ADSIZ33

Bütün hayatınız boyunca bir yerin eviniz olduğu söylenir ama sonunda oraya vardığınızda aslında pek de bu yere ait olmadığınızı fark edersiniz. Ben bunu sekiz yaşına bastıktan sonraki yaz yaşadım. Annemle Kanada’dan İngiltere’ye giden bir uçağa bindik, Avrupa’ya ilk gidişimizdi. Londra’da Hyde Park yakınlarında bir otelde bir gece kaldık. Lobinin zemini cilalı parke kaplıydı, duvara dehşet verici bir doldurulmuş yaban kedisi kafası asılmıştı.

Daha önce hiç böyle bir otelde kalmamıştım. İdareli göçmenler olan annemle babam genellikle vızıldayan neon tabelalı ve doğrudan otoparka açılan ahşap panelli odaları olan otoyol kenarındaki işletmeleri tercih ederlerdi. Doldurulmuş kafalı otelin ne kadar farklı olduğunu, asansörlerin yanına canlı çiçekler koyulduğunu, akşam yemeği için annemle odaya sipariş verdiğimizi hatırlıyorum. Kendimizi şımartmıştık. Hamburgerim metal, ısıtmalı bir kubbenin altında gelmişti, şöyle düşündüğümü anımsıyorum: Bu hamburger Big Mac’ten beş kat daha pahalı, peki beş kat daha lezzetli mi?

***

James Baldwin, Avrupa’ya gitmek üzere evden ayrıldığında meteliksizdi. Cebinde 40 dolarla New York’tan Paris’e giden bir gemiye bindiğinde 1948 senesinin Ateşkes Günü’ydü. Sonradan Fransa’ya gitmek için değil, New York’tan uzaklaşmak için evden ayrıldığını söyleyecekti. Evden ayrılmıştı çünkü buna mecburdu.

“Beyaz olmanın ne anlama geldiğini ve zenci olmanın ne anlama geldiğini biliyordum” demişti “ve başıma ne geleceğini biliyordum. Şansım tükeniyordu. Hapse girecektim, birilerini öldürecektim veya öldürülecektim.”

Siyahi bir sosyalist olan yakın dostu Eugene Worth, yakın zamanda George Washington Köprüsü’nden atlayarak intihar etmiş, bu ölüm Baldwin’i mahvedip senelerce peşini bırakmamıştı. Baldwin hayatta kalmasının tek yolunun Amerika’yı geride bırakmak olduğunu düşündüğünü söylüyordu, böylece Fransa’ya ve 13 sene sonra da İstanbul’a gitti.

James-Baldwin-17

Baldwin o dönemde üçüncü romanı Bir Başka Ülke’yi yazmaya çalışıyor ama işler iyi gitmiyordu. Arkadaşlarına “yazar tıkanması” yaşadığını söylüyordu. Baldwin’in Amerika’da tanışıp arkadaş olduğu Türk aktör Engin Cezzar bir seferinde onu İstanbul’a davet etmiş, “İstanbul’a yolun düşerse…” demişti. Baldwin de 1961 Ekim’inde bir gece Cezzar’ın Taksim Meydanı’ndaki mütevazı dairesinin kapısında habersiz belirivermiş. Cezzar bir parti veriyormuş ve Baldwin’i girişteki paspasın önünde elinde yıpranmış bir bavul, gözleri yorgun, yüzü süzgün görünce şaşırmış. Cezzar, “Evine hoş geldin Jimmy” dediğini hatırlıyor. Misafirlerine Baldwin’in önemli bir Amerikalı romancı olduğunu söylemiş ve büyük heyecan yaşanmış. Baldwin içeri girmiş, banyo yapmış ve sonunda bir aktrisin kucağında uyuyakalmış.

Dv1LbUzWoAEaaT-
Engin Cezzar, Gülriz Sururi, James Baldwin

Cezzar’a göre Baldwin geldiğinde bir buhran halindeymiş: Hastaymış ve akıl sağlığını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyaymış. Bavulunda romanının sorunlu taslağı varmış. Baldwin, İstanbul’a geldiğinde yıllardır Bir Başka Ülke üzerinde çalışmaktaydı ve hikayenin başarısızlığı onu yıpratmış, bunalıma sokmuş ve intiharı düşünmeye itmişti.

Fakat Baldwin, İstanbul’da dengesini buldu. Cezzar’ın evine yerleşen, yiyecek yemeği ve giyecek kıyafeti olan, evin arka tarafındaki boş odada kalan Baldwin, tekrar yazmaya başladı. Aylar içerisinde kitabı baştan yazdı, bitirdi, üzerinden geçti ve ortaya iddialı, deneysel ve iyi eleştiriler alan bir roman çıktı. Çok satan bir hitti. İki sene sonra bir İngiliz yapım şirketi kitabın film haklarını satın aldı.

***

O yaz Londra’dan İstanbul’a doğru yola çıkmadan önce annemle Buckingham Sarayı’nı gezmeye gittik. Tesadüfen o gün Ana Kraliçe’nin doğum günüydü, o yüzden sarayın dışındaki kaldırımda dikilip kraliçenin balkona çıkmasını bekledik, sonunda başında şapkası el sallayarak çıktı da.

Kraliçe’ye doğru “İYİ Kİ DOĞDUN KRALİÇEM!” diye bağırdım, sonra yağmur başladı ve oradan ayrıldık. Havaalanında harçlığımın bir kısmıyla üzerinde kraliçenin yüzü olan bir buzdolabı magneti satın aldım.

Kıymetli magnetim o yaz Türk “kuzenlerimle”, akraba olduğum söylenen bir dizi gençle kaynaşmamıza yarayan bir araç oldu. Ben Kraliçe’yi kanlı canlı gördüm deyip buzdolabı magnetini gururla gösterirdim, ta ki bir gün benden çok daha büyük, düzen karşıtı kuzenim Selim, Kraliçe magnetimi alıp arabaların önüne atana kadar. Türk olmanın özü, demişti Selim, kolonyalist güçlere boyun eğmemek, emperyalist buzdolabı magnetleriyle coşmamaktır.

Paylanmış ve vakur halde Selim’in vaazını dinledim. Sokağın ortasındaki kıymetli magnetime baktım ve Seni kurtaramadığım için üzgünüm Kraliçem diye düşündüm. Magnetime biraz daha baktım, bir taksi fren yapıp Kraliçe’nin ufak, tatlı plastik yüzünü ezerken çok üzgün hissediyordum.

***

İstanbul’a neden geldiği sorulduğunda, Baldwin, şehrin kendisi için bir şifa yeri olduğunu sezdirir. İstanbul’u hem Asyalı hem Avrupalı arada bir yer; kendi ifadesiyle, en azından bir süreliğinde başkalarının kendisine tayin ettiği çeşitli kimliklerden sıyrılıp kendisinin de arada bir yerde var olmaya çalışabileceği, insan olmaya çalışabileceği bir şehir olarak tasvir ederdi. İstanbul’da sıfırdan başlanabileceğini söylerdi.

Baldwin’in Türkiye’de geçirdiği on yıl -kayda değer sanatsal gelişim ve keşifle sonuçlanan yıllar- yalnızca kronolojik olarak değil, tematik olarak da kariyerinin ortasına denk gelir. Baldwin, aralarında Bir Başka Ülke, Bundan Sonrası Ateş ve Sokağın Dili Olsa’nın da bulunduğu en Amerikan eserlerini İstanbul’da yazdı. Arkadaşlarına Türkiye’nin hayatını “kurtardığını” söylerdi. İstanbul’da bir ev alıp temelli yerleşmekten bahsederdi.

Baldwin sonunda Cezzar’ın dairesinden taşınıp kendi evini kiraladı: Bir zamanlar bir paşaya ait olan, Boğaz’a bakan kırmızı bir ev. Baldwin mahalleyle kaynaşıp Divan Otel’in barının müdavimi oldu, mahalledeki aktivist ve entelektüellerle dostluk kurup mahalle tiyatrosu için oyunlar sahneledi. Hapishanedeki gey erkeklerin cinsel hayatlarını ele alan “Fortune and Men’s Eyes” (Düşenin Dostu Olmaz) oyununu yönetmesi sayesinde, tipik olarak cinselliğin açıkça irdelenmesinin pek yaygın olmadığı Türk tiyatrosu yeni fırsatlarla tanıştı.

Baldwin, şehre gelen Afro-Amerikalı sanatçılar ve diğerleri için mecburi bir durak halini alan evinde sık sık eğlenceler düzenlerdi. Yaşar Kemal daimi bir konuktu; Marlon Brando 1966 yılının ortasında İstanbul’a geldiğinde yem işlevi görev bir limuzin sokaklarda toplanan Türk hayranları oyalarken Brando’nun Cezzar’ın küçük arabasıyla şehirde gezdirilmesini ayarlayan da Baldwin oldu. İkilinin, Baldwin’in en sevdiği mekanlardan olan ve bugün Beyoğlu’nda hâlâ faaliyet gösteren Urcan Restoran’da karşı karşıya otururken çekilmiş bir fotoğrafı var.

04e2b750eb61b1011e44bdb61ddb4e2c

Baldwin, Türkiye’de pozitif “enerji” hissettiğinden bahsederdi; bunun da ülkede kalmasında bir etken olduğu öne sürülür: Suzy Hansen, Public Books için kaleme aldığı yazısında “İstanbul’da gey olmak, Amerika’da gey olmaktan daha kolaydı; siyahi olmak daha kolaydı” diye yazar. Burada erkekler el ele tutuşabilir, toplum içinde öpüşebilirdi ve bu gey oldukları anlamına gelebilirdi de gelmeyebilirdi de. Burada insanlar fiziksel olarak beyaz kabul ediliyor olabilirdi ama Batı onları kültürel ve siyasi anlamda beyaz olarak görmüyordu. Bu anlamda İstanbul, Baldwin’e ırk ve cinsiyet hakkındaki düşüncelerini gözden geçirme fırsatı ve alanı temin etti, ona bu türden konulara ilişkin kolonyalist ve Amerikalı ikili anlayışı esnetecek bir bakış açısı sundu, farklı hakikatlerin gün yüzüne çıkmasını sağlayarak Baldwin’in kendisi ve başkaları için yeni, daha kapsamlı ve akışkan kimlikler tahayyül etmesine yardımcı oldu.

***

Selim’le yaşanan magnet olayından sonra Ana Kraliçe’den geriye kalanları kurtarmak için kendimi sokağa atmadım. Taksim’de kalabalık bir kaldırımda Selim ve diğerlerinin peşi sıra konuşmadan yürüdüm. Selim bana Sana gerçek bir Türk olmak nasıl olur göstereceğiz, demiş, ben de Hazırım, diye düşünmüştüm.

Kimliklerimiz bazen biz sokakta bir aradayken, kamusal alanlardayken, kamusal anları tecrübe ediyorken şekillenir. Bu kimlikler bazen anlam kazanır ve bizden taleplerde bulunan, dilimizin bu, Tanrımızın bu, öfkemizi ve inancımızı yükleyeceğimiz yerin bu olmasında ısrar eden bir ailenin arasında buharlaşır. Arzuyla yaptığımız budur.

O yaz kuzenlerimle birlikte ülkeye onların gözünden bakmayı öğrendim; öğrendiklerime ilgi duyuyor, dikkatimi veriyordum ama aynı zamanda kendimi uzaklaşmış, benim de kültürüm olması gereken şeyden, gerçek evim olduğunu söyledikleri şeyden bir şekilde kopuk hissediyordum.

Türkiye’ye tekrar ancak beş sene sonra, bir tür kültürel bilişsel uyumsuzluk deneyimleyen bir ergen olarak gittim. Herhangi bir güçlü çekim, Türkiye’ye herhangi bir kalıcı bağlılık hissetmiyordum ve Kanada da elden gitmişti; daha geniş bir bakış açısı için ödediğim bedel, hasar almış bir bağlılık hissi olmuştu. Calgary’de Kanada’nın Milletler Topluluğu’na bağlılığına selam gönderen “God Save the Queen”i öğrenirken sözleri rahatlıkla söyleyemezdim, ben de Selim’in öğretilerinin etkisindeki zihnim ve düzenbaz kalbimle kelimeleri yalnızca mırıldanırdım. Yaşadığım şeyde yalnız olduğumu hissederdim. Yalnız olmadığımı henüz anlamamıştım. Arada bir yerde büyümenin bu demek olduğunu henüz anlamamıştım.

***

Bir seferinde bir arkadaşı James Baldwin’i Amerika’ya dönmeye veya en azından temelli yerleşmek üzere bir yer seçmeye ikna etmeye çalıştığında Baldwin ona tek bir yere ait olmadığı için tek bir yere yerleşemeyeceğini söylemiş. “Benim ait olduğum yer, ben o yeri inşa etmeden var olmayacak” demiş; bu başkaları için de böyle mi, merak ediyorum. Milletler, evler arasında gelip gidenlerimiz için. Deri kuşanır gibi kimlik kuşanan, sonrasında onları değiştirip yenilerine yelken açanlarımız için. Kaplumbağa ve kabuk misali, aidiyet hissimizi bize ait eşyalar gibi taşıyanlarımız için. Elimizde yıpranmış bavulumuz, bir gece habersiz geliveririz. Eşyalarımızı Calgary banliyölerinde dört katlı bir eve taşır veya 1950’ler Harlem’inin mütevazı bir dairesinden çıkarırız ve bu yerlerin hepsi bize evimiz gibi gelebilir veya hiçbiri evimiz gibi gelmeyebilir. Bu bize bağlıdır: Bağlanmamıza, yerleşmemize, kalmamıza ne kadar müsaade ettiğimize; diğerlerinin bunları yapmamıza ne kadar müsaade ettiğine de.

327498c7856969327b2fe067b45ef858

Esasen ev, James Baldwin’in Giovanni’nin Odası’nda yazdığı gibi bir yer değil, geri döndürülemez bir durumdur. Baldwin, 1957 yılında lise arkadaşına yazdığı bir mektupta, kendisiyle “bir nebze gerçekten barıştığında” orada bir yerde ait olacağı bir yer olduğu fikrini “aşmanın” gerekliliğinde ısrar eder. Öyle bir yer yoktur. Belki de öyle bir huzur yoktur veya varsa da uçucu, kaygan ve sarsaktır.

Baldwin, kişinin iç ve dış çevresinin bir ve aynı olduğunu yazar; arada bir yerdeki bizler de bunun doğruluğunu iyi biliriz. Belirli bir coğrafyaya, bir toprak parçasına demir atmamış olanlarımız kaplumbağaları ve kabukları anlar. Evi içsel bir durum, yaratıp bıraktığımız değil, sürekli yaratmakta olduğumuz bir gerçeklik olarak görürüz. Evin tekrar, tekrar, tekrar inşa ettiğimiz ve bizi inşa eden bir yer olduğunun farkındayızdır.

Hilal İşler

Literary Hub, 29 Mart 2019

Çeviren: Çağla Taşkın