
Stefan Zweig, şüphesiz ki geçtiğimiz yüzyılın en iyi öykücülerinden biri. Onun insan ruhunu çözümlemedeki ve yazıya dökmedeki ustalığı tartışılmaz bir gerçek. Bana göre, Dostoyevski’nin romanda yaptığını öyküde gerçekleştiren bir deha. Eve hapsolduğumuz bu korona günlerinde daha önce okuduğum kitaplara tekrar dönüyorum. Onlardan biri de Stefan Zweig’ın Satranç’ı. Etkisi altında kaldığınız bir kitabı tekrar okumanın da ayrı bir keyfi var. Bu ikinci (hatta üçüncü) okuma zihninizde başka açılımlara sebep olabiliyor.
Satranç aslında Zweig’ın öykülerinde çokça başvurduğu bir yazım tekniğiyle yazılmış bir uzun öykü, bir novella. Eşi Lotte Zweig ile intihar etmeden önce yazdığı son öykü aynı zamanda. Bu anlamda Zweig’ın bir vedası olarak da okunabilir.
Öykünün başında bir anti kahramanla tanışıyoruz. Mirko Czentovic adında bir dünya satranç şampiyonudur bu anti kahraman. Zweig, öykünün ilk yirmi sayfasında Czentovic’i anlatır bize. Onun hakkında enikonu bir bilgiye sahip oluruz bu sayfalar boyunca. “Her alanda evrensel bir kültürsüzlük içinde” olan anti kahramanımız, bir papaz tarafından büyütülmüş, zihinsel yetileri gelişmemiş olmakla birlikte nasıl olmuşsa yanında kaldığı papazla Jandarma çavuşunun satranç oyunlarını izleyerek bu oyunu öğrenmiş, sonrasında satranç tekniğinde ustalaşmış, sonunda da dünya şampiyonu olmuştur ve bu şampiyonluğu bırakmaya hiç niyeti yoktur. Ancak bir yetersizliği vardır.
“Şöyle ki, Czentovic tek bir satranç oyununu bile ezbere ya da uzmanların dediği gibi “körleme” oynamayı bir türlü becerememektedir.”
Bu, şu demektir aynı zamanda; Czentovic’in hayal gücü yetersizdir. Yaşananlar bir gemi yolculuğunda geçmektedir. Anlatıcımız, iletişimden kaçan, insanlara kapalı bu dünya şampiyonuyla temas kurmak istemekte ancak bunu bir türlü becerememektedir. Çünkü Czentovic’in “derinde yatan yetersizliğinin arkasında açık vermeme akıllığı” gizlenmektedir. Ancak anlatıcımız onun dikkatini çekecek bir hamle bulacak ve bu hamle de öykünün asıl kahramanı Dr. B.’nin sahneye çıkmasına neden olacaktır. Sonrasında Dr. B.’nin hikayesini dinleriz kendi ağzından. Gestapo tarafından tutuklanması, kendi deyimiyle masa, kapı, yatak, leğen, koltuk, pencere ve duvardan oluşan dünyasında hiçlikle çevrili kalması ve bir sorgu sırasında odasına getirmeyi başardığı satranç kitabıyla bu dünyayı nasıl da değiştirdiği anlatılmaktadır bu bölümde.
Satranç bir oyundur sonuçta. Yarısı siyah, yarısı beyaz altmış dört kare bir tahta üzerinde otuz iki satranç taşıyla oynanan bir oyun. Dr. B. bu oyunun gereği olan tahta ve taşlara sahip değildir. Başlangıçta elinde bulunan çarşaf ve ekmek parçalarıyla oynadığı bu oyunu zamanla beyninin içine yansıtacak, tamamen hayal gücüyle oynamaya başlayacaktır. Kitaptaki bütün oyunları bu şekilde oynar. Dr. B.’nin zihnini diri tutmak, onu çevreleyen hiçliğin içinden çıkmak adına bu satranç kitabından yararlanması muazzamdır. Bir hayatta kalış mücadelesidir bu aynı zamanda. Fakat bir süre sonra bu yetmemeye başlar ve tekrar karşı karşıya kaldığı korkunç hiçliği yenmek için kendini siyah ve beyaza bölmeyi en azından denemek zorunda kalır. Bu onu kaçtığı şeyden (keçileri kaçırmak ya da bir akıl hastalığına yakalanmak) tam olarak kurtaramayacak, ancak o odadan kurtuluşuna sebep olacaktır.
Aslında hikâyeyi, Satranç’ın ana hikâyesini çoğumuz biliyoruz. Ben yine de kısa bir özet yapmak istedim.
Benim bu ikinci okumada dikkatimi çeken, ilkinde farkına varmadığım birkaç nokta var. Bu yazının asıl konusu bu noktalar aslında.
Çok yaygın görüşe göre Satranç, Stefan Zweig’ın mat edilen özgürlüğü ele aldığı bir yapıttır. Sonuçta oyun ortada kalmıştır ancak Dr. B., soğukkanlılığını sonuna kadar koruyan Czentovic karşısında bir tür zihin karışıklığına düşmüş, anlatıcımızın uyarısıyla da oyundan çekilmiştir. Aslında buradan bakıldığında tam bir yenilgi değildir bu. Oyunu reddetmektir daha çok. Öykü boyunca satranca ilişkin iki tür kavrayıştan bahsedilir. Bunlardan ilki Czentovic’in kavrayışıdır ki burada satranç zevk alınacak bir oyun değil, bir hayat memat meselesidir neredeyse. Oyunu kazanmak hayatta kalmak, kaybetmek ölümdür neredeyse. Oysa diğer kavrayışta, Dr. B.’nin tutsaklığında kendi ruhuna ilaç olarak bulduğu, zihni oyalamak, düşünmeyi diri tutmak ve geliştirmektir asıl olan. Öykünün bir yerinde anlatıcımız da satrancın bu şekilde kavranışına ilişkin şunları söyler:
“Çünkü satrançla her zaman öylesine ve yalnızca eğlenmek için ilgilendim; bir saat tahtanın önünde otursam, kesinlikle kendimi zorlamak için değil, tam tersine, üzerimdeki gerginlikten kurtulmak için yaparım bunu. Ötekiler, gerçek satranç oyuncuları, satrancı ciddiye alırken, ben sözcüğün tam anlamıyla satranç “oynarım”. Tıpkı aşk gibi satranç için de bir eş gereklidir…”
Bütün bunlar ışığında bakıldığında Zweig’ın aslında özgürlüğün ya da gelişmiş, kültürlü olanın yenilgisini işaret ettiğini söyleyebilir miyiz? Sanmıyorum. Bence Zweig, Satranç adlı bu kısa ama büyük yapıtında kurallarını kendimiz koymadığımız ya da oyunu bizim gibi görmeyenlerle girişilen bir oyunda kalmanın yersizliğini işaret ediyor. Bu bir yenilgi değil bir olanak olarak da okunabilir kanımca. Satranç bir metafordur sonuçta. Hayat, neyin önemli olduğuna karar vereceğimiz “oyun”lardan oluşur. Bu anlamda oyunu kendimizle mi (kendimizi geliştirmek, incelemek) yoksa ötekine (nerdeyse bir düşman olarak görerek) karşı mı oynadığımız temel bir seçim olarak çıkar karşımıza. Öykünün sonunda kazananın hangisi olacağı belli değildir. Fakat Zweig, bu uzun öyküyü tamamladıktan sonra, oyunu terk etmeyi seçer. Oysa yarattığı kahraman Dr. B. kendi koyduğu kurallarla o geminin içinde olmaya ya da “oyun”a devam edecektir.
Eylem Hatice Bayar