Dünya’nın oluşumundan itibaren (50 Milyon yıl hata payıyla)

4 milyar 540 milyon 874 bin 672. yıl, 235. Gün:

DÜNÜN DÜNYASI’NDA KALMAYA KARARLI BİR YAZAR

1920’lerin ve 30’ların önde gelen yazarlarından Stefan Zweig, lise yıllarımda okumaya başlayıp okumadığım kitabı kalmayan tek yabancı yazardı. Almancam, Agyeman Elektrische Gezelshaft, nam-ı diğer AEG ile sınırlı olduğundan, dilimize çevrilmiş kitaplarını kastediyorum, tabii. Zweig’ı Türkçe’ye her çevirmenin imreneceği mükemmellikte kazandıran Burhan Arpad’tır. Onun Türkçesiyle Avusturyalı yazara hayran kalmamak olanaksızdır.

ARPAD
Burhan Arpad (1910-1994)

1910’un 19 Mayıs’ında, Bursa’da (Mudanya) doğan, aynı zamanda gazeteci ve yazar olan Burhan Arpad, Almancadan yaptığı çevirilerle bizi yeni yazarlarla tanıştırmış ve edebiyat dünyamızın zenginleşmesine unutulmaz bir katkı sağlamıştır. Gençliğimizde bizlere, Zweig’la birlikte okumayı da sevdiren çevirmeni 110. doğum yılında yazarlık emeğine saygı adına burada anmış olalım.

Zweig sevgisi sanki babamdan bana genlerle geçmişti. Evimizin kendi halindeki kütüphanesinde yazarın kitapları baş köşede durur ve sayıca üstünlüklerini sergilerlerdi. Elimi uzatıp birini çekmem, yazara ulaşmaya yetiyordu. İlk okuduğum romanı, sonradan Acımak olan çevrilen Merhamet’ti. Ergenliğime denk gelen bu psikolojik aşk romanını hiç unutmam. Babamın da unutmadığına eminim, çünkü o da kitaptaki karakter gibi, bir subaydı: Üniformanın büyüsünü gençliğinde fark etmiş olduğuna kuşku yok.

Sonraları satranca yönelmiş olmam ve öyküsever bir yörüngeye girmem, Satranç Oyuncusu’nu öne çıkarttı. Yazarın, Amok Koşucusu, Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu ve Yakıcı Sır gibi özgün uzun öykülerinin yıldızı edebiyat semalarında parlar da parlar. Tarihi kişiliklerin biyografilerini ve olayları Zweig’dan okumak ve onun kendine has, anlatımı ters yüz eden karşıtlıklar taşıyan, yaratıcı ve adeta mükemmel bir kristalliğe kavuşmuş üslubunun tadına varmak gerçek bir edebiyat deneyimidir.

Ülkemizdeki görünür Zweig hayranlığının nedenleri gerçekten araştırmaya değer bir konudur. Bunda, kanımca tarihte Almanlarla uzun süren müttefiklik yıllarımızın etkisi vardır. Bir dönem gelişen Alman hayranlığı dil içinden geçerek yerini Zweig hayranlığına bırakmış gibidir. Bu hayranlığın nesilden nesile aktarılmakta oluşunda Burhan Arpad’dan sonra bayrağı devralıp ileri taşıyan oğlu Ahmet Arpad’ın nitelikli çevirilerinin rolü büyüktür.

zweig 2
Zweig ve eşi Lotte

Birçok şair ve yazarın özgeçmişinin intiharla sonlandığını biliyoruz. II. Dünya savaşında Hitler’in zalimliğinden kaçan Stefan Zweig ve karısının savaşın ortasında, Brezilya’da birlikte intihara karar vermelerinin nedenini bıraktıkları mektuptan öğreniyoruz: Yeni bir hayata başlamanın güçlüğü. Yaşadığı dönemin tarihine tanıklık eden Dünün Dünyası’nın yazarı için intihar, belki de en ‘doğal’ ölüm şekli idi.

Dünün dünyasında kalmaya kararlı bir yazarın bugünün dünyasında bunca yer edinmesi hayatın sayısız sürprizlerinden biri değilse nedir?

239. Gün:

ÖZLEMİN FRANSIZCASI

Nedense, bir yazarın şu sözü kendisini sık sık aklıma getirecek bir mecra bulur: “Özlenen yerler yoktur, özlenen yaşlar vardır.” Bugün gene, bir nedenle bu sözü ve arkasından şu anımı anımsadım.

Geçen yılki Fransa gezimizde, Akdeniz sahilinde küçük ve şirin bir kıyı yerleşimindeydik. Pazarıyla ünlenmişti. Görmeden geçmek olmazdı. Havanın rekora ulaşıp 40 dereceyi geçen sıcaklığı, pazarın zenginliğini bastırınca, kendimizi gölge sokaklardan birine dar attık. Çocuklar pazarda gezerken, karım ve ben de şirin bir butikte vakit öldürmeyi seçtik.

İçerde bizden ve biz yaşta görünen dükkan sahibinden başka kimse yoktu. Yabancı oluşumuz alnımızda yazılı olduğundan İngilizcede anlaştık. Nereden geldiğimizi sordu. Türküz dedik. Adamın yüzü değişti. İç çekti. 70’lerde Türkiye’ye geldiğini ve İstanbul dahil Ege boyunca bir çok yeri gezdiğini söyledi. Oraları hatırlamaya ve andığı birkaç yerin adını yarım yamalak söylemeye çalıştı.

Bu sefer iç çekme sırası bana geldi. Gezmek için en iyi zamanlardı, dedim. Evet öyleydi, dedi. Neden bilmem, gözleri doldu. Eski bir arkadaş gibi ayrıldık.

Onu bu kadar duygulandıran, yıllar sonra Türklerle beklenmedik karşılaşması mıydı? Sanmıyorum. Bizi yakınlaştıran duygu, gençliğimize duyduğumuz özlemdi yalnızca.

242. Gün:

BİZDEKİ FEMİNİZMİN GİZLİ TARİHİ

Yiğit Bener, yaşadığı dönemin nabzını tutan iyimser bir yazar. Doğal ve hayli akıcı biçemi, ilk izlenimde bilinç akışı tarzına yakın gelse de, kurgusundaki bilinçli akışla zevkle okunuyor.

Cumhuriyet Kitap Eki’nde yayımlanan ve son romanı Acı Portakal’a dayanan söyleşisinde, yazarın feminizmle ilgili düşünceleri, özellikle de Türkiye’de feminizmin resmî olarak 1980 sonrasında başladığını belirtmesi bir anımı canlandırdı. Sözü, konuyla ilgilenen yazarlara, akademisyenlere ve feministlere bırakmakta yarar var. Bununla birlikte, belki 80’lerden epey öncesine dönmek de bazılarımıza ilginç gelebilir.

IMG_5357

1960’ların sonlarındayız. Bir akşam, üniversite arkadaşlarımızla Çiçek Pasajı’nda merkezi bir lokantada az yiyip çok içiyoruz. Yanımızdaki masada tek başına olgun yaşta iyi giyimli bir adam oturuyor ve akşamcı olduğu her halinden belli. Masamızda güncel konulardan, derslerden, hocalardan, boykotlardan, devrimden, Marks’tan falan atıp tutuyoruz. Adamın kulak misafiri olduğuna şüphe yok. Bardaklar boşalıp dolarken, bir arkadaşımızın gene devrimden söz etmesiyle adamcağız dayanamayıp kibarca söze karıştı ve şöyle dedi: “Devrim devrim diyorsunuz. En büyük devrim gözünüzün önünde oluyor ve siz bunu göremiyorsunuz. Bu pasaja yakına kadar akordiyoncudan başka hiçbir kadın giremezdi. Şimdi etrafınıza bir bakın. Masalarda kaç kadın var. Neredeyse kadınlar ve erkekler yarı yarıya. İşte devrim budur.”

246. Gün:

Herkesçe bilinen bir gerçek, sözü edilemeyecek kadar sıradan mıdır? Tabii ki, hayır. Yoksa, her gün günbatımını seyredip onun güzelliğinden dem vurmazdık.