Kitap seçimlerimizi ne belirler? Bu soruyu kendimize defalarca sormuş ama tam manasıyla cevabını verememişizdir. Evet, tür olarak kendimize yakın hissettiğimiz kitaplar vardır. İlk tercihimiz bu yönde olsa da kimi zaman çevremizden gördüğümüz ya da bir kitapçıda kapağını, ismini beğenip aldığımız çok kitap oluyordur. Bunlardan bizi hayal kırıklığına uğratan, bize beklediğimizi vermeyen kitaplar olduğu gibi iyi ki almışım hissini yoğun biçimde yaşatanlar da az değildir. Miguel Barnet’in Gerçek Hayat’ı da benim dikkatimi çeken fakat okumamın karantina günlerine denk geldiği bir roman.
Bu kitabı okuma isteği uyandıran etkenlerden biri de Gabriel Garica Marquez’in arka kapaktaki sözleridir:
“Bu bir sıla hasretidir. Bulunduğu yeri öteleyip sürekli bir başka yerde olma özlemiyle yanıp tutuşan insanın dramı. Kısacası, hiçbir yere ulaşamamanın perişanlığı. Eğridir ya da doğrudur, Latin Amerikalılar bu acıların ve bu sonsuzluğa uzanan kaderin isteyerek ya da istemeyerek hem öncülleri hem de kurbanları oldular. Miguel Barnet, bizlere gerçek hayatın yakıcı karmaşıklığını işaret ederek soruyor: Bizler, hepimiz bu romanın sılası olmayan kahramanı Julian Mesa değiliz de neyiz?”
Marguez’in bu sözlerini okuduktan sonra okuma isteğim fazlaca artmıştı. Peki, ne diye hiçbir yerde bu kitapla ilgili bir paylaşım görmüyordum? Neden bu roman bana göz ardı edilmiş gibi geliyordu? Bu noktada kitap seçimlerimizi belirleyen etkenlerden bazıları eksikti. Yine de bunlar iyi bir okuyucu için bahane olamazdı. İyi bir okur, kitap hiç tanıtılmamış da olsa onu bulmalıydı. Bugüne kadar kendi keşfettiğim ve mutlaka okumam gerektiği söylenen bir sürü kitap okudum ama yine bugüne kadar bir kitapla ilgili yazı yazmaya girişmedim.
Gerçek Hayat, devrimden önceki Küba’da yaşayan bir ailenin şeker kamışı tarlalarındaki zorlu hikâyesiyle başlıyor. Latin Amerika her zaman ilgilimi çeken bir coğrafya olmuştur. Bunlar arasında başı çeken Küba, kapitalizm karşıtı birçok insanın bir nevi rüyasıdır. Gidip görmek istediği, belki de orada yaşamanın hayalini kurduğu bir ülke. Ama Küba şimdi bulunduğu konuma kolay gelmemiş elbette. Birçoğumuz devrim ile ilgili kitaplar okumuş filmler izlemişizdir fakat Küba’nın devrimden önceki zamanıyla ilgili ne kadar bilgi sahibi olduğumuz tartışılır. Gerçek Hayat’ta bir karakter üzerinden anlatılan bu geçmiş, bizim ya da başka ülkelerin tarihinden farksız değil. Tarih derken aklınıza yaşam mücadelesi, sömürüler, sömürülenler, göçler gelsin.
Burada Eduardo Galeano’ya değinmeden geçemeyeceğim. Galeano, Latin Amerika’nın Kesik Damarları’nda o ülkelerin Amerikalı şirketler tarafından nasıl sömürüldüğünü belgelerle tek tek anlatmış bize. İnsanların nasıl köleleştirildiğini, yönetimlerin nasıl kontrol altına alındığını, kaynaklarının nasıl sömürüldüğünü gözler önüne sermiş… Gerçek Hayat ise ekmeğinin peşine düşüp Küba’ya, oradan da kuzeye giden Julian’ın hikâyesini anlatıyor. Tabii onun hikâyesini okurken yaşanan siyasi olaylar da çıkıyor karşımıza ve durumun vahametini net bir şekilde önümüze seriyor.
Doğduğu ya da yaşadığı yeri sevmeyen çok kişi vardır. Olduğu yerden bir gün gitmenin hayalini kurar. Tabii gitmek için girişimlerde bulunan ya da buna cesaret edebilen kişi sayısı azdır. Gerçek Hayat’ın karakteri Julian Mesa ise çevresindekiler konuşurken buna cesaret edebilen kişidir. Miguel Barnet, kitabın giriş yazısında karakteri için şöyle yazmış:
“1940’ların 50’lerin göç dalgasına tanım koyan ya da detaylarını gösteren bir tablo çizmek gibi iddialı bir amaçla yola çıkmadım bu kitabı yazarken. Bu göçmenlerin kendi aralarındaki tezatlar ve ayırt edici özellikler zaten tümü aynı çuvala sokulmayacak derece belirgindir. Ben yalnızca, pek çok farklı karakter arasından yalnızca bir tanesini seçtim. Bu karakter, yelpazesi o denli geniş ve derin bir toplumsal gerçeğin birebir örneği tabii ki olamaz. Ama buna karşın evet, bu kişilik tarihsel ve kaçınılmaz kader açısından gerçek tipi yansıtmakta.”
Julian gideceğini söylediğinde, annesi kalkıştığı bu işten dolayı yakınsa da etrafındakiler Julian’ı tebrik ederler. Nihayetinde annesi, veryansınlarının para etmeyeceğini anladığında durumu kabullenir ve oğluna sarılarak onu uğurlar. Julian, gidişini şu sözlerle dile getirir:
“İlk kez trene biniyordum. Elektrik direklerinin ve ağaçların gözümün önünden hızla geçerek gerilerde kayboluşunu seyretmek hoşuma gitmişti. Bir şeyleri terk ediyor olmak, yaşamaya alıştığın yerlerden ayrılmak hem hüzün hem de sevinç getirir. Bir yanda dünyaya açılmak uğruna her şeyden bir anda vazgeçmek, öte yanda da bilinmeyene koşup yenilikleri keşfetmek. Havana’yı fethe gidiyordum adeta. Yani dünya kazan ben kepçe!”
Tabii kahramanımız için bu yolculuk öyle kolay geçmez. Trene bindiği gibi Havana’ya ulaşamaz. Trenden inmek zorunda kaldığı bir anda saçma bir nedenle gözaltına alınır, serbest bırakıldığındaysa aradan bir hafta geçmiştir ve asıl hedefine gitmeden önce o bölgede çeşitli işlerde çalışır, âşık olur, yani başına türlü türlü işler gelir.
Tıpkı bir zamanlar ülkemizdeki insanların taşı toprağı altın diyerek İstanbul’a gitmesi gibi Küba’da da bizimkilere benzer hikâyeler yaşanmış. Bizde filmleri yapıldığı gibi orada yaşananlar da tiyatro oyunlarına aktarılmış. Julian o zamanları şöyle anlatıyor:
“Olmayacak hayallerin peşinden Havana’ya gelip de sefil olan, aç kalan köylüler üzerine bir dolu öykü anlatılır. Tiyatro Marti’de bu garibanları alaya alan oyunlar izlediğim oldu. Nasıl bellerinde maçeteleriyle, başlarında hasır şapkalarıyla kent sokaklarında yerlere tükürerek dolaştıklarını, korkup ağaca zıplayan kediler gibi arabalardan nasıl ürktüklerini seyircinin gözüne gözüne sokarak anlatan oyunlardı bunlar. Köylünün trajedisini çarpıtarak onunla alay etmekteydiler. Tarım işçisini ucuz bir güldürünün palyaçosuna dönüştürüyorlardı; tıpkı Galiçyalı’nın zencilere yaptığı gibi. Elbette bundan dolayı yalnızca tiyatroyu suçlayamam, bir dolu insan da köylünün öyle olduğunu düşünüyordu ve tiyatroda, kendi kafasındakini sahnede görmekten büyük bir keyif almaktaydı. Bolca eğlenip alkışlıyorlardı. Bense önce biraz gülmüş sonra da ağlamak istemiştim. Çünkü tiye alınan bendim, ailemdi, benim gibi olanlardı ve ben çaresizdim. Bu zırvalıkları yazanlara ana avrat düz gidemiyordum çünkü orada, fotoğrafın tam ortasında hapsolmuştum.”
Köylüleri sömüren ve şehirlere göç etmesine neden olan burjuvazi, onları hiçbir zaman anlayamadı. Evet, belki onlar da çoğu zaman kendilerini anlatmakta zorlandı. Bütün bunlar iki uçlu bakış açısının birbirini ikna edemeyen döngülerinden ibaret. Savunurken karşıdakini batırmak, karşıdakine yaranmaya çalışırken değerlerini yanlış aktarmak, asıl olandan kaçmaya çalışırken ne diğeri gibi olabilmek ne de özünde kalabilmek… Hepsi birbirini tamamlayan ama bir araya getirilemeyen doğrular.

Gurbette olanlar hayatlarını idame ettirmeye çalışırken geride bıraktıkları da ellerindeki şartlar dâhilinde hayatlarını devam ettirmeye çalışırlar. Romanda kahramanımızın başından geçenleri okuyup kendimizi ona kaptırmışken geride bıraktıklarını çoktan unutmuşuzdur. Bu okuduğumuz birçok kitapta böyle olur. Ama Julian onları terk etmiyor, belli aralıklarla ailesiyle yazışmalarından bahsederek bize onları hatırlatıyor. Zaman zaman da siyasi olaylara değinerek bizi nelerin beklediğini gösteriyor ve dikkatimizin dağılmasına engel oluyor. Akıcı anlatımıyla hikâyeye bağlanıyorsunuz. Tabii burada romanın çevirmeni Celil Denktaş’ın hakkını vermek gerek. Kitapta 307 dipnot var. Normalde dipnot sevmem ama burada, dipnotlar sizi yormadığı gibi müthiş faydalı oluyor.
Havana’dan New York’a giden Julian, Bir göçmen dünyanın en yalnız insanıdır, diye başlıyor orada yaşadıklarını anlatmaya. Amerika’da kapitalizmin boyunduruğunda hayat mücadelesi verirken ne Küba’daki devrimi ne de ardından gelen Komünizmi yaşayabiliyor. Gene de olanlardan uzak kalmıyor. Gelişmeleri sıcağı sıcağına takip ediyor. Miguel Barnet’in başta da değindiği gibi şöyle diyor Julian: “Bana göre Küba’dan söz etmek tıpkı bir insandan söz etmek gibidir. Ben aslında hiçbir zaman orayı terk etmedim ki!”
İnsanları göçe iten etkenler nelerdir? Aslında hepimiz bu sorunun cevabını biliyoruz. Bugün gerekli desteği alamayan, yaşadığı yerde iş imkânı kısıtlı olan, tarlasını sürüp ekemeyen birçok köylü, topraklarını bırakıp kentlere göçmek zorunda kalıyor. İşte Julian da o zamanlar Amerikalı para babalarının tekelinde bulunan şeker tarlalarında ırgatlıktan yapmaktan yılıp ekmeğini şehirde aramaya gitmiştir. Devrimden önceki Havana’nın hali içler acısı olduğu için orada da tutunamayıp soluğu New York’ta almıştır. Burada ne kadar yalnız olsa da tek başına değildir. Binlerce Latin Amerikalıyla birlikte aynı kaderi paylaşmaktadır. Miguel Barnet, Gerçek Hayat’ta Julian’ın hikâyesiyle bütün ezilenlerin hayat kavgasını, çektikleri eziyetleri, çilelerini, hayata tutunma çabalarını en net haliyle bize aktarmış.
Aslında Marguez’in de dediği gibi, Barnet bize, “Bizler, hepimiz bu romanın sılası olmayan kahramanı Julian Mesa değiliz de neyiz?” diye soruyor.
Özdemir Toprak