydi?
Bir böcekti. Küçük, siyah bir böcek! Buralarda ne arıyordu?.. Acaba bu küçük, dilsiz hayvan yalnızlığına ortak olamaz mıydı; arkadaşın , dostun olamaz mıydı?..
Neden olmasındı!”
Yolculuk ya da özgürlük zihnimizle ilgili bir şeydir, bunu anlamış oluruz Mehmed Uzun’un şiirsel anlatımında. Duvarlar arasında ve türlü zor koşullarda ancak masallar, romanlar, kahramanlar, yazarlar, şairler, elbette dostların, sevdiklerimizin anıları, anılarımız ve tarihimizle ayakta durabiliriz.
Peki ya Sırça Fanus? Sylvia Plath’in 1963 yılında yayınlanmasından bir ay sonra yaşamına kendi eliyle son verdiğini bildiğimiz bu tek romanının Zamyatin’in Biz ve Mehmed Uzun’un Sen romanıyla ne ilgisi olabilir? Bakıldığında diğer iki roman gibi bu da duvarlarla ilgilidir.
Kitabın tanıtımında şöyle yazıyor: “İlk kez 1963’te yayınlanan roman, Plath’in kendi gençlik bunalımlarından yola çıkan, büyük ölçüde özyaşamöyküsel bir yapıt.” Evet otobiyografik bir romandır Sırça Fanus. Makale, öykü, şiir yazarak bir moda dergisinin açtığı yarışmayı kazanan Esther’in bu yarışma nedeniyle bulunduğu otelde yaşadıklarıyla başlayan roman, kitaba adını veren sırça fanusla tanıştığı hastanede son bulur. Roman Plath’in iç dünyasından çok dışa dönük yaşadıklarının bir anlatımıdır çoğunlukla. Yaşadıklarını ve kendi dışındaki insanları (arkadaşlarını, annesini, doktorları…) tüm gerçeklikleriyle, sakınmadan göz önüne serer. Kitabın sonunda yer alan Sylvia Plath İçin Notlar bölümünde bu durumla ilgili Plath’in annesinin kitaptan duyduğu rahatsızlığı dile getirdiği ve “…tek başına ele alındığında, alçakça bir nankörlük örneğinden başka bir şey değil” ifadesinin de yer aldığı kitabın Amerika’daki yayınevi editörüne yazdığı bir mektup yer almaktadır. Plath kendi gördüğü gerçekliği yazmıştır ve bu rahatsız edicidir. Beklenenin aksine romanda Plath’in kendi iç dünyası ve onu intihara götüren duygularına dair çok az anlatım vardır. Belki de şöyle diyebiliriz; Plath kendi yaşantıları konusunda da gerçekçidir. Romanın başlangıcında kendi ile dünya arasındaki farklı ilişkinin ne olduğunu söyler:
“Oysa hayatımın en parlak günlerini yaşıyor olmam gerekirdi.” dedikten sonra “Oysa benim hiçbir şeyi idare edebildiğim yoktu, kendimi bile. Yalnızca otelden işe ve partilere, partilerden otele ve sonra yine işe, duygusuz bir troleybüs gibi yalpalayıp duruyordum. Sanırım kızların çoğu gibi coşku içinde olmam gerekiyordu, ama hiçbir tepki göstermek gelmiyordu içimden. Tıpkı bir hortumun merkezindeki nokta gibi durgun ve bomboş, çevremdeki hayhuyun içinde yuvarlanıp gidiyordum.”
Nihayet kitabın sonlarına doğru uykusuzluk, hiçbir şey yapamama (okuyamama, yazamama, genel anlamda konsantrasyon bozukluğu) şikayetleriyle yattığı hastanede (duvarlar) ona sunulacak tedavi de o günün koşullarıyla sınırlı olacak ve bunların içinde belki de en can yakıcı olan şok tedavisi ile ilgili şöyle yazacaktır: “Sırça fanusun içinde ölü bir kelebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür.”
Sırça Fanus’ta Zamyatin’in Biz’i ve Mehmed Uzun’un birey olmuş ya da olma yolunda ilerleyen Sen’ine ilave edebileceğimiz bir Ben vardır. Bu “ben” kendi istekleriyle, çevresinin istek ve düşünleri arasında sıkışmış, lüks bir otelde konaklarken mutsuz olan ve bunu kendine açıklayamayan bir ruhun sıkışmışlığıdır. Bu sıkışma yine kitabın son bölümünden anladığımıza göre Sylvia Plath’in kendi ruhunda da vardır. Bu sıkışma zaman zaman bizi de bunaltan bir sıkışmadır. Her şey yolunda giderken neden mutlu olamayız? Neden kendimizi duvarlar arasında hissederiz? Ruhumuzda tamamlanmamış bir şey olduğu için ya da Zamyatin’in romanındaki “ruh” hastalığının tam tersine yakalandığımız için, yani ben olmakta bize yol gösterecek olan ve her bir birey için biricik olan o sesi yitirdiğimiz, yitirme noktasında olduğumuz için olabilir mi?
Eylem Hatice Bayar