Hayatımız hikayelerden kaçmakla geçiyor ve hayatımız hikayeler peşinde koşmakla geçiyor. Hikayeler bizi hasta ediyor ve iyileştiriyor. Bu hikayeler büyük kırılmalarla, dönüm noktalarıyla, küçük tesadüflerin filizlendirdiği büyük değişimlerle şekilleniyor. Mucizevi karşılaşmalar, şansın yüzümüze güldüğü, fırsatların değerlendirildiği anlar, toplumların atılım yaptığı kırılmalar, kurtuluş, yaşamda kalma anları kadar felaketler de yaşamın dönüm noktalarını işaretliyor.
Yaşadığımız tek bir hayat var. Hayatımız yıl ve yıl, gün ve gün, hatta sabahtan akşama değişebilen, farklılık gösterebilen bölümlerden, dönemlerden de oluşsa, baştan sona yeknesak bir durağanlık içinde de geçse sürdüğümüz tek bir hayat. Oysa tanıklık ettiğimiz, gördüğümüz, duyduğumuz, okuduğumuz hayatların ve hikayelerin sayısı belirsiz.
Serkan Türk’ün Ausgang adlı romanı bana bunları düşündürdü ve ötesini. Ausgang çok katmanlı, sarmal bir anlatı. Birbiriyle ilişkili, birbirinin içinden çıkan birkaç hikâyeyi eşzamanlı olarak anlatıyor. Birçok farklı hayata tanıklık üzerinden kurulmuş. Hatta öyle ki diğer hayatlara olan tanıklığını, Onnik Efendi’yi eline geçen günlüğünden, Hacer’i TV programı tanıklığıyla anlatırken, kendi hikayesini, geçmişini ve bugününü de ikinci tekil anlatımı tercihiyle bir tanıklığa dönüştürüyor. Bu seçimin bilinçli olduğu anlaşılıyor. Anlatıcı kendi hayatını da bir başka kişiyi anlatır gibi anlatıyor, kendine tanıklık ediyor.
Dikkatimi çeken şu ki bir arada ilerleyen bu hikayelerin ortak noktalarından biri hepsinin geçmişinde bir felaket oluşu ve bu felaketlerin izlerini -açık ya da örtük- hâlâ taşıyor oluşları. Bu felaketler yelpazesi, Bulgaristan’da rejimin baskı ve tecavüzlerinden, 6-7 Eylül olaylarını anımsatan azınlıklara yönelen şiddet ve kıyım olaylarına, sınır boylarındaki terör ya da savaş nedeniyle evlere düşen bombalarla duvarların altında kalan hayatlardan, Almanya ve Türkiye arasında parçalanan ailelerin dramlarına kadar uzanıyor. Felaketler, travmalar, kayıplar günümüzü ve anlatı anını şekillendiriyor.
Roman beni tanıklık durumları üzerine düşünmeye yöneltti ve sonunda kitaptaki anlatıcının tanıklığına bir tanım buldum.
Sürekli hikayelerden kaçmamızın ve hikayeler peşinde koşmamızın nedeninin tanıklığın güçlüğü ve kaçınılamazlığı ile ilgili olduğunu düşündüm. Romandaki anlatıcı Hami Pazarlı, şans eseri eline geçirdiği Onnik Efendi’nin günlüğünün sayfalarını açamıyor eline aldığı ilk anda. Öncelikle defterin kabı üzerinde ellerini gezdirerek satırların yazarıyla bir yakınlık kurmaya çalışıyor. Elbette bu yakınlık okumadan kurulamıyor. Bir yandan da mahrem bir şeye göz atma isteğini duyuyor. Sonunda açıp okumaya başlıyor.
Sokağımızda, mahallemizde, arkadaş ve akraba çevremizde çok sayıda yaşama tanık oluyoruz, üstüne bir de uzun zamandır hayatımızda olan filmlerden, romanlardan, öykülerden, yazılardan, gazete ve televizyon haberlerinden tanık olduklarımızı ekleyelim. Son olarak yakın geçmişte hayatımıza giren sosyal medyanın karşımıza düşürdüklerini unutmayalım. Günlük hayatta bizzat tanık olduğumuz, bir sanat eseri sayesinde okuyup izlediğimiz veya bir başkasının tanıklığından dinlediğimiz hikayeler belleklerimizde yer ederken, gazete, televizyon haberleri ve sosyal medya ile bu tanıklığın giderek yüzeysel hale geldiğini söyleyebiliriz. Burada hız devreye giriyor. Sosyal medya ve diğer haber kaynaklarında karşılaştığımız hayat kesitleri, hikayeler, felaketler haber akışı hızında bir tanıklık yaşatıyor bize, reklamlarla bölünüyor, parmağımızın ekranı kaydırma hızıyla görünüyor ve kayboluyor. Çarşıda dolaşırken vitrinlere bakıp geçmek ve geride kalanı unutmak, göz eğlemek gibi. Sayılar, görüntü parçaları, fotoğraflar. Bu nedenle çoğu yüzeysel tanıklıklar. Göz ucuyla görmeye alışmak kaçınılmaz. Bu hayat kesitleri ve hikayeler içinde özellikle felaket haberleri dikkatimizi çekse de bunların da hepsine yetişmek mümkün olmuyor. En kötü, gaddar, taş yürekli, en bencil, art niyetli, vurdumduymaz, kişisel dramları bırakın toplumsal olaylara karşı en umursamaz, korkak olanımızın dahi kendine dert ettiği, tanık olup etkilendiği bir hikaye vardır mutlaka. Hepimizin zorlukları, ufak ya da büyük felaketleri de vardır. Dünyanın tüm gamını, kederini çekecek değiliz diye düşünüyoruz. Kendi felaketlerimiz bize yetiyor, yüreğimiz kaldırmıyor, başkaları için elimizden gelen bir şey olmadığını düşünüyoruz, dünyanın kanunu böyledir diyoruz. Yetişebildiklerimize birkaç kelam edip geçiyoruz, geçmek zorunda kalıyoruz. Yani, doğrusu kaçıyoruz. Hayatta görüp üzülebileceğimizden kat be kat fazla felaket ve yaşam öyküsü var ve bunların hepsini takip etmek, hepsine karşı bir tepki geliştirmek mümkün olmuyor. Akıl ve ruh sağlığımızı başka türlü koruyamıyoruz. Zaten artık bir kesitine tanık olduğumuz şeyin doğruluğu yanlışlığı hakkında da kesin bir yargıya varmak mümkün olmuyor. Bu nedenle kaldırabileceğimiz kadar yükün altına giriyor ve kaderin karşımıza çıkardıklarından bazılarını seçiyor, diğerlerinden kaçınıyoruz. Haberlerin akış hızı da bizi buna zorluyor. Dün kederlendiğimiz şey bugün olmuyor hayatımızda, sanki hiç olmamış, yaşanmamış gibi. Yeni felaketler, kayıplar, acılarsa sırada.
Bir yandan kaçarken, öte yandan da sürekli bir tanıklık peşinde koşuyoruz. Tanımadığımız insanların felaketlerine tanıklık etmek kendi felaketlerimize dayanma gücü ve halimize şükretme fırsatı veriyor. Tanıklık ettiğimiz felaketin başımıza gelmemiş olmasından ötürü gizli bir memnuniyet duyuyoruz. Kendi durumumuzun farkına varmak, çevremizdekilerin, görüp duyduklarımızın durumunu anlamakla mümkün kılınıyor. Bir yandan sosyal medyada kendi isteğiyle hayatlarının bir kısmını anonimleştiren kişileri ya da ünlü simaları takip etmek ya da hiç tanımadığımız insanların yaşamlarını gözlemek kamçılanan merak duygusuyla çekici hale gelirken, reality şovlarda çoğu kez fazlasıyla sert aile dramlarını izleyerek hüküm verme, kınama, gerektiğinde üzülme, hayıflanma ve başkalarının hayatlarına üstten bir bakışla dahil olma keyfini yaşamaktan geri durmuyoruz. Tanıklıklarımızın bir kısmında ise kendimizle tanık olduğumuz özne, onun hikayesiyle kendi hikayemiz arasında bir empati kurmayı başarıyoruz. O tanıklık bize kendimiz hakkında bir şeyler söylüyor, anlatıyor. Kendimizle tanık olduğumuz olayın özneleri arasında bir özdeşlik, benzerlik ya da farklılıktan kaynaklı zıtlık kuruyoruz ve bu ilişki bize tek taraflı bir yarar ya da duygu sağlıyor. En azından yalnız olmadığımızı hatırlatıyor. Ausgang’da Hami Pazarlı, Onnik Efendi’nin günlüğünü okumanın, yabancı birinin hayatına tanıklık etmenin kendisine iyi gelebileceğini, kederin panzehrini bulabileceğini düşünüyor. Okudukça Onnik Efendi’nin yaşamındaki büyük trajediye tanık oluyor, onun yaşamındaki detayları öğrendikçe kendi geçmişindeki acıları, kayıpları da hatırlıyor, üzerine düşünüyor. Okudukça onun acılarını hissediyor. Bir noktada defteri okumaya devam etmekten korkuyor, daha fazla şey öğrenmek, kendi yalnızlığını, gelecekteki muhtemel yaşlılığını ona düşündürtmeye başlıyor. Ama yine de devam ediyor.
İşte Hami Pazarlı’nın Onnik Efendi’nin artık sonlanmış hayatına yaptığı tanıklığı ben “derin tanıklık” olarak tanımlıyorum. Hikayesini bilmek, hissetmek, hatta ona düşünsel ya da somut anlamda eklemlenmek, dahil olmak anlamını taşıyor derin tanıklıklar. Bunun sonucu bir yerden itibaren tanık olmaktan çıkmak ve hikâyenin öznelerinden biri haline gelip tanık olunan birine dönüşmek halini alıyor. Tanımadığı birini nasıl sevebildiğini sorguluyor ve bunu kimsesiz ve bir yere ait olmayışına bağlıyor Hami Pazarlı. Bir yerlerde kendisini de hayatına, hikayesine dönüştürecek birilerinin var olduğuna inanmak istiyor. Derin tanıklık, acıların benzeşmesiyle, kayıpların sahiplenilmesiyle, hikâyenin bir parçasına dönüşmeyle sonuçlanıyor. Derin tanıklık, günlük hayatta gördüğümüz, televizyon ve gazete haberlerinde, sosyal medya gönderilerinde deneyimlediğimiz yüzeysel tanıklıklardan farklı olarak geçip gitmiyor, aksine bizi daha çok içine çekiyor, kendinin kılıyor. Onnik Efendi’nin hayatına tanıklık edip bir süre sonra ondan kopamayan ve sonunda somut anlamda da hikayeye dahil olmak isteyen Hami Pazarlı’nın hikayesinin içine biz de derin tanıklığımızla giriyoruz roman sayesinde. Ausgang’ın anlatıcısı, Onnik Efendi’nin yaşam hikayesine ve felaketine tanık olurken, kendine de kendi hikayesini anlatıyor ve onu bizim tanıklığımıza açıyor.
Hami Pazarlı’nın arkeolog olduğunu öğreniyoruz bu arada. Romanda arkeolog oluşu üzerine birkaç satır olsa da ve bu konuda bir derinlik oluşturulmamışsa da mesleğinin pratikleri düşünüldüğünde, günlüğü okuması, böylece gitgide Onnik Efendi’nin hayatının detaylarına ulaşması, onu tanıması, yaşamı ile ilgili tahminlerde bulunması ve kendi hayatıyla özdeşlikler kurması ve sonunda aileden biri gibi hissetmesi süreci bir arkeolojik kazı çalışmasını hatırlatıyor. Bu nedenle roman kahramanının meslek seçiminin de tesadüf olmadığını düşünüyorum. Arkeolog, yaşanıp sonlanmış bir hayatın üzerindeki taşı, toprağı kaldırıyor, onun hayatına sondaj atıp derinliğini, katmanlarını ortaya çıkarıyor.
Kitaba adını veren Ausgang çıkış yolu demek. Bu felaketlerin neden olduğu çıkmazlardan çıkmak, ruhlarda açılan gedikleri onarmak, kısacası bir çıkış yolu bulmak mümkün müdür? Tüm bu tanıklığın gelip dayandığı soru bu olur. Bu çıkışı bulmayı bize bırakıyor Serkan Türk. Anlatıcı Hami Pazarlı ise Onnik Efendi’nin günlüklerinde bahsettiği Sıdıka’nın adresini bir arkeologdan bekleneceği üzere eliyle koymuş gibi buluyor. Fakat ona ne söyleyebileceğini düşünüyor. Onnik Efendi’nin bir fotoğrafını mı görmek isteyecektir. Yaşamına böylesine derinden tanıklık ettiği birinin fotoğrafını görmek ona bir şey katmaz kanımca. İnanacak bir şeyler aradığını söyleyebileceğini düşünür. Bunun yanında bana kalırsa Sıdıka’yı görmek istemesindeki sebep sadece onun hikayesine tanıklık eden birinin varlığından onu haberdar etmek istemesidir.
Yıllar evvel, küçük notlar aldığım, harcama hesaplamalarından, öykü parçacıklarına, izlenimlerime kadar pek çok şey karaladığım bir cep defterimi kaybetmiştim. Romanı okuyunca anlatıcı Hami Pazarlı’nın anlattıkları bana bu kaybı hatırlattı. Defteri bulmaktan umudumu kesince ben de o defteri eline geçiren bir yabancının, ilgi gösterirse şayet, bana derin tanıklık edeceğini düşünmüştüm -tabii o zaman bu şekilde ifade etmemiştim düşüncemi. O yabancıyı hayal etmeye, defterdeki notlarımı okurken benim hakkımda neler düşüneceğini, ne gibi doğru ya da yanlış tahminlerde bulunabileceğini, defterin sahibinin peşine düşüp düşmeyeceğini düşünmüş, kendimi onun yerinde hayal etmeye çalışmıştım. Hami Pazarlı’nın Onnik Efendi’nin hikayesine dahil olmak istemesinin tersi bir süreçle ben de benim defterimi bulan yabancının hikayesine kendimi eklemek istemiştim. Çünkü hikayelerin kesişmesi heyecan verir. Bu hikayelerde birbirini anlayan, kan bağı olan -sözgelimi coğrafyadan, öteki olma durumundan- duygular karşılaştığında birbirlerine karışırlar, dahil olurlar, daha büyük bir hikâyenin parçalarına dönüşürler. Serkan Türk Ausgang’da bu derin tanıklığa bizi de dahil ederek hikâyenin bir parçası kılıyor. Kitaptan bir alıntıyla bitirelim: “Biz artık uzak akraba sayılırız,” Onnik Efendi’yle, Hami Pazarlı’yla, Hacer’le ve diğerleriyle.
M. Özgür Mutlu