2019-09-23 19.22.43
Niyazi Zorlu

İbrahim Gökçek için.

Uyku kötü. Uyku buz gülüşlü, berbat bir ev sahibi.

Yalnızlık demeden yalnızlığı anlatan bir yazar, en makbulü!

“Madem ağırlayamayacaktın, ne diye çağırdın, a dünya bizi?”

Depremden başka gerçekler de var, diyenlerin korkularını anlıyorum. Soylu, kılsız kulaklarından en kestirmesine son hızla dalıp, zarlarımı dudakları bükülü beyinlerine fırlatarak sarsıntılarını ölçüyorum: Düşeş!

Koynumuzda, kim ne derse der, çengel dişli bir fayın hatırası. Dallarından patır patır düşen kestaneler mi istersin, şantiyeler arasında mekik dokuyan beton karıştırıcılar mı, ne ararsan sokaktan var, çocukların gözleri midir kireç fokurtuları mı, kim birinci gelecek, çocuk korkar, kireç aman diler, beton dökücüler elleri delik ceplerinde yağmurun dinmesini birbirlerinin güneş yanığını andıran gölgelerinde bekler, biri, türkü müdür o kürdü mü, söyler, kimse sesindeki yanığı söndürmeye kalkışmaz ve her türlü iç çekişten nem kapar sızlanmaya doğmuş tabanlar.

Kursağında biriktiriyor inşaat, iyi kalpli ama her yaşta acemi annelere ne kadar da benziyor, yer sofrasına döküyor veya görülmez buz tanecikleri hâlinde püskürtüyor uğultuyu körebe oynayan evlatlarının karık gözlerine.

Sarsıntı beni ikna eder etmez, inşaat işçilerini ölürlerken izlemekten vazgeçiyorum, sığınmak üzere kalın ciltlerin altına, kitaplığa koşmaya hazırlanıyorum. Korktukça kitaplardan yapılma, içleri deniz kabukları dolu, tuzlu kolonlara sarılıyorum.

Lokma kadar, İbrahim bir çocuk, hatırlıyorum, herhangi bir şehrin Tamaşalık’ındaki evin, kedilerin korkulu rüyası demirden kale kapısını açar açmaz kâğıttan bir gölle karşılaşır, hayrete ilk adımını düşünmeden atar ve sevinç çığlıkları içinde beline kadar harflere, resimlere, notalara batar, yazmak bundan böyle sıfatsız bir oyun.

Aklıma zar zor mukayyet oluyorum. Uyku, baykuş gibi hain, uğursuz! Gözüme görünmesin, söyleyin ona!

Bize mi sallanıyoruz gibi geliyor, iskelenin üzerinde miyiz, aslında sıtmaya tutulmuş, kalp ile akıl arasında sıkışıp kalmış, dört bir yana altından terleri hovardaca saça saça, sırılsıklam yokuş aşağı mı kayıyoruz? Ben iki elimle kıymıklı kenarlarından tutup dizlerimde kıracak, yağ tenekesinde yakacak da olsam, sevgilim sen doğruları söyle e mi hep bana.

“Uyuyup kaldık!”

Demek havsalamızın alamayacağı bir ülkeye vardık.

Toprağın ölülerini çakallara sunduğu yere, “Hainsiniz, beni aldattınız, bunlar, buralar ilk günkü gibi canlı!”

Hiç oralı olmayacaksın, yüz vermeyeceksin; ağzı sımsıkı kapalı ölü taklidi yaptım ben de, yere sırtüstü uzanıp toprağı ağzımla kapadım.

“Hayâsız bir nöbet değişimi bu” lakırdısı geçti içimden. Bana vaat edilen toprak böyle çenesi düşük değildi, yumuşacıktı, sarıp sarmalarken dağılırdı, hangi arada taşlaştı bunun buseleri, sessizliğe karşı niye böyle vurdumduymaz bu yahu, nasıl böyle acımasızlaşıp katılaştı?

Gözleri yummak, kapaklanmak sırası bizde dünyanın bütün inşaat işçileri. Alakasız (güneş yüzü görmemiş, soluk, sırnaşık) ya da alakalı (görüntü ve seslere ancak bacaksız bir tahammül kadar mühlet tanıyan) ilgiyi çekti çekti… Yok çekmedi, kardeşim nah işte kemikli omuzlar, o omuzlardan silkelenmeyi hak etti. Kim o? İyi de ne?

Şimdi, sevgili Tanrım, o an geldi çattı, işte tam zamanı, yalvarırım bana kendini tanıt, yardım et, dehşeti bir tüy yapıp uçuracak soluk ver bana!

“Ölmedin sen, kalk hadi kalk, numaralar yapmayı bırak!”

“Hayret, anladınız?”

“No: 1. Ölüler bizde gözleri açık gider.”

“No: 2?”

“Bizde ölüler, doyamadıkları mürüvetleri sırıtışlarında taşır.”

O an. İp inceliyor, kıl kadar, yağlı. Koptu, gece konar konmaz, koptu. Koparmanın vereceği hazza acaba ne desem beğenirsiniz?! Sulu bir yara gibi açılan gözlerin delicesine tutturduğu dans da haz verir insana. Yalnızlığa karşı koyabilir misin peki? Yalan nelere değer nelere! Sizi mutlu edebildiysem, bana ne mutlu?

Tanrım, kediler bizi gördüklerinde ne olur bir çadır gibi şüpheyle ayaklanmasınlar, kendilerini çalılıkların arasına, arabaların altlarına, apartmanların boşluklarına savurmasınlar!

İnşaat işçilerine söyleyin, harçlarına kedileri karıştırsınlar, dört ayak üstüne düşsünler. Sevinçli fırça darbelerine dönüşsün kuyrukları, boyasınlar derinden bir gümbürtüyle dalgın bir boşluğu.

Hafıza yitimi iyi gelebilir, istediğiniz yerde istediğiniz zaman yemin de edebilirim, insana. Hayırlara alamettir bazen bir sıtmalının kâbusu, derin bir nefes al ve kürekkemiklerini birbirine yanaştır, dişlerinin arasına kürenen incir çekirdeğindeki gerçeklere şükret, ki sayelerinde uydurmaya başlarsın. Kıtık kıtık, doldurmaya. Ne ama o? İyi de, neyi?

“Madem kırılacaklarından, mademki kırıklarından zuhur etmiş ele avuca sığan birini büyülenmişçesine kavrayıp kabaran iştahlarına neşter gibi saplamaktan korkuyorsun, Tanrı boş avuçları sevmez, solak Anneni hatırla, kulağı gözyaşıyla çeken bir babayı, göle daldır bileğine kadar ve yazılı sayfalardan birini sıkıştır pencere camlarına, zayıflık ile naifliği birbirine sakın karıştırma ve unutma ben senin için, iyiliğin için seni öldürüyorum evlat!”

İyide (de hiçte ayrı değil), o kâğıtların adsız sahibine aitim ben. İşte, şu anda kavrıyorum. Kalemi… ov ov, kavra kavra, sık sık başka organlarla karıştırıyorum.

“Bey efendi?”

“Efendim?”

“Burası Petrograd Pastanesi mi?”

Bu Beyoğlu’nun buz gibi soğuk duvarlarında kızıl devrimden beri yankılanan beyaz bir sitem mi?

Hakikat yok, erdemlerin büktüğü kahramanlar adam kadın çocuk, ışıkların bıçakladığı mekânlar yok, kaba saba zevklerimize yaraşır derme çatma bir sahne var.

O yüzden ben derim ki, bir ânı öpüp şaşırtmadan önce binlerce kez düşünmeli, ne kadar da kıymetli ipuçları Tanrım bunlar, ruhumuza nüfuz eden, hırlamalara boğulmuş, ağzından köpükler, yelelerinden tuzlar saçan nasıl da delirmiş bir beden, o hayvani mesafeyi, ant olsun, kırbaçla iki ayağı üzerinde şahlandırmalı. Mahluklara ne olduklarını göstermeli. Mahluklara cephanemizdeki yedek dehşeti sezdirmeli.

Düşmanlığın geometrisi. Bana diklenen, bana yan bakan, bana yamuk yapan, adımı köşeli cümlelerde anan herkesi çizerim. Çekildiğim uzak köşeden üstelik ve gözümü dahi kırpmadan. Düş ile düşman arasına bıçak soksam?!

Çok rica ederim kâfi, bu güzel lisan sizde varken vatanınıza kimse dil uzatamaz.

Bana adınızı bağışlamayarak Madam, hayat denen bu “kaba ve kansız” inşaatta olası kaçışları zora soktuğunuzun farkında mısınız?

İnşaat alanında hülyasız dolaşmayınız.

Hani can tatlıydı? Dikin diyorum size nah pabuç büyüklüğünde açılmış Azrail yaraları, akıllı yaşayın, yoksa kan kaybından şuracıkta gideceksiniz, işte size çakı gibi bir asker, işte size su gibi bir aziz, iyice açıp önce bir şu yarayı temizleyip kendine getirin?! İğne ipliğe dönen bir duvarcıyı hızır yapın, imdadınıza yetiştirin.

Seciyesizsiniz siz lakin, korkaksınız, iktidarsızsınız da, evet, evet. Siz… Siz… Sizin kalbiniz kararmış, siz bir şeyi çok kafaya takmışsınız, uzun boylu, ince biri, kumral mı desem uçuk altın rengi mi, sizi çok kırmış, erkek mi kadın mı, biri sizi hafif, uçucu, pastel bir mırıltıya dönüştürmüş, altın rengi parıltılar saçan sizin o dilinizi ısırmış, sizin sınırlarınızı bulandırmış, tanrım, tanrım, gözbebeklerinize her türlü iyi niyetten sıyrılmış bir dikkatle bakmış ve orada çok ender, sadece kimi loş dalgınlık anlarında beliren soğuk bir ışıltının ardında uyuyan güzeller güzeli bir gizin sesini duymuş, karşı konulmaz bir davet gibi düşüncelerinin inceliği –bir incelikten bunu beklemek kimin aklına gelirdi– keskin ve buzlu iğnelere dönüşmüş, acımasızca saplamaya başlamış (ne taşınmış ne de açılmış, ne tuhaf) ılık ambalajınıza, bayım ne yüzünüz kalmış döndürecek tabiata ne hâliniz köklenmiş iddiaların tam ortasında göğsünü gere gere dolaşacak, sizi şahsen tanışıklığınız olmayan, hiç ilginizi çekmemiş kelimelerle, fikirlerle tanıştırmış, evet yaşamak değil, bu bir “mübâhase”, “muzaaf”…

Alsın Ali Zeki Bey: Meçhul bir muhabbetin sonu gelmeyen hayaliyle kalbi yormak.

Gizse gizliğini bilecek ve gözlerimizin önünde samimi bir inşaat gibi çökecek Madam! İlahi, sarsıntılarıyla yüreğimizi zevkten hop oturtup hop kaldıracak. Çıplak bir insanın cennetlik ruhu hırçın kahkaha dalgalarıyla dövülecek, yeryüzüne geri tükürülecek. Sahi! Bedenler sokakların yalnızlığında değil (sonsuzluktaki en parlak yıldız, bizim yıldız), odalardaki (kuyruğundan tuttuğum gibi yüzüstü yatırdım, üzerindeki varla yok arası kumaşı hızla çekip kopardım) ihtiraslarda tartılacak.

Şiir dediğin, saf acımasızlık! İçinizde biraz insanlık kalmışsa, bir hayaletten göz, kulak, ağız, yani kendini hatırlamasını beklemeyin, rica edeceğim karnındayken hakikatsiz bir geçmişi hayal etmesini istemeyin geniş bir zamandan.

Demek ki hilal şeklinde uzanmış, uykunun ağırlaştırdığı sözcükleriyle bir öykü pusuya yatmış, sahibini arıyor, buz gibi bakmayı bilen bir inşaat işçisini, İbrahim’i, dudaklarındaki rengi yitirmiş, neredeyse ölü, yüksekte çalışmanın gerektirdiği güvenlik tedbirleri alınmadan her Tanrının gülü yükseklerden defalarca çığlıksız düşen buruk ve tozlu birini.

Ağız ve göz demeyin ona. Ağzını açtıkça gözlerini kapamaya çalışmakla geçti onun ömrü. Ağzından çıkanları görmek istemedi. Kirli bir işbirliği. Gözleri ile ağzını karıştırdı, birinin açtığını diğeriyle kapamaya çalıştı: “Gördüklerim gerçek olamaz.”

Ağız ile göz yüzlerini birbirine döndü, birbirine bakan, birbirlerine göz-kulak olan, birbirlerini esirgeyen ve bağışlayan, koruyup kollayan, birbirleri olmadan edemeyen ve “kulaklar şahit” giderek birbirlerinin en zayıf, en mecalsiz noktalarıydılar. Biri yoksa diğerinin de ayarı yoktu. Bir diğerinin yokluğunda, arta kalan (göz ya da ağız) ateş gibi harlıyordu, ortalığı yakıp kavuruyordu, duymadığı veya görmediği şeyler üzerine yeminli ısrarlar edip korkunçlaşıyordu. Kim bir dilsiz kadar gözünü açabilir, kim bir kör kadar sözünü sakınmaz.

Madam, siz beni dinleyin, oturun oturduğunuz yerde, onlar birbirlerini hesaba katmadan şuradan şuraya adım atamazlar.

Benim elim kesildiğinde benim duymadığım acıyı neden sen duyuyorsun, yüzün kasılıp kalıyor? Benden beklediğin ama benim veremediğimi sen niye yerine getiriyorsun? Sen kimsin usta? Bana mı öğretmeye çalışıyorsun nasıl, nerede acı çekileceğini? Yüzün sararıyor, ufacık bir kan görünce, ağzın içine çöküyor, elbette dişlerin de kapanıyor. Yerime sen harap oluyorsun. Diş gıcırtılarını dahi işitebiliyorum, çenen köşelerine çekiliyor. Sen ya da ben? Kime inanacağımı bilmiyorum.

Orada, bina iskeletinde, krem rengi, havada asılı gibi duran duvarın köşesinde bekliyor, sabırsızlığı gölgesinden okunuyor. Tavlayı, vinci yukarı çekiyor, yarı yolda halat kopacak, başının üzerine mektup zarfları gibi yağacak tavladaki tuğlalar. Bu yüzden başını uzatıyor İbrahim, tanımama fırsat vermeden geriye çekiliyor. Ortaya çıkmak için gözlerimin ağırlaşmasını bekliyor, sessiz ve değerli bir külçeye dönüşmemi, uyumamı. Rüyama dalacak, dalmayacak da yumulacak sanki.

Muhteşem bir gülüş. Zamanın yükünü taşıyor o. Kendisine ait olmayan, dünyalı zamanın. Ağır tahribata uğramış bir gülüş. Delirmiş yine bir güzel.

Çocukluğun neşesini hangi arada derede söküp aldık:

“İçimizden biri çabuk uçağa dönüşsün ve bizi sırtında taşısın, eyoooo!”

Bizim bin bir tüllü belamızı verecekse Yarabbi versin.

Niyazi Zorlu