
Sanatın Günahlarına Veda, Stephane Mallarme’nin cüretkar manifestosunun başlığı. Yiğit Ergün’ün canını çok sıktılar ve o da bir manifesto yazmaya kalkıştı. Manifestosunun başlığı, ilk cümlesi ve son cümlesi ne olurdu?
başlık:
bellekte sıkıntı
ilk cümle:
hayat: planladıklarınla karşılaştıklarının, korkunç dansı.
son cümle:
ne kaldı adanmışlıklardan, yorgunluklardan ne kaldı;
bilmem, bir hayat daha olmaz mı?
“yalan. istemiyorum daha fazla entrika ve talan / olmuyorum biçtiğiniz kumaştan.” böyle bitiyor Makyaj şiiri. Ruhumuzun ağlamaktan rimeli akmış gözlerimize inanamadığımız yeni şiirlerinden Makyaj. Çiçek Abbas filminde İlyas Salman (Çiçek Abbas), Şener Şen’e (Şakir) “havan kime yabancı” diye sormuştu.
evet yabancıyız, hem de her kendiliğimizde. hâlâ bir yerlere aitim ve hepsine yabancı. davranışlarımız, kodladığımız ya da inandığımız telaşlardan oluşuyor. bende şiir belki bunların en hası, ya da enlerinden. şiirle kurduğum bağ, zaman zaman değişse de; nihayetinde kaçışların en tutkulusu ve acıların bir terbiye okulu oluyor. bütünlemeye bırakıyor bu okul bazen; bazı şiirleri fiyakalı bir mezuniyet gecesi bekliyor. e tabi bilinçaltı kuyularımız var bir de. hem kaçtığımız hem salınmaya can attığımız sonsuz karanlık…
tekdüze şiir yazdığımı düşünmüyorum. yeni akışlar denemeye ve yeni bağlamlar kovalamaya açık olmaya çalışıyorum her daim. fakat bence şiirde olmazsa olmaz denen şey, belki de çoğu şiirime nüfuz ediyor: ses. kendi dilini oluşturma gayretinde olan ve esas savaşı kendi şiiriyle olan belki her özgün şairin önemsediği duraklar, imge ve müzik. gece gelen’deki şiirlerimle son birkaç aydır yazdığım şiirler arasında epey farklılık görüyorum. aslında bunu yeni yeni algılıyorum. son zamanlarda yazdığım uzun şiirlerde aşk, sevgili gibi temalardan varlık sorunlarına, zaman zaman toplumsal meselelere daha yaklaştığımı hissediyorum. şiir uzun bir yol, acelesi yok. eceli belirsiz. seferimiz hayrola : )
şiiri salt bir yazma edimi ya da sadece edebiyat denen curcunanın içine bir türle dâhil olma hali veya piyasa dürtüleri ve kuru görünürlük kaygıları uğrunda yürünen bir yol olarak algılayanlar dışında bu bahsettiklerim. çünkü bence şiir, oturup salt disiplinli bir okur ve kelime cambazı olarak masa başı ifâ edilen bir meşgale değil. şiir hayattan ve hayalden kopup, damarları parçalayıp kana karışırsa şiir. salt gerçekliğin dökümü demek istemiyorum elbet, gerçeklikten kopuşun yarattığı anti-gerçeklikler de mühim.

Ben en çok anneme küserim, annem de teknolojik beceriksizlikleriyle ilgilenmediğimi düşünüp bana küser. Annem sanat biçimi haline getirir, küsmeyi… İstikrarlı bir küsme biçimi olduğuna inanırım sanatın. Hayata küsüştür o. Barışı hayaller denli olanaksız. kâh eksiklik, kâh fazlalık. Eksikliktir: Küsersin. Fazlalıktır: Fazlalık yapmaya çalışana küsersin. Kindar biri olmasan da istikrarlı olarak küstüğün bir şey (bu mum da olabilir.), biri (sevgilinden de bahsedebilirsin) ya da birileri oldu mu örneğin bir şair çetesi?
sadece ortaya koyduğumuz ürünle ve onu farklı yollardan pazarlamak, tanıtmak üstüne giriştiğimiz doğrudan ya da dolaylı hamlelerle tanımlayamayacağımızı düşünüyorum; bireylerin veya arkadaş gruplarının, yayınevlerinin, kolektiflerin davranış biçimlerini. edebiyatta on yıllardır çeteleşme var. mesela bazı ödüllerin jürisinde olmazsa olmaz, kanatları kuş tüyü ihtiyarlar var. onlar belki çeteleşmiştir, bilemem. ya da farklı prestij ve ekonomik çıkarlar uğruna birbirlerinin elitist ve bilirkişi imajlarını kollayan danışıklı şairlerimiz, akademik şairlerimiz, salon şairlerimiz, eşraf şairlerimiz var. isim ya da yapı belli etmek istemiyorum. zaten bazı konularda verdiğim kavgalar ortada. şiir ortamını yaklaşık 2 senedir tanımaktayım. öncesinde kendi inimde şiir yazan biriydim. zaten ilk kitabım çıkmadan önce de dergilere pek şiir göndermedim. sonrasında dergilerle ve piyasayla tanışıklık başladı. bu süreçte güzel dostlar, edindim, ediniyorum. kurduğumuz dostluklar elbet edebiyat ve şiir temelli; lakin bizler bir araya geldiğimizde ve zor günlerimizde birbirimizin yanında olan dostluklar da biriktiriyoruz. şiir ortamında yaşı geçkin veya çok ödüllü, piyasada bilinen bir şairin, bir derginin veya bir portalın aymazca, hadsizce ve tutarsız, mesnetsiz eylemlerine şahit oldukça haklı tepkilerin ve eleştirilerin olması da tabiidir diye düşünüyorum. bazı insanlar birbirinden habersiz ya da bazı arkadaşlar birbirleriyle hem fikir olarak; haklı ve doğru gördükleri edebi kavgaları, gerek yazınsal gerek politik göndermelerle kendi hesaplarından dışavurumları nedense bu tartışmaların merkezinde ya da ucunda, kıyısında, geçmişinde bulunan edebi muhteremleri bazı klişe ve tedirgin-savunmacı reflekslere itiyor. hemen bir; “bunlar çete, bunlar organize işler, bunlar politikacılık yapan soytarılar” gibi kendi bilirkişiliklerini ortaya koyanları seyreyliyoruz. bazen gündeme dahil olma; bazen “otursunlar önce şiirlerini yazsınlar, daha dünkü çocuklar, ciddiye almayın” gibi, edebiyatı bir usta-çırak, ahbap-çavuş düzleminde değerlendirircesine çıkışlar, genç şairleri sinirlendirebiliyor. abilerine, hocalarına ya da mazide tanış olduklarına; sosyal medyada liberal kolluk görevi görüp; mevzuyu bulanıklaştıran şairlerimiz de var. ayrıca çeteleşme muhabbetine gireceksek öncelikle edebiyatın ekonomik dolaşımına bakabiliriz. dağıtımcılar, kitapçılar, bazı yayınevleri yazar-şairleri ulu orta, çatır çutur sömürüyorlar… halbuki kreatif sürecin, yaratımın merkezi ve başlangıç noktası yazar, şair. kitapçının, dağıtımcının ve bazı yayınevlerinin eserden geliri ne kadar? şairin telifi ne? pardon, çeteleşme mi demiştiniz : )
soru yılan gibi kıvrılarak başlasa da; aslında bütün kıvraklığını son iki sözcüğüne saklamış. aman şair çeteleri görmesin; sonra hızlan-ırlar olur olmadık bir salon varyetesinde. kanepelerindeki sos papyonlarına damlar, şiire ayıp olur.
Makyaj yapan erkeklerin mutluluğu ve mutsuzluğu hakkında konuşur musun?
makyaj yapmayı nasıl yüzümüze oturttuğumuza bağlı olsa gerek. ya da makyajın yüzümüzde nasıl durduğuna. zaten bu çağın bu memleketinde otuzuna merdiven dayayan her veteran, makyaj ustası oluyor ekseriyetle. makyajları reddedip doğaya mı kaçalım, ya da küçük burjuva koşullara sahipsek falan isveç-norveç rüyası? ya da hayallerin kan revan doğrandığı iş dünyası, profesyonel hayat, para davası… hayat zaten doğduğumuzda makyajın allahını çekiyor sıretimize. sonrası biraz da gerçeklerin ve kayıpların akan boyasını temizleme telaşı. soruyu, duyarlı erkekler ve duyarsız erkekler diye sorsan; daha farklı ve doğrudan politik cevaplayabilirdim. maskesiz ve makyajsız toplumsal yaşamı imkansız görüyorum. böyle olması gerektiğinden değil ama, böyle sürüklene ve süregeldiğinden; kafamıza ve çıkarlarımıza böyle çivilendiğinden…
sahiciliğe ihtiyacımız var en çok, harbi olana. kişiden kişiye değişirlikler hep olmakla; içimizden geldiği gibi akıp gitsek şu hayatta, bu kadar çok mutsuzluk konuşmazdık belki ve böyle koleksiyon olmazdı umutsuzluklarımız.
işi şiir-şair düzleminde ele alırsam aklıma şu geliyor ilk başta. bir söyleşisinde ya da demecinde bahsetmiş olacak; şair arkadaşım bekir dadır, “şiirimizde mahremimizi, özel olanı ve en ağlak acılarımızı ortaya döküyoruz, okura açıyoruz. bu şairin kendiyle yüzleşmesinde, hesaplaşmasında ve kendini konumlandırmasında zor ve sancılı bir süreç” gibi bir şey demişti. kesinlikle katılmakla birlikte, şairlerin yazarken cesurlukları ölçüsünde paramparça olduklarını düşünüyorum. kendimize bile itiraf edemediğimiz huylarımız, bazı yanlışlık ve çarpıklıklardan alınan tuhaf zevkler, politik ama aşırı gözüken müthiş doğrular, ölüm, aşk ve cinsellik… bu sularda fazla dolaştığımdan olsa gerek; şiirin şairini tokatlayan ve bazen kurgulu, bazen istem dışı ona kendini hırpalatan bir gerçekliği, bir aurası var. şair de makyajın gerçek sahteliklerine en çok maruz kalanlardan.
Söyleşimizin başlığı Yiğit Ergün ile Golf. Bu başlığın bilinçli olarak seçildiğini düşünüyor musun?
tabii ki bilinçli olarak seçildiğini düşünüyorum. bilinçsiz işemeye bile gitmiyoruz, söyleşi başlığı mı bilinçsiz olacak. lakin seninle telefonda konuşmadan önce başlığın bazı durumları imleyeceğini düşünmüştüm. keza senin yapmaya çalıştığın da sanırım buydu. benim ilk gözlemimde çıkarırım; golf epey ‘entel’ oyunu, salon tandanslı; lakin topun girdiği delik hassas, incelikli… uzun mesafede deliği görmesi ve tutturması akış ister, manevra ister, biraz dans… şimdilik ölümüne kadar vesselam.