
I.
Koridordaki üç floresan lambasından biri pır pır edip duruyor, metalik bir cızırtı çıkarıyordu. Oturup beklemekten yorulmuştu, ayakları da klimadan buz tutmuştu. Sonuna kadar yakmışlar diye düşündü, Abdullah her seferinde kızardı öyle demesine, soba mı yahu bu, klima klima! Koridorda, ara sıra geçen hemşirelerin ayak sesleri ve çalan telefonlardan başka ses yoktu, ileride ameliyathanenin kapısına yakın yerdeki oval masada, sürekli önündeki bilgisayar ekranına bakan bir sekreter vardı. Ara sıra yanına bir hemşire geliyor, biraz konuşuyorlar, hatta gülüşüyorlar sonra hemşire ayağındaki üstü minik minik delikli beyaz hastane terlikleriyle uzaklaşıyor, sekreter yine ekrana bakmaya devam ediyordu.
Nedret hanım, gidip gelip karşısındaki duvarda, kapının yanındaki isimlikte yazan adı okuyordu Op. Dr. Neptün Erdener. Onun yanında bir uyarı yazısı: Lütfen koridorda yüksek sesle konuşmayınız. Yabancıydı herhalde, Neptün diye bir isim duymamıştı hiç. Her gördüğü yazıyı okuma hastalığı vardı, eskiden Almanya’da ampul fabrikasında çalışırken de Almanca uyarı yazılarını okurdu durma. Tuvaletteki uyarı yazısını bile her gittiğinde mutlaka okurdu: Bitte hinterlassen sie die Toilette sauber!
Neptün diye bir yıldız yok muydu, gezegen miydi yoksa? Gülsüm geldi, “Dışarısı fena sıcak abla” dedi, açlıkla birleşen acı bir sigara kokusu çarptı yüzüne. Yaklaşık dört saattir sigara içmemişti ve artık dayanacak gücünün kalmadığını hissediyor ama sigara içmek için ta öbür tarafa yürümeyi de, hastanenin kapısında durup sigara içmeyi de göze alamıyordu. “Hademeler gibi” demişti bir keresinde Abdullah, mide ameliyatı olan alt kattaki Muazzez hanımı ziyarete gelmişlerdi de kadının kızkardeşiyle karşılaşmışlardı kapıda, içeri hızlı adımlarla yürürken öyle demişti Abdullah ayıplayarak.
İki kadın sessizce oturmayı sürdürdüler. “Ayaklarım buz tuttu”, dedi sonra birden, Gülsüm başını kaldırıp yukarı baktı, “Bir çay alıp geleyim abla istersen” dedi. Bir an alıver diyecek oldu ama kocası içeride can çekişiyor, bu burada çay derdinde demesinden çekinerek başını, yok istemem manasında yavaşça yukarı kaldırdı. O an hemşirelerin avcuna koyduğu alyansı hâlâ elinde tuttuğunun ayrımına vardı, evden çıkarken alelacele koluna taktığı kısa kulplu, eski moda çantasını açtı; bordo, derisi yer yer dökülmüş cüzdanının fermuarlı para gözüne usulca bıraktı yüzüğü. Çantayı yine yanına koyarken derin bir nefes aldı, yüzünü ovuşturdu, çenesindeki o inatçı kıllara takıldı eli. Beyaz, sert, uzun üç beş kıl. Eskiden aynayı koyar önüne kendi alırdı, şimdi her defasında kuafördeki kızı çağırmak zul geliyordu. Beş lirayı az buluyordu herhalde, suratı bir karış geliyordu. Giderken de yarım ağız bir iyi günler deyişi vardı ki Nedret hanım sırf bu cümleyi duymamak için çenesindeki kıllara dayanabildiği kadar dayanmak istiyordu ama şimdi canı sıkıldı. Tarabya otelindeki o olay geldi birden aklına. Tanju Okan’ı dinlemeye gitmişlerdi, o zaman da saçları kısacıktı, ama tabii böyle bembeyaz değildi. Abdullah o zaman Fenerbahçe kulübündeydi, Tanju Okan masalarına gelmiş, bir kadeh rakı içmiş, Nedret hanımın rakıyı susuz içtiğini görünce de “Oooo şerefine amcateyze” deyivermişti, orada gülmüştü buna ama eve geldikten ve hele ayıldıktan sonra her düşündüğünde canı sıkılmıştı bu “amcateyza” lafına. Evdeki Tanju Okan plağını en diplere saklamıştı, Abdullah bey ne zaman dinlemek istese bir türlü bulamıyorlardı. Oturmaktan yorulmuştu, başını önüne eğdi.
İlerdeki ameliyathanenin kapıları açılıp doktor ve hemşireler dışarı çıktığında hafiften dalar gibi olmuştu, Gülsüm omuzuna dokununca birden uyandı ve önce sersemlemiş halde etrafına bakındı, sonra kendini toparlayarak ayağa kalktı. “Bu gece yoğun bakımda kalacak annecim” dedi, genç, yakışıklı doktor; elini Nedret hanımın omzuna koydu. Nedret hanımın gözyaşları yanaklarından süzülmeye başladı. “Hadi siz de eve gidip dinlenin, burada kalmanızı gerektirecek bir şey yok. Biz elimizden geleni yapıyoruz merak etmeyin” dedi. Sonra da başındaki mavi bez şapkayı eliyle bir hamlede çekip çıkararak, hızlı adımlarla koridorun sonundaki merdivene doğru yürüdü.
II.
Nihayet evdeydi. Gülsüm bu gece yanında kalacaktı. Kızını arayıp mutfakta konuşmuş, “Nedret teyzeni yalnız bırakamam,” demişti fısıltıyla, “dolaptaki dolmayı ısıtıp yiyin, dipteki mavi kapaklı tencerede yoğurt var, babana ondan da koy.” Sen de perişan oldun benim yüzümden dedi Nedret hanım. “O nasıl söz abla, ne perişanlığı aşk olsun, komşuluk, böyle günde olmayacak da ne zaman olacak?!” dedi. Sesi samimiyet doluydu.
Eve gelir gelmez sigara yakmıştı Nedret hanım, büyük cam küllüğü getirmişti külünü silksin diye Gülsüm. Bu koca küllüğü de ne diye koydu önüme diye geçirdi içinden ama ses etmedi. Bu gece yalnız kalıp iki kadeh rakı içse daha iyi olurdu, bir uyku çeker yorgunluğunu atardı ama Gülsüm’ün yanında… Kalkıp pencereyi kapattı, kumrular sabahtan camın önüne koyduğu yemleri bitirmişlerdi.
Gece bir türlü uyku tutmadı, Gülsüm’ün salondan horlaması geliyor, sarkaçlı saatin tıkırtıları horultulara karışıyordu. Herkes vazgeçse de o Hamit asla vazgeçmezdi, evi bırak dükkandan bile abisinin payını isterdi. Ben o dükkanı şehit babamdan kalan arsanın parasıyla aldım, ne payı derdi o zaman karşılarına dikilip. Ne payı ha? derdi, tabii derdi. Enayi değildi ya, emeğini o domuzlara yedirsin! Aslında evde bile bir payınız yok, Almanyalarda çalışarak ben biriktirdim, ben yalvarıp yakardım da bu evi aldık, abine kalsa ne evimiz olurdu ne bankada üç kuruşumuz. Anca gezsin, tozsun, yesin içsin.
Ne zaman uyuduğunu anlamadı, sabah mutfaktan gelen tıkırtılara uyandı. Gülsüm kahvaltı hazırlıyordu belli ki. Yanındaki yastığa baktı, kırk iki yıllık evlilikleri boyunca kaç gün ayrı uyuduklarını düşündü, bundan önceki iki kalp krizini düşündü, hastanede kaldığı günleri de hesap etti ve bir aydan fazla ayrı kalmadıklarına hükmetti. “Ah Abdullah!” dedi içinden, “Demek bırakıp gideceksin beni…” Buna kendini hazırlamış olduğunu, tam da içinden bu cümleyi kurarken fark etti. Kalktı yatağın içinde oturdu, kocasının yastığını alıp kokladı, bir damla gözyaşı beyaz geceliğine damladı. Yavaşça kalktı sonra, geceliğinin yakasındaki açık mavi, içinde yonca şekli olan saydam düğme açarken kopup yere düştü, eğilip düğmeyi aradı ama bulamadı. Oda çok aydınlık değildi ve artık gözleri kataraktan iyice görmez olmuştu.
Açlıktan ölüyordu, dün gece sadece yoğurt yemişti. Kâseyi, yanında bir dilim ekmekle önüne koyarken, “Acıyan yer başka, acıkan yer başka abla” demişti Gülsüm. Sehpaya Nedret hanımın yalnızca misafir geldiğinde kullandığı, kırmızı pötikareli peçetelerden de bir tane koymuştu. Nedret hanım peçeteye göz ucuyla bakmış, yoğurdu yedikten sonra kullanacakmış gibi eline almış, çöpe atılmasın diye tuvalete gittiğinde pamuğun, Abdullah beyin traş makinasının, cımbızın ve eski bir rujun durduğu çekmeceye atmıştı.
Telefondaki ses Abdullah beyin ölüm haberini verdiğinde Nedret hanım soğukkanlıydı, telefonu kapattı, danteli özenle yerleştirdi ahizenin üstüne ve merakla kendisine bakan Gülsüm’e “Ölmüş” dedi. Gülsüm kalkıp Nedret hanıma sarıldı, ama o, kendini ne kadar zorlasa da bir damla gözyaşı dökemedi, ta ki mezarlıkta beyaz kefen çukura indirilinceye kadar. O zaman başı dönmüş, bayılacak gibi olmuş, yanındaki yeğeninin koluna girerek ayakta durabilmişti. “Hangimiz geride kalırsak kalalım, avunacak anılarımız var Nedret ve geride hangimiz kalırsak kalalım uzun süre avunmak zorunda kalmayacağız, korkma” demişti bir sabah Abdullah bey, o büyük uçak kazası hakkında konuşurlarken. “Korkmuyorum” demişti Nedret hanım, “Sadece bu konuda konuşmaktan hoşlanmıyorum, biliyorsun.”
III.
Kapıyı açtı, misafirini içeri buyur etti. “Sana da zahmet veriyorum ama ne yapacaksın gözüm görmüyor çocuğum, sakın yaşlanma, yaşlılık çok kötü” dedi. Salona geçip oturdular, içeride ağır bir sigara kokusu mayalanıp kalmıştı. Gülsüm hanım kalkıp pencereyi açmak istedi ama sonra vazgeçti. Orta sehpada iki Samsun paketi duruyordu, bir de ufak mum. “Yeni yeni aklım başıma geliyor, bir ay olmuş Abdullah gideli, bugün takvim yapraklarını koparırken fark ettim. Rahmetlinin, sabah kalkar kalkmaz ilk işi takvim yaprağını koparmak olurdu. Sağolsun Yusuf geldiğinde para pul, alacak verecek işlerini halletti de telefonuna bakmak aklıma gelmediydi. Şarjı bitmiş, unutmuşum bir köşede kalmış. Sabah şarja koydum, açıldığından beridir de dıt dıt mesajlar gelip duruyor. Bir bakıver sana zahmet, bankadan gelen bir mesaj filan olmasın.”
Gülsüm hanım kırmızı ufak cep telefonunu eline aldı, mesajları incelemeye koyuldu. Açık camdan simitçinin sesi geliyordu, camın önündeki kumruların gagaları, yemleri yerken tıkır tıkır vuruyordu mermere. Buzdolabı homurtuyla çalışıyordu. “Bunlar hep reklam mesajları abla” dedi ve geriye doğru okumayı sürdürdü, okudukça yüzü donuklaştı, kaşları çatıldı.
Nedret hanım Gülsüm’ün sarı çiçekli elbisesine bakarak genç kızlığında annesinin diktiği bir elbiseyi hatırladı, sonra da o mendebur üvey babasını. Okuldan almıştı, bırakmamıştı okumaya, o pis hırıltılı sesiyle “Okuyup da sevgilisine mektup mu yazacak?” demişti. İç çekti, bir sigara yaktı. “Bankadan bir şey yok abla” dedi Gülsüm ve elindeki telefonu sehpaya bırakıp kalktı. O kalkınca Nedret hanım da ayaklandı. “Gidiyor musun?” dedi. Evet diyecekken fikir değiştirdi, “Yok” dedi, ikircikli. “Dur sana bir kahve yapayım da öyle gideyim abla” deyiverdi sonra da.
Ufak eski moda fincanları sehpaya koydu, sol elini sağ elinin içine aldı, sıktı. “Abla” dedi. “Kusura bakma, önce söylemeyeyim dedim ama içim elvermedi, bilmek hakkın.” Hakkı olanları anlattı Gülsüm. Nedret hanım sigarasıyla başka bir sigara daha yaktı, kaşlarını düğümledi, yutkundu. Uzunca sustuktan sonra “Yalnız aramızda kalsın bu” dedi.
IV.
Mine hanım taziyeye geldiğinde Abdullah beyin ölümünün üzerinden iki ay geçmişti. Annesinin rahatsızlığından fırsat bulup gelemediğinden, Abdullah beyin ne kadar iyi bir insan olduğundan, zamanenin ne kadar kötüleştiğinden dem vurduktan sonra annesini daha fazla yalnız bırakmama bahanesiyle gitmeye davrandı. Nedret hanım ısrarla yemeğe alıkoymak isteyince, çaresiz kabul etmek zorunda kaldı.
Yakındaki bakkala telefonla siparişleri verdi Nedret hanım, “Sizin o Rus salatasından, ama tazeyse ver ha, yarım beyaz peynir, yalnız geçen seferki gibi mıncımış olmasın, o arnavut ciğerinden kaldı mı, iyi, ondan da koy biraz, bir de yetmişlik rakı” diye bağladı listeyi. Mine hanım şaşırdı ama belli etmemeye çalıştı. Nedret hanım bir telefon numarası daha çevirdi, Gülsüm’ü yemeğe çağırdı, “O Çubuk turşundan kaldıysa bir tabak getiriver” dedi. Masadaki üçlü şamdanın mumlarını yaktı, sonra da kalkıp mutfağa gitti, huzursuzlukla oturmakta olan Mine hanımı loş salonda epeyce yalnız bıraktı, “Gelip ben de yardım edeyim” teklifini, mutfaktan yüksek sesle bağırarak geri çevirdi: “Bir şey yok canım hallederim ben, sen misafirsin”. Hava kararmıştı, güzel nemli bir akşam çökmüştü, yaz sonu serinliği pencereden içeri doluyordu. Mine hanım kalkıp camdan baktı, Galata kulesinin ışıkları yanmıştı.
Abdullah çok düşkündü plaklara dedi, üçüncü kadehlerini içerlerken. Hafif sendeleyerek kalktı, vitrinin alt tarafındaki dolaplardan birini açtı, bir iki plak çekti, sonunda “Hah işte bu!” dedi. “Kamuran Akkor!” Kabahat Seni Sevende şarkısı yankılandı odada. Nedret hanım gelip yerine oturduktan sonra, mum ışığında Mine hanımın inci küpelerinin ne kadar zarif durduğunu fark etti. Yeni boyanmış sarı saçlarının yumuşak buklelerine bakarken bir kadeh daha doldurdu, cildi de pasparlak duruyor diye geçirdi içinden. Gülsüm’e tanıtırken eski ahbabımızdır Mine hanım dedi, karşıda oturuyor, emekli ilkokul öğretmenidir. Gülsüm, ancak ikinci kadehi bitirirken, Nedret hanımla göz göze geldiklerinde anladı Mine hanımın kim olduğunu.
“Ölenle ölünmüyor ne yapacaksın?” dedi Nedret hanım kadehindeki son yudumu içerken. “Yalnızlık zor, çok zor bu da olmasa” dedi şişeyi göstererek, “Dayanamam!”
“Tabii, ne yapacaksın” deyip sohbete eşlik etmeye çalıştı Mine hanım, bir an evvel gitmek istediği her halinden belliydi. Onun bu rahatsızlığı ve eğreti oturuşu da Nedret hanımı ziyadesiyle keyiflendiriyor gibiydi.
Havalar da artık serinlemişti. Bu millet adam olmazdı, son seçimler yine rezaletti. Hani o yeğeni vardı ya Mine hanımın da ilkokulda okuttuğu, bu yıl evlenmişti. Ya işte böyleydi. Ne yapacaksın insan her şeye alışmak zorundaydı. Apartmanın temizliğini yapan Melek hanım da bir aydır hastanede yatıyordu zavallı. Allah sağlık versin de gerisi boştu. Mevlide bizim Ayşe hanımı çağırmakla en iyisini yapmışlardı, onun sesi de güzeldi, okuyuşu da. Nur içinde yatsın Abdullah mert adamdı, çok seveni vardı çok. Altıncı kadehi doldurdu ve gittikçe karanlıklaşan kopuk cümleleri kıpkırmızı yanıp sönen bir cümleyle bağlayıverdi. Yattın değil mi benim kocamla!?
V.
Tangır tungur bir ses duyuldu, ses öylesine yüksekti ki kapıyı açmak zorunda kaldılar, alt kattaki kız, Gamzeydi adı, kapısını açıp merdivenlerden hızlı adımlarla inmişti. Mine hanım apartman girişinde düştüğü yerden kalkmaya uğraşıyordu, Gamze koluna girip ayağa kaldırdı kadını. “İyi misiniz?” diyordu sürekli, “İyi misiniz?” Mine hanım, yakası kürklü şık mantosunun içinde tir tir titreyerek “Evet.. evet iyiyim” diyordu kesik kesik. “Fena düştünüz, hastaneye götürelim mi sizi, ister misiniz?” diye ilgiyle sordu kız, Gülsüm ve Nedret hanım inmişlerdi aşağıya, “Yok.. yok.. iyiyim.. iyiyim” diyordu Mine hanım sayıklar gibi.
Nedret ve Gülsüm hanım biraz uzakta durmuş bakıyor tek kelime etmiyorlardı. Kadının kafasından ince bir kan sızdığını fark edince Gülsüm hanım biraz daha yakına geldi ve “İyi misiniz, hastaneye gidelim mi?” dedi. “Sizin misafiriniz miydi?” diye sordu Gamze, endişe içindeydi. Nedret hanım tek kelime etmeden başını salladı. “Başınız kanıyor ama, olmaz böyle” dedi Gamze ve koşup oksijenli su, pamuk, bir de sandalye getirdi. Mine hanımın başından akan kanı silerken “Hastaneye gitmiyorsanız bari bu gece Nedret teyzede kalın” dedi. Mine hanım gitmesi gerektiğini, evde annesinin beklediğini titrek cümlelerle söyleyerek karşı çıktı bu teklife. Kafası kanamaya devam ediyordu, ince bir sızıntı buklelerinin arasından süzülerek minik çenesine uzanıyordu. Apartman girişine konulan sandalyeden kalktı. Gamzeden bir taksi çağırmasını rica etti, yarım yamalak teşekkür etti. Kapıya sıkışan mantosunun eteğini içeri çekmek için taksinin kapısını açıp tekrar kapattıktan sonra gitti. Kalanlar, içeri girdiler, baharatlı bir parfüm kokusu asılı kalmıştı apartman girişinde.
Gamze, kapısını kilitlerken Nedret teyze niye kadına kalması için hiçbir şey söylemedi acaba diye düşündü, bir türlü anlam veremedi. Gülsüm ortalığı topladı, bulaşıkları makinaya yerleştirdi ve gitti. Nedret hanım, geceliğini giymeden yatağa bıraktı kendini, odanın karanlığında uykuyla sarmalanmadan önce Abdullah beyin yastığını aşağı itti.
Makbule Aras Eivazi