2.Mayıs.20

Salâh Birsel okumanın bana en büyük katkısı, sözcükleri sevmeyi öğretmiş olmasıdır. Salâh Bey okumazdan önce sözcükleri sevmediğim anlamına gelmiyor bu. Nedir, böylesine değildi bu sevgi. Katmerlendi. Öyle ki tüm sözcüklere sevgiyle bakar oldum. Sözcükler üzerine düşünmeye başladım. Sözlüklere daha çok bakar oldum.

Çok yaşasın sözcükler!

***

Birkaç gün önce okuduğum bir yazıda, Emre Ağanoğlu’nun şu yazısında, gördüğüm bir tabir de pek hoşuma gitti doğrusu. Kitaba el atılır, çengel atılır, didik didik edilir… Ve fakat, kitabı “kat etmek” fikrini sevdim:

“Kitabı ilk kez kat etmek için neden eve mıhlandığım şu tuhaf günleri seçtiğim, ya da onun neden Enis Batur’un beklettiğim nadir kitaplarından biri olduğu üzerinde oyalanmayacağım.”

***

Sözcükler demişken bir sözcüğü de huzurunuza sermek isterim: “İşlenmek.”

Bizim oralarda [Kuzey Ege Krallığı] kullanılır bu söz. Başka yerde duymadım pek. Dikili’deki İstanbullu komşumuz, bahçede çalışan babama hal hatır sorduğunda ve babamdan “N’abayım komşu, işleniyorum biraz” yanıtını aldığında çok garipsemişti.

Şimdi sözlüklere baktım da, hızlı bir bakış attım, sözcüğün bu kullanımına rastlayamadım.

Basitçe, iş yapmak anlamına gelir bu söz. Bahçede, tarlada, mutfakta, evde fark etmez.

“İşlendim biraz, yoruldum valla.”

***

Orhan Kemal miydi, Sait Faik’i anlattığı bir söyleşide “laf lafı, laf tütün tabakasını açar” diyen?

Sözcükler

Sözcükler deyince daha nerelere kadar uzanırız kim bilir. Ve fakat Melih Cevdet Anday’ın toplu şiirlerinin akıl tasımıza düşmemesi olacak iş değildir.

Son yazdığı şiirlerden birinde şöyle diyor MCA, bunu yirminci asır için söylüyor:

“Ah acımasızdır uykusuz soru
Delice zeytin yerdi atamız Homeros
Biz yemezdik, aşılı zeytindi bizimki
Suskun arpa, uyur uyanık harlı toprak
Ama yüzyılımız hamdı, delice idi.”

3.Mayıs.20

Birkaç haiku yazdım:

doğulabilir
sabahın aynasında
dünyaya tekrar

bakılabilir
aynasında rüyanın
sonsuz zamana

dışarda bahar
kirpi geçerken yoldan
güler bunlara

âmâ bir kirpi
sevinçle yürür iken
ezilir yolda

tutar yasını
bütün ölmüş zamanlar
rüyalarında

dışarda bahar
içerde sonsuz zaman
güler bunlara

5.Mayıs.20

Uzunca bir aradan sonra bir öykü yazdım, kapkara bir şey çıktı ortaya. Durup dinlenecek, bekleyecek tabii ama ben bu arada çökmemek için pusulamı insancıl ve yaşama sevinci veren iki yazara çevirdim: William Saroyan’a ve Haldun Taner’e.

6.Mayıs.20

Epeydir müzik bırakmıyorum günlüklere.

Sevgili dostum Umut Yasa’nın MCA’nın “Telgrafhane” şiirinden bestelediği şarkısını buradan dinleyebilirsiniz.

Ben bu şarkıyı her dinledikten sonra en az yarım saat tekrar ediyorum nakaratını.

Düzelmeden memleketin hali
Düzelmeden dünyanın hali
Gözüne uyku giremez ki…

7.Mayıs.20

Kesin bilgi: Yazdıklarımızı daha çok silmeyi, daha az yayımlamayı başarabilirsek daha iyi yazar oluruz.

kafka

18.Mayıs.20

Kafka, 2 Ağustos 1914’te günlüğüne şöyle yazmış:

“Almanya Rusya’ya savaş ilan etti. Öğleden sonra yüzme okulu.”

20.Mayıs.20

İnsanımız, milletimiz, halkımız diye başlayan cümleler beni çok rahatsız ediyor. Hele ki “insanımız”la başlayanlar… Korkunç bir kibir var orada. Üstencilik var.

22.Mayıs.20

James Baldwin’in Sokağın Dili Olsa adlı romanını okuduktan sonra sinema uyarlamasını da izleyeyim dedim. Fena film değil, geçen yıl bir Oscar da almış. Nedir, romanın zaman zaman sertleşen, sivrileşen dilini ve özlü anlatımını yansıtmaktan uzak kalmış.

Hem bu filmde ama daha çok kısa bir süre önce izlediğim BlacKkKlansman adlı filmde [bu arada ikisi de siyahi filmler] aynı sorun var: Yönetmenler yaptıkları küçük dokunuşlarla, filmleri birer kamu spotuna çevirmeyi başarmışlar doğrusu. İki hikaye de kendini yeterince anlatıyor halbuki.

1_46BNW0cv4kVQrHJZsmrOGg
James Baldwin

Romanlardan uyarlanan filmler konusunda daha temkinli olmaya, kendimi sakınmaya karar verdim. Sanırım şu söylenebilir: Romanı okumadıysanız sorun yok. Ve fakat romanı okuduktan sonra filmi izlemek, güç iş. Aynı ya da benzer tadı almak çok güç.

Söz gelimi, Baldwin’in romanda, bizim Fonny ile Tish’e evini kiralayan adamın adı Levy’dir. Baldwin, Levy’yi “iyi” bir adam olarak çizer, anlarız. Nedir, filmde, dikkat gözünüzü sakının, yönetmen Levy’nin başına kipa kondurmuş. Ne hoş, değil mi?

Demek Baldwin adamın adını ezkaza İshak koysa, yönetmen gökten koç indirebilirdi. Buna da şükür.

Hamiş: BlacKkKlansman, Sokağın Dili Olsa‘ya nazaran çok daha iyi bir film. Hele ilk ve son beş dakikasını attığınızda daha da iyi bir film. O da geçen senenin En İyi Uyarlama Senaryo ödülünü almış. Sırf Adam Driver için bile izlenir.

24.Mayıs.20

Tuğba Gürbüz’ün ilk kitabı 2015’te yayımlanmıştı: Lodos Çarpması. Şimdi, aradan beş yıl geçtikten sonra ikinci öykü kitabı geldi: Kendisiymiş Gibi.

Kendisiymiş Gibi’de yer alan öykülerin kahir ekseriyetini okumuştum (yazmanın faydalarından biri daha: yazar arkadaşlarınızın kitaplarını herkesten önce okuyabilirsiniz) ama şimdi kitaplaşmış haliyle bir kez daha okudum. Üstelik yazar acele etmeyip öykülerini beş yılda demlendirdiğine göre, ben de yavaş yavaş okudum. Bir öykü okuyup ara verdim, sonra bir öykü daha ve bir ara…

İkinci kitap, ilkinden de önemlidir bir yazar için. İlk kitapta yakaladığını sürdürebilecek midir? Dahası ve iyisi, kendi çıtasını bir üste çıkarabilecek midir? Bu bazen olmaz, ikinci kitap ilk kitabın gerisinde kalır. Nedir, Tuğba Gürbüz Kendisiymiş Gibi’de kendi öykücülüğünü birkaç adım ilerletmiş. Öyle ki ilk kitabını da okumuş olan bizler, artık Tuğba Gürbüz’ün öykü dünyasına iyice aşinayızdır. Nedir, biçimsel olarak bir yenilik de var. Öyküler daha kısa. Tabii öykünün sayfa sayısı ölçüt değildir ama her biri olması gerektiği kadar uzun. Daha fazla değil. Daha önemlisi ise, ilk kitapta daha fazla göze çarpan anlatıcının iç konuşmaları çok çok azalmış Kendisiymiş Gibi’de. Kitabın arkasındaki şu cümle belki bunu vurgulamak niyetiyle yazılmış ama Tuğba Gürbüz’ün öykülerini anlatmada eksik kaldığını ya da düpedüz hatalı olduğunu düşünüyorum:

Tuğba Gürbüz pek de duygusal olmayan bir dille yazıyor Batı’yı, çünkü bu evrende duygular da “kendisiymiş gibi”.

Kendisiymiş Gibi’de kısa öykünün hakkını veren, iyi yazılmış, çalışılmış, durmuş dinlenmiş ve Batı’yı filan değil, insanı anlatan çok iyi öyküler var. Kısa öykü sevenlere duyrulur.

26.Mayıs.20

Melih Cevdet’in kitaplarına girmemiş ama 1939’da Servet-i Fünun dergisinde yayımlanmış olan, başlıksız şiirlerinin birinden:

Eğer bir adam daima sarhoş olsaydı
İnsanlara ne sonsuz muhabbeti olacaktı

melih-cevdet-anday-bu-yil-roman-dalinda-anilacak-599968-5

Yine MCA’dan. Sevengül Sönmez’in yayına hazırladığı [Sevengül Sönmez iyi ki var, bizim gibi sosyal medyada fink atacağına ne değerli işler yapıyor usul usul] Bir Defterden adlı kitaptan. Melih Cevdet, şöyle yazmış günlüğüne, 1976 Ekim’inde:

“Dostoyevski’nin Cinler adlı romanına iki yıl arayla yeniden başladım. Bu kere ara vermeden bitireceğim. Geçen yüzyıl ortalarında Rusya’nın durumu, bizim şimdiki durumumuzdan daha ileriymiş, öyle anlaşılıyor. Bizdeki cehalet çok onur kırıcı. Kimse bir şey okumuyor. Ya yazarlar? Onlar sadece yazıyorlar.”

27.Mayıs.20

Rüyamatik

Beytepe’deyim. Kampüste. Şimdiki yaşımdayım ama eski halimle: Saç sakal birbirine karışmış, Kurt Cobain çakması gibi dolanıyorum etrafta. Edebiyat’ın A girişinin önünde oturmuşum tek başıma, acayip huzursuzum. Bilimkurgu muhabbetini hiç sevmem ama zamanda bir kayma olmuş herhalde diye düşünüyorum. Tuhaf olan çok şey var. Beytepe çok güzel [Beytepe her mevsim çok güzeldir] ve fakat tadını çıkaramıyorum. Naylon görmüş beygir gibi huzursuzum. Tuhaf olan şeylerden biri, benim dışımda kimsenin huzursuz olmaması. Derdimi anlatamıyorum kimseye. Üstelik sınıf arkadaşlarım, üniversitede olmamıza rağmen, Anadolu Lisesindeki arkadaşlarım. Ama onlar benim gibi yolun yarısını devirmiş değil, lisedeki, hatta ortaokuldaki gibiler. Sezai Altekin’e benzeyen bir hocamız var, gidip ona anlatmaya çalışıyorum derdimi, hocam bakın diyorum, bu işte bir tuhaflık var. Böyleyken böyle. Sezai gülümsüyor. Gel tavla oynayalım diyor. Saatlerce tavla oynuyoruz.

Sonra açıklıyor durumu: Çok ünlü bir iş adamı ölmüş ve vasiyetinde benim üniversiteyi tekrar, bu anlattığım şartlarda okumamı şart koşmuş. Dört sene dişimi sıkarsam beni acayip bir miras bekliyormuş. İstemem diyorum, ben kendi zamanıma dönmek istiyorum. O zaman diyor Sezai, tavlada yenilmiş olmanın hıncı mı bu bilmiyorum, karmakarışık masasını şöyle bir karıştırdıktan sonra bir kağıt gösteriyor bana. Eğer okulu tekrar bitirmezsem çok yüklü bir tazminat ödemem gerekiyormuş. Çıkıyorum Sezai’nin o dar koridordaki tıkış tıkış, basık ve kalabalık odasından.

BeyCafe’ye gidip bira içiyorum. [Rüyada her şey mümkün.]

Onur Çalı