Heykeltraş, seramik sanatçısı ve yazar Neşe Koçak’la yazarlık, edebiyat-plastik sanatlar ilişkisi ve Yeni İnsan Yayınevi’nden çıkan ilk öykü kitabı “Uygunsuzlar” üzerine konuştuk.
Serkan Parlak

Uygunsuzlar-Neşe-Koçak

Neşe Hanım, heykel ve seramik üretimi yaparken, yazmayı da ihmal etmiyorsunuz. Gezi yazılarınız, biyografi kitabınız, son olarak da Uygunsuzlar adlı ilk öykü kitabınız yayımlandı. Edebiyata ve sanata olan ilginiz nasıl başladı, bugünlere nasıl geldiniz?

Sokağa çıkmasına, yaramazlıklar yapmasına izin verilmeyen, tecrit edilmiş bir çocuktum. Babamın zengin bir kütüphanesi vardı. Okuldan artan zamanımın çoğu evde kitaplarla geçti. Şiir okumayı ve resim yapmayı çok severdim, yazmaya şiirlerle başladım. Genç yaşta evlenip çocuk sahibi olunca, sorumluluklarım ilgi alanlarım üzerinde kendimi geliştirmeme zaman bırakmadı. Edebiyat ve sanat aşkım bu yıllarda, yüreğimin gizli bir köşesinde, sabırla gün ışığına çıkmayı bekledi. Çocuklar büyüdü ve içimde küllenen ateş alevlendi. 2002’de Güzel Sanatlar Fakültesinde Heykel okumaya, 2006’da Haber Akademi isimli interaktif bir dergide denemeler yazmaya başladım. Arkasından Seramik Bölümünde yüksek lisans yaptım. Bu arada sanatsal içerikli seyahat yazıları da yazıyordum. Sanatsal üretimlerime katkı sağlaması için yüksek lisanstan sonra Felsefe okudum. 2014’de biyografi kitabım yayımlandı. Doğa, insan, sanat ve tarih üzerine hazırladığım deneme ve gezi yazılarımın öyküye yakın olduklarını fark ettim. Edebiyatın bu türünde kendimi geliştirmeye karar verdim. Dünya ve Türk Edebiyatının önde gelen öykücülerini okudum, okumaya devam ediyorum.

Plastik sanatlar kökenli bir yazar olarak size neler ilham verir?

Gündelik koşturmaca içinde neyin ilham vereceği pek belli olmuyor. Bazen biriyle konuşurken, duruşu, bakışı, söylediği ilginç bir söz, özellikle de o anda bir öykü üzerinde çalışıyorsam ilham verebilir. Kitap okurken bir kelime, bir cümle, dinlediğim bir şarkı çağrışımlara neden olabilir. Tabiat ve İstanbul’un tarihi semtleri her zaman en çok beslendiğim alandır.

Kitabınızın genel temasının delilik, yalnızlık, geçmişe özlem, doğaya ve kendisine yabancılaşmış modern insanın anlam arayışı olduğunu söyleyebiliriz. Neden bu konulara ilgi duydunuz?

Modern imkân ve araçlar, insanı her gün biraz daha yalnızlaştırıyor. Binalar arasında akan hızlı yaşantıya kapılıp aylarca toprağa basamayan, gökyüzüne bakamayan insan, doğaya ve kendine yabancılaşıyor. Virüs salgını nedeniyle mecbur kaldığımız karantina günlerinde görüldü ki gelişme, ilerleme, zenginleşme peşinde koşarken hayatın kendisini kaybetme noktasına gelmişiz.  Tabiatla, birbirimizle ve kendimizle savaşıyoruz. Asıl tema delilik, delilerin aklın sınırlarını zorlayan cesareti, çocuksu masumiyeti, fakat insanın kalabalık içindeki yalnızlığı, doğaya ve kendine yabancılaşma dramı da dekor olarak işleniyor öykülerde.

Kitabınızda öykülerin aralarında heykellerinizin görselleri kullanılmış.   Öyküyle heykelin kesiştiği ve ayrıldığı noktalar nelerdir sizce?

Edebiyatın da görsel sanatların da amacı, estetik duygulara hitap ederek yaşadığımız dünyayı güzelleştirmektir. Öncelikle bu noktada kesişirler. Edebiyat, kelimelerle, cümlelerle resim yapar. Görsel sanatlar, boya, fırça, taş, ahşap, metal, kil gibi malzemeleri kullanarak hikâye anlatır. Bir öyküde, romanda, şiirde, yapılan tasvirlerde gözümüzün önünde müthiş bir resim canlanır. Kendimizi o mekân ve zamanda buluruz. Başarılı bir tablo ve heykeli izlerken de buna benzer duygulara kapılırız. Sanat eseri bize, içinde kendimizi bulduğumuz bir hikâye anlatır. Herkes, kendi hikâyesini yazar, kendi hikayesini okur. Sanat eseri önce bir hayaldir, sanatçı onu zihninde tasarlar, giderek malzeme sanatçıyı yönlendirir, bazen tasarımın ötesine geçerek farklı bir boyut kazandırır. Tasarlanan şeyin bir hayatı ve felsefesi vardır; sizi şaşırtabilir, hüzünlendirebilir, heyecanlandırabilir ve hatta umutlandırabilir.

Heykeltraş kimliğimle edebiyat eseri ortaya koymaya gayret ediyorum. İkisini birbirinden ayırt edemem, çünkü birbirinden besleniyor ve ilham alıyorlar. Uygunsuzlar kitabımdaki heykel görselleri de böyle bir etkileşimle ortaya çıktı.

Öykülerinizin dil, anlatım ve kurguları için özenle çalıştığınız, üslup oluşturma çabanız hemen her satırda belirgin. Öykülerinize nasıl başlıyor, taslaklarınızı nasıl gelişiyor ve son cümleyi nasıl yazıyorsunuz?

Yazmak, son noktayı koyana kadar sancılı bir süreç. Çoğunda öncelikle temayı belirliyorum. Son zamanlarda tematik bir dergi olan Psikeart için öyküler kaleme alıyorum. Ardından, her şeyi unutarak öykünün omurgasını kurmayı düşünüyorum. Hayal ettiğim öykünün resim veya heykel yapar gibi görselini çiziyorum yazıyla. Son aşamada incelikleri işliyorum dantel örer gibi. Kahramanın bakışıyla olaylara yaklaşıyor, empati ve iletişim kuruyorum. Bazen ilk olarak son cümleyi yazıyorum. Bazen, önce öykünün ismini belirleyip altını dolduruyorum. Kimi zaman da öykü kendi sonunu kendisi yazıyor, sürprizleri seviyorum, hiç düşünmediğim sonlarla karşılaşıp şaşırıyorum. Heykel çalışmalarımda da başıma geliyor bu.

Dergi, kitap, sosyal medyanın yoğun iletişimi altında yazar, yayıncı ve okurun durumunu dikkate alarak, dünyada ve Türkiye’de plastik sanatlar ve edebiyat hakkındaki görüşlerinizi merak ediyorum.

Hem basılı hem dijital yayınların bombardımanı altındayız. Okuyacak çok şey var, fakat ömrümüz oldukça kısa. Modern insanın işi acele, zamanı az. Görsel kültür araçlarının gelişmesiyle okumaya ayırdığımız süre giderek azalıyor.

Artık Gazap Üzümleri, Savaş ve Barış, Kırmızı ve Siyah boyutlarında hacimli kitaplar yazılmıyor. Plastik sanatlar alanında da benzer olan bu durum ayrı bir tartışma konusu. Bu konuda kendi adıma şunu söyleyebilirim; ruhen bu çağa ait olmadığımı hissediyorum. Samimiyetten, sıcaklıktan uzak dijital mecralardan hazzetmiyorum.

Fakat hem edebiyat hem görsel sanatlar alanında yaptığım çalışmalar, ortaya koyduğum eserler için sosyal medyayı kullanmak zorunda kalıyorum. Buna rağmen, edebiyatı da sanatı da kendimi mutlu etmek için yapıyorum. Yaptığım işlerden estetik haz alıyorum.

Başucu yazarlarınız ve sizi etkileyen ressamlar, heykeltıraşlar kimlerdir?

Haldun Taner, okurken beni güldüren, düşündüren, yaşamak istediğim eski, zarif İstanbul’u olağanüstü ve zekice üslubuyla anlatarak kalbime dokunan yazarlardandır. Dili, anlatımı ve seçtiği konulara derinlemesine vakıf olmasını nedeniyle Füruzan’a hayranlık duyuyorum. Rasim Özdenören’in öyküleri kadar, sanat ve edebiyat anlayışına değer veriyorum. Masalsı üslupla yazılmış otobiyografik öykü ve romanlarıyla Herman Hesse’nin, gerilimli biyografileriyle Stefan Zweig’ın başucu yazarlarımdan olduğunu söyleyebilirim. Van Gogh’un, gerçek acıyı ifade eden melankolik resimleri, öykülerime konu oluşturuyor. Şizofreni teşhisiyle hayatının otuz üç yılını akıl hastanesinde geçiren Camille Claudel, adı hep Rodin’le anılıp onun gölgesinde kalsa da, yaşadığı çağa göre bir kadın olarak büyük başarılar elde etmiş, takdir ettiğim bir heykeltraştır.

Önümüzdeki dönemde sizden neler okuyacağız, masanızda neler var?

Plastik sanatlar temalı bir öykü kitabıyla okurların karşısına çıkmaya hazırlanıyorum. Öyküleri, bir tablo, heykel veya sanat değeri olan tarihi bir yapıdan esinlenerek yazıyorum.