“İki nokta, her zaman anlamlı boşluklar veremez düşüncemize.

Öyleyse cümlelerimiz bütünlemeliyiz.”

Nezihe Meriç (“Sancılı Us Bizdedir” adlı öyküsünden)

Kendisiyle yapılan bir söyleşide, “1950’ler Türk öykücülüğünün altın yıllarıydı. Ben o yılların, canlı, heyecanlı, coşku günlerinde öykü dünyasına girdim,” der Nezihe Meriç. “Kadınların bildiği, duyduğu, sezdiği duyguları dile getirdiğim söylendi. Kadınların yaşama katılışlarının ayrı oluşundan çıkan ayrıntıları yakaladığım söylendi. Evet de, ben bunu, bir de, önümde bir örnek olmadan yaptım. Bir şey’i başlattım. Önemli olan da bu. Sonra o başlangıç noktasından itibaren, herkes kendi öyküsünü geliştirdi.”[1]

Nezihe Meriç, yayımlanan ilk öyküsüyle edebiyat çevrelerinin dikkatini çekmeyi başarmış bir yazar. Onun yazınsal yolculuğunu başlatan “Bir Şey” adlı bu öykü, 1950’de Seçilmiş Hikâyeler dergisinin 28-29. sayısında, Yeni İmzalar başlığı altında yayımlanmış. Salim Şengil’in sunuş yazısında, bu öykünün onu ne denli heyecanlandırdığı belli. Tabii, Şengil’in, “İşte ilerisi için büyük ümitler beslenecek bir imza daha” dedikten sonra, “bu, hakikatte bir kadın ismi midir? Yoksa müstear imza mıdır?” diye sorması da elbette düşündürücü. Zira bu soru, ülkenin o yıllardaki edebiyat camiasının kadın yazarlara bakışını, kadın yazarların yazdıklarının niteliğiyle ilgili önyargılı görüşü de açık etmekte.

Bir Şey öyküsüyle, Bir şey’i başlattığını söyleyen Nezihe Meriç, 1953’te yayımlanan ilk öykü kitabı Bozbulanık’tan itibaren, öykünün anlatılan değil, kurulan bir tür olduğunu göstermiştir. “Yazmak benim yaşamımdır,”[2] diyen bir yazardır o. Ona göre yazarlık, sanatıyla yaşamı ifade edebilmektir.

“Benim yaşamam, hep bir metnin malzeme toplayıcısı olarak yaşamaktır. Hep yazacağı metne hazırlık olarak yaşanan bir yaşamdır bu. O gözle bakar, öyle dinler, değerlendiririm çevremdeki yaşamı. İşte ben bu dönemi de yazma olarak tanımlıyorum.

Yaşayıp durduğum bu yaşama serüvenini bilincin süzgecinden geçirir, sözcüklerle kuracağım, yeniden yaratacağım dünyanın gereci olarak hazırlarım. Yazma eylemi başlamıştır. İlle sözcüklerle ortaya çıkaracağım metin için, o metinde kuracağım yaşam için, öğrendiğim, bildiğim, sezdiğim, sınayıp düşündüğüm her ölçüyü, her kuralı, işimle ilgili her beceriyi kullanarak, yapıtımdan istediğim, aradığım tınlamayı edininceye dek uğraşırım.”[3]

Nezihe Meriç’in öykülerini okumaya başladığımda, tüm dikkatimi sözcüklere vererek, kendimi metnin bir parçası yaparak, cümle cümle okumanın gerekliliğini hissetmiştim. Öykülerin hakkını verebilmek için, yazarın üslubunu, gözlem gücünü, titizlikle seçip yerleştirdiği ayrıntıları yakalayabilmek, yaşamla, insanla ve dille kurduğu bağı kavrayabilmek için şarttı bu. Sözcük tekrarlarının, sürekli açılıp kapanan parantezlerin, iç içe geçmiş diyalogların, birbirine dolanmış zamanların, menekşeli bilinçlerin, suskun, sıkıntılı ve susuzluk çeken kahramanların bozbulanık dünyasına girebilmek, yazıdaki sesleri duymak, ancak bu sayede mümkün oluyordu. Ancak o zaman, yoğunlaşmış karanlığa açılan pencerelerde, kuvvetle çizilmiş boz bir çizgi olarak tasvir edilen, babasından yakınlığını çekip almış Bülent’i görebiliyor, düzene konmamış, çevresi belirmemiş isteklerine karşı, çaresizliğin acısı ve hırsıyla elindeki votka şişesini duvara fırlatan Ahmet’e yakınlaşıyor, “yine bozgundayım, anlayamıyorum, kuşku içindeyim, niye tutunacağımı bilmiyorum,” diyen Meli’ye kulak kesilip tarifi güç, doyurucu bir okuma deneyiminin içinde buluyordum kendimi.

raw_nezihe-meric-icin-ne-dediler_098839064
Nezihe Meriç, Salim Şengil

Nezihe Meriç’in öykülerinde bir okur olarak beni etkileyen bir başka özellik, öykülere seçtiği adlar ve giriş paragrafları. Sadece birkaç cümleyle, kurduğu o renkli dünyanın içine çekiverir sizi. Lakin bir çırpıda okuyup çıkamazsınız metnin içinden. Zaman da, mekânlar da, insanlar da, bir cümleden ötekine, bir paragraftan diğerine değişiverir çünkü. Bir anlık bir dalgınlık, kendinden geçiş, öykünün ucunu kaçırmanız demektir. İspiro’nun meyhanesinde otururken burunlarının dibinde işlenen cinayetin farkında olmayan, tanıklık etmeleri için karakola çağrılan iki arkadaştan farkınız kalmaz bu durumda. Sadece solucan pembesi bir adam kalabilir aklınızda, yahut bağlama çalan adamın dişindeki maydanoz. İçine altın tozu serpiştirilmiş kahverengi bir adamın karşısına oturmak, meyhaneden karakola, oradan ayazlanmış Nisan gecesine çıkmak, iki arkadaşın yanı başında sokaklarda dolaşmak, yaz sonu, güz başı bir mevsimde tenha bir iskeledeyken, yıllar önceye, güneyde bir ağustos gecesi sıcağına varmak istiyorsanız, yazarın adımlarına pür dikkat ayak uydurmanız, öyküyü kurarken izlediği çizgiyi takip etmeniz gerekir. Katılımcı bir okur ister o, açıklamaz, anlatılanı yakalamanızı bekler. O güzel tasvirleriyle aklınız çelinse de (burada bir örnek vermeliyim hemen: yeşilden dönme boz bir renk, dumanlı, serin içine kapalı bir boz renk sarmıştır tenha iskeleyi) zamanla onun okuru olmayı öğrenir, ne anlattığını, nasıl anlattığını ıskalamazsınız böylece.

Birbirinden farklı, birçok öyküde tekrar tekrar karşımıza çıkan öykü kişileri vardır Nezihe Meriç’in. Onun derdi, insanla, insan olmakla, insanca yaşamakladır. “Sorun tutunacak bir şey bulmakta,” diyen, “yaşamak değil bizimki, sürünmek,” diyen, “insanca yaşamalı, köpek gibi yaşıyoruz,” diye kahırlanan, “başlamak için başlangıç noktası gerektiğini,” düşünen karakterleri vardır. Öykülerinde öyle cümleler okuruz ki, onu masa başına götüren, yazmaya iten ‘şey’leri, yaşamı, yaşamı anlamlı kılma çabasını, kendini var etmek isteyen insanın engellerini, korsan çıkmazlarını ta yüreğimizde duyarız.

(“Çok çabaladım. Çok çabaladım da, sonra alıp uğraşlarımı yanı başıma, balkon güneşlerine oturup bir baktım. Bir baktım ki kimseler halin nedir dememiş. Adam olmuşum bir kendi çabamla. Onlar kocalarının, karılarının sıcak koyunlarında yatıp çocuk yaparken yün örmüşüm ben. Borç yüzünden çıbanlar dökmüşüm. Gece çalışmışım, gündüz çalışmışım. Hoşuma giden bir adamla yatmak hakkımdır. Bunu anlamayacaklarını, o çarpık erdem anlayışlarıyla bağdaştırmayacaklarını bilmez miyim. Boş vermişim ben onları.”)

Nezihe Meriç, çevresiyle kendisi arasındaki denge bozulmuş, kendi uyumu çevresinin uyumuna uymayan insanlara götürmüştür bizi. Yaşadığı toplumda yabancılık çeken, kendini yalnız hisseden, iki çağ arasında bocalayan, duygularıyla düşünceleri bağdaşamamış, yirminci yüzyılın bozgun havasında can sıkıntısıyla yaşayan kadınlar ve erkeklerle tanıştırmıştır. “Bir biçime göre düzenli enine çizgilerin içinde, altın kesimini bulamamış, başka biçimde Karadik’ler. Güdük. Bütünün rahatına, dikine dikine batan, güdük kara-dik’ler.” “Kimsenin kimseyi anlamadığı, sevgisiz bir dünyada, ne olursa olsun anlatmalıdır insan,” diye yazmıştır o, “anlayan biri olmalıdır, anlatmalıdır, ne olursa olsun anlatmalıdır.”

Onun yazdıklarının gücü, yazıldığı dönemden bugüne dek etkisini yitirmemesi, eskimemesi, anlatımındaki yenilikçi, özgün tutumdan, dili kullanma biçiminden, canlılığından gelmektedir. Renkli, hareketli, imgelerle yüklü, yoğun, çağrışımlı bir anlatımı vardır Nezihe Meriç’in. Kafanızı karıştırır, çenenizden hafifçe tutup yüzünüzü bakmanızı istediği noktaya doğru çevirir, algılarınızı, duyularınızı alabildiğine açmanızı ister. Dar bir sokaktan, vişne çürüğü ile boğuntu veren ayva pişmişi içinde karanlık diye bahsettiğinde, hemen sonraki cümleye geçmek istemezsiniz. Kadının birinin eşarbında, kendi başına yaşayan, kadınla hiçbir ilgisi olmayan bir mavi görünüyor, dediğinde durup iç geçirirsiniz. Ak kuşun kanat ucunda baş döndüren gökyüzüne bakılamaz, ama kırpışan kirpiklerin arasında, gökyüzünü duyar insan, cümlesini okuduğunuzda soluklanır, sözcüklerin içinizde uyandırdığı duyguları tartarsınız. Ömrümün sonuna değin, menekşeleri sineklendirenleri bağışlamayacağım, başkaldırmazsam ölürüm, sözünden sonra dönüp dönüp yeniden okumak istersiniz Menekşeli Bilinç öyküsünü. Ilgıncar, “Ham duygularımı, yaşamamın zorlukları içinde, nasıl da usumdan yarattığım güneşlerde olgunlaştırdım ben. Bu güneşlerimi ortalara çıkarmalıyım demiştim işin başında. İyi demiştim. Hep kullanılmış duyguların, hep kullanmışlıkların içinde çevremdekiler. Beni tüketen bu oluyor. Bir gülün açılmasını öğreteceğim onlara,” diye konuştuğunda, içinden geçtiğiniz zamanı ve tanık olduğunuz olayları düşünür, bundan yıllar önce yazılmış öykülerdeki temel meselelerin hâlâ değişmemesine hayıflanır, kadınların maruz kaldığı toplum baskısına isyan edersiniz için için. Bozbulanık kitabındaki öğretmen gibi sorarsınız kendinize, “Yoksa hiçbir şey değişmiyor mu?” diye.

Nezihe Meriç, öykülerinde sadece kadınları anlatmamıştır elbette. Ama Ilgıncar gibi aklımızdan çıkmayan, belleğimizde özel yer edinen pek çok kadın karakter yaratmıştır o. Bilge, Nermin, Özün, Sofiya, Hayriye, Oya, Remziye, Meli… Bunlardan sadece birkaçı. “Hem kendini, hem olan biteni anlamak, bilinçlenmek, bunu çoğunluğa geçirmek, aydınlanmak, bunu çoğunluğa anlatabilmek, gerçekleri yakalamak”[4] için yazdığını söyleyen yazar, erkek egemen bir toplumda, ezilmiş, gelenek görenek baskısı altında kuşatılmış kadınların dünyalarını anlatmış, sorunlarının izini sürmüş, öykülerinde kendini yalnız ve dışlanmış hisseden, anlayışsızlıktan bunalan, arayan, karşı çıkan, kabul etmeyen, kendi ‘ben’i için mücadele eden kadınları anlatmıştır. Onu kendinden önceki kadın yazarlardan ayıran, yazdığı öykülerde kadın kimliğini farklı yönlerden ele alması olmuştur.

Nezihe Meriç’in öyküleri için yazılanlardan da kısaca bahsetmek istiyorum. Bazıları gerçekten ağır, insanı hayrete düşüren değerlendirmeler. Tevfik Çavdar Seçilmiş Hikâyeler’in 64. sayısında çıkan Nezihe Meriç’in Evreni başlıklı yazısında, “Nezihe Meriç’te bir dünya görüşü yoktur” der. İlhan Tarus, “Onun öykülerinde hemen hemen aynı evin, aynı genç kızın, aynı pencere önü ile aynı soba tablasının derin izlerini bulduğunu” söyler. Fethi Naci, Adam Sanat dergisinde yayımlanan bir yazısında, “Ey, Nezihe Meriç gel kurtul o dar mutfağın hendesesinden” diye seslenir ona. Tahir Alangu, Menekşeli Bilinç’te yer alan öykülerin, “insandan yoksun olduğunu” iddia eder. Ömer Lekesiz, Öykü İzleri adlı kitabında “Nezihe Meriç öyküye ne verdi ki? Nahif duyarlılıklar, ucuz merhametler, mutfaktan çevreye ideolojik bakışlar. Öyküleriyle Türk öykücülüğüne ne kazandırmıştır ki? Hep sorar dururum, bir öykü dergisi sahibiyle evlenmeseydi, bunca ünlenebilir miydi?” diye yazar.

Burada benim asıl dile getirmek istediğimse, Nezihe Meriç’in bu eleştirilere karşı söyledikleri, sivri dilli, meydan okuyan, alaycı, zekâ dolu cevapları. İlk öykülerinin ve yazılarının yer aldığı Püf Noktası adlı kitapta, Seçilmiş Hikâyeler dergisinin 12. sayısında, Ocak 1953’de onunla yapılmış, “Hikâye Üzerine Nezihe Meriç’le Bir Konuşma” başlıklı bir söyleşi yer alır. Burada, “Sizin için çevresi dar, kendini tekrar edecek diyorlar, ne dersiniz?” sorusuna verdiği karşılık müthiştir mesela. Bir yazar tavrı, kendinden emin bir duruş ortaya koyar Nezihe Meriç:

“Aman da ne laf derim. Keramet sahibi mi bunlar? Daha dün bir, bugün iki. Ne acele bu? Hem bu kendini tekrar değil, kendinden başlamak ve hız alıncaya kadar başlangıçta dönenmektir.”

Yine aynı söyleşide, “Hikâyeciliğimizi, dünya hikâyeciliğiyle boy ölçüşür halde görenler için” ne düşündüğü sorulduğunda verdiği cevap da hiç çıkmaz aklımdan:

“Âmin kardeşim âmin. Üç çiçekle yaz olursa âmin. Hikâyecilik seviliyor ve çalışılıyor. Mesele başlamış olmakta. Mühim olan bu bence.”

Öyküleriyle ilgili yapılan eleştirileri nasıl karşıladığını ise yine lafını esirgemeden yanıtlar:

“Hiç eleştirme yazan olmadı ki, yazılanlar, ‘Aferin kızımıza maşallah’ kabilinden övgülerdi.”

Yazmak, (özellikle de kadınlar için) bir açıdan “ben varım” demektir. Mücadeleyi, göze almayı, meydan okumayı gerektirir. Nezihe Meriç, yazdıklarıyla ve yazarlık tavrıyla öyle sağlam bir duruş sergilemiştir ki, böylece kendinden sonra gelen pek çok kadın yazarı da cesaretlendirmiştir. Tomris Uyar’ın deyişiyle, gözümüzü açan yazarlardandır o.

Nezihe Meriç, Çavlanın İçinde Sessizce kitabında, “Anılarımı yazmalıyım ki, öykülerimi de sırası geldikçe, gönlüme göre açıklayayım. Benim kuşağımdan olanlar bile böyle okursa, yeni gelenler ne yapacak bilmem ki. Ben ne düşündüm, nasıl uğraştım, ne çileler çektim bu öyküleri kurgularken, onlarla yaşarken, anlatayım da, isteyen istediği gibi anlasın. Öykülerim benim için çok değerli.”[5] diye yazdığı için sözü, öykülerin bizim için de çok değerli, diyerek bitirmek istiyorum.

İyi ki yazmış Nezihe Meriç, birbirinden kıymetli öyküleriyle hayatlarımıza dokunup bizlere el uzatmış.

Ayşen Işık

[1] Alev Önder, Nezihe Meriç Öykücülüğü, Yüksek Lisans Tezi

[2] Cumhuriyet, 19 Haziran 1980, s. 7

[3] Asım Bezirci, Nezihe Meriç, Evrensel Basım Yayın, 1999 s. 80

[4] Üçüncü Öyküler, Nezihe Meriç’le Söyleşi, Güz 2000, Sayı 10, s. 6-7

[5] Çavlanın İçinde Sessizce, YKY, 2004, s. 12

Bu yazı, Nilüfer Belediyesi Kütüphane Müdürlüğü tarafından 2019 Yılın Yazarı Nezihe Meriç etkinlikleri kapsamında 6-7 Aralık 2019 tarihlerinde gerçekleştirilen Bir Umutlu Yürüyüş Nezihe Meriç Sempozyumu’nun kitabında yayımlanmıştır.