Bu zamanlarda deyip duruyor insanlar. Bu zamanlarda.

Bunu farklı anlamlarda söylüyorlar ama hepsi de salgınla ilgili. Salgının belirsizliği, karmaşası ya da durgunluğu, bazıları için kederi ya da umutsuzluğu… Ülkenin tepesini bulandıran ve kollarını her yana salan kaos.

Birkaç ay önce okuduğum bir makalenin yazarı; dili, özellikle İngilizceyi, son derece makul bir temelde itham ediyordu: Küresel olarak hakim olduğu için. Emperyalist ve kapitalist ideolojinin bir aygıtı olarak kurduğu hegemonya ve diğer dilleri buldozer gibi ezip geçtiği için. Bunu yapmayı sürdürerek, gezegenin diğer dillerindeki çeşitliliği, biyolojik çeşitlilikle birlikte hızla azaltıyor. İngilizce halihazırda birçok görece küçük dilin soyunu tüketti ve bununla birlikte o dillere ait kültürleri ve dünyayı anlama biçimlerinin de sonunu getirdi.

Diğer büyük diller de bunu yapıyor (İngilizce kadar konuşanı olan Mandarin; en çok konuşulan diller sıralamasında olan Hintçe ve İspanyolca; Fransızca, Standart Arapça ve Bengalce) ama İngilizce, ana dili olmayanların en fazla konuştuğu diller arasında uzak ara önde. Tüm İngilizce konuşanlar arasında, yalnızca üçte biri İngilizcenin ana dilleri olduğunu söylüyor. Kıyaslama olması için; Mandarin, konuşanlarının %82’sinin ana dili.

İngilizce, insanların döndüğü bir dil. Ya da geçmişte olduğu gibi, zorla döndürüldükleri; burada, Birleşik Devletlerde, Kızılderili yatılı okullarında yerli çocukların ailelerinden zorla alınarak eğitildiklerinde olduğu gibi. Bu okulların sloganı şuydu: “Kızılderiliyi öldür, insanı kurtar.”

En fazla konuşulan beş dil arasında, yalnızca Mandarin Hint-Avrupa dil ailesinden değil. Bu, elbette, tesadüf değil: Hint-Avrupa dillerinin üstünlüğü, doğrudan kolonyalizmin bir ürünü. 15-20. yüzyıllarda, yer kürenin yalnızca %8’ini kaplayan Avrupa, gezegenin neredeyse %80’ini sömürgeleştirdi.

Güç ve fetih tarihinde İngilizce masum olmaktan fersah fersah uzak. Nedir, tüm diller gibi, İngilizce barışı, kurtuluşu ve güzelliğin üstünlüğünü de öneriyor. Neşeli ve yüce olana erişim. Şahsen, neden olduğu ve taşıdığı çirkin yaralara rağmen onu seviyorum.

***

Dilin dünyayı değiştirme kapasitesi neredeyse sınırsızdır. Dilin silah haline gelmesi, eşit derecede sembolik ve gerçek anlamdadır; günlük kişisel yaşamlarımızdan siyaset, ticaret ve reklamcılıkta manipülasyona, savaş teknolojisine kadar her ölçekte gerçekleşir. Birey olarak bize karşı kullanılan nefret söylemi, hakaretler ve daha sinsi şiddet biçimleri; işlerimizle, diğer bireylerle, komşularımızla ve kendimizle olan ilişkimizi şekillendirebilir. Kadınlar ve azınlıklar da dahil bazılarımız bunlarla diğerlerinden daha sık karşılıyor.

Kamusal alanda, dilin belirli çıkarların diğerlerine üstün gelmesinde ve kâr amacıyla kötüye kullanılması, bizi birbirimize düşüren ve diğer şeylerin yanı sıra iklim değişikliği ve bazı türlerin yol olması gibi varoluşsal tehditlere karşı koyma çabalarımızı perdeleyen bölücü gerçeklik çarpıtmaları yaratır. Şu anda, Covid-19’un yayılmasını kontrol etme mücadelemizde olduğu gibi.

Savaşta, türümüzün en güçlü imha araçlarını yaratan dildi: Tüm yazılı diller gibi, birbirleriyle ilişkili sembol gruplarından oluşan bir dil olan matematiksel fizik, atom bombasının icadından sorumluydu. Atom bombası bu dil olmadan asla yapılamazdı. Nükleer silahlar, biyolojik ve kimyasal muadilleri ile birlikte dilin çocuklarıdır. Ve şimdi bu silahların sistemlerini çalıştıran bilgisayarlar da dil mahsulüdür.

Dili fırsatçı bir şekilde, arzunun hizmetinde silahlandırıyoruz. Kendimizi, dile sahip olduğumuz ve onlar sahip olmadığı için, diğer hayvanlardan ve yaşam formlarından üstün sayıyoruz. (Bu iddiayı, diğer birçok canlının da dilleri olduğuna ancak bizim o dilleri henüz konuşamadığımıza kadar götürebilirsiniz). Bunu sınıf, toplumsal cinsiyet ve ırk üzerinden güdülen düşmanlıklarda propaganda olarak manipüle ediyoruz.

Lies-scaled-1

Salgın sırasında ve ondan önceki üç yıl içinde Amerikalılar, daha önce hiç karşılaşmadığımız bir biçimde, konuşulan ya da yazılan dili kaba ve saygısızca kötüye kullanan devlet başkanlarımıza şahit oldular. Devlet kontrollü medyaya sahip otokratik ülkelerde tipik olarak görülen sistematik, amansız bir istismar bu. Tek bir adamın megalomanisi ve takipçilerinin bönlükleri ile şekillenen bu yeni manzarada, sadece başkanın değil aynı zamanda destekçilerinin, Kongre’deki en sağlam müttefiklerinin ve bilgi ekonomisindeki ilgili aktörlerin dili, artık iletişim kurmanın ve bazen gerçekliği incelikle ifade etmenin bir aracı olmaktan ziyade tarih dışı ve olgularla taban tabana zıt fanteziler dizisi olarak kullanılıyor.

Politikacıların politik gündemlerini desteklemek için gerçekleri işlerine geldiği gibi seçerek ve retorik olarak sundukları bir ortamın elbette yabancısı değiliz. Ancak yeni düzen hiçbir dayanak sunmuyor; yalnızca birbiriyle tutarsız olan, anlık değişen, sonsuz mutasyona uğrayabilen ve irrasyonel olarak inşa edilmiş kurgulardan oluşan bir dizi.

Liderliğin gücünü sağlamlaştırmayı ve ışığını arttırmayı amaçlayan daimi bir sözlü gaz lambası[1]. Beyaz Saray’dan çıkan hayali iddiaların, Başkan bir kez daha seçilebilsin diye binlerce insanın hastalanmasına ve ölmesine göz yumulmasını amaçlayan sözler olmadığını bile söyleyemiyoruz. Muktedirin buyrukları söz konusu olduğunda, neredeyse hiçbir şeyden emin olamayız.

Gerçekler ve çarpıtılmış kelimeler için zor zamanlardayız. Sadece dilin değil, dile karşı ihanetin de zamanı. Dil kuşatma altında.

Sözün bütünlüğü ve otoritesiyle yaşayanlar için -okuyucular ve yazarlar, bilim insanları ve akademisyenler, doktorlar ve hemşireler, avukatlar ve devlet memurları ve birçok papaz ve haham ve imam- ulusal yaşamımızın hakarete uğraması, dilin yozlaşmasıdır. Bu en korkutucu olanıdır, bizi en çok hayal kırıklığına uğratandır. Elimizi kolumuzu bağlar, şaşkınlık ve korku içinde bırakır. Görünmeyen ve bilinmeyen, gökyüzü kadar geniş olan gerçekleri inkar eden ve iten bir gerçeksizlik perdesinin altında sıkışıp kaldık.

***

Bu zamanlarda şanslı sayılırım; hasta değilim, işsiz değilim. Yazacak bir yerim var: Anneme ait olan küçük konuk evi, evimden yürüme mesafesinde. Daha iyi günleri olmuştu tabii; paslanan oluklar toprağa düştü ve ahşap süsleri çürümekte. Boşluklarda cirit atan fırça kuyruklu fareler var, arkalarında dışkılarını bırakarak kayboluyorlar. Koridor kuşlarını, kertenkeleleri yakalarken ve komik bir şekilde yanımdan geçerken izliyorum, gagalarındaki gevşek kertenkelelerle bitkin haldeler. Cıvıldaşan ağaçkakanlar, öfkeli ve delici, yazmak için oturduğum verandanın yanındaki uzun kaktüslerde yuvalarını savunuyorlar. Çıngıraklı yılanların oradan buradan fırlamak gibi bir alışkanlıkları var: Dün karanlıkta evime bir el feneri ile dönüyordum ve biriyle karşı karşıya geldim. Saldırmadı bana, minnettarım.

Bir de yan komşum var; ani ve tuhaf bir öfkeyle köpeğine küfürler savuran. Ve belirli aralıklarla, muhtemelen sarhoş zamanlarında, silahlarını bahçede, masamdan otuz metre kadar uzakta denemeye karar veren. Bir gün başıboş bir mermi gelip beni bulacak mı acaba, diye düşünüyorum bazen.

Yine de, gelip yalnızlık içinde çalışabileceğim bir yer burası ve bana iyi geliyor.

***

Bir kurgu yazarı olduğumdan, doğal olarak, anlattığımız uydurma hikayelerin her zaman önemli ve değerli olduğunu hissettim. Geçimim için yalan söylediğimi ifade ederek onları şefkatle, yalanlar olarak adlandırdım. Yine de kurgu yazarları, tıpkı diğer yazarların yaptığı gibi, veri ve haber yerine yalnızca metafor ve sembol kullansalar da gerçeğe doğru yazarlar; yalanlara yaptığım atıf, okurların kurguyla kurgu dışı olanı ayırabileceklerine olan güvenimden kaynaklanıyor. (Çünkü roman yazdığımızda ve raflardaki yerini aldığında, kapaklarına ne oldukları yazılıyor.) Ama son zamanlarda bu güveni kaybettim ve bu türden küçük esprilerin artık yapılamayacağını düşünüyorum. Bu günlerde yalan söylemek ciddi bir iş. Ana akımın “haber” dedikleri haber değil, “gerçek” dedikleri de gerçek değil.

Haber cephesinde, kendisini bilgi olarak satan, ancak öncelikle bir propaganda makinesi olan güçlü bir medya ağının egemenliği, habercilik ile, basitçe söylersek, bir şeyleri kanıt olmadan öne sürmek arasındaki çizgiyi bulanıklaştırdı ve zaman zaman sildi.

oct_19_new_prints_00008

İskandinav mitolojisinde devlerin, tanrıların, okyanusların, ateşin, buzun ve insanların diyarları dahil olmak üzere dokuz diyarı birbirine bağlayan muazzam bir ağaç var: Yggdrasil. Bu hayat ağacı, mitsel bir öğe: Farklı dinlerde, kültürlerde ve dünyanın her yerinde ve insanlık tarihi boyunca rastlanır.

Bana göre yaşam ağacını, dil ağacı olarak da görebiliriz. Bazı dallarını anladığımız, diğerlerini, bir ağacın çok derinlerdeki kökleri gibi, görmediğimizden gizemli ve karmaşık bulduğumuz bir ağaç. Bedenlerimizin bilinçli bir yön olmaksızın nasıl nefes alacağını, büyüyeceğini ve iyileşeceğini bildiği gibi, dil de derin, geniş kapsamlı ve çoğun bilinçsizdir. Varolmanın derin dilinin, hava ve ışıkla buluşmak için ortaya çıkan uçlarını ve yüzeyini ancak algılabiliyoruz.

Şu anda bu güçlü kuvvet, hem kutsal hem de küfrün bu kaynağı açıkça bize karşı bir silah olarak kullanılıyor. Ve bir kısmımıza karşı değil, hepimize karşı. Kendi refahlarının saldırı altında olduğunun farkında olmayanlara karşı bile.

Yazmak için oturduğumda, bu zamanların dil için ayağa kalkma zamanı olduğunu düşünerek oturmuştum. Sadece üzerimize boca edilen saçmalıklara karşı kendimizi savunma değil, aynı zamanda gerçek sözün kendisini de savunma zamanıdır.

Dili silahlardan daha fazla sevenlerimiz için, düşünüyorum da, onu konuşlandırmanın zamanıdır. Gerçek sözün tekrar ayağa kalkabileceği inancına göre hareket etmenin zamanıdır.

Lydia Millet

Çeviren: Ozan Çororo

Kaynak: Literary Hub, 12 Mayıs 2020

[1] İngilizcesinden gaz ışığı, gaz lambası diye çevrilen bu kelimenin hikayesi 1930’larda oynanan bir tiyatro oyunundan geliyor. Senaryoya göre Jack, karısı Bella’nın psikolojisini manipüle etmek için her gün gaz lambasının ışığını biraz kısıyor. Karısı “Bu lambanın ışığı azaldı mı?” diye sorduğunda ise sert bir şekilde karşılık verip kadını aşağılıyor. Böylece Bella yavaş yavaş kendi aklından şüphe etmeye ve delirdiğini düşünmeye başlıyor. Sonuç olarak Bella’nın kendisine olan güvenini yitirmesini ve “Acaba kafayı mı yedim?” sorusunu sormasını hedefliyor. İşte bu nedenle duygu terminatörlüğünün adı gaslighting oluyor. (Aile Terapisti Volkan Pelenk’ten alıntı, Milliyet Gazetesi)