Ece Ayhan’ın son hastalığında 2 gece 3 gün başında beklemiştim. Bir gün “Bu şiiri nasıl yaptın?” diye sordum. O da “Bilmiyorum ama 30 yıl sürdü” demişti. İşte bir ömür boyu süregelen bu. Sabır olmasa şiir, sanat olmaz. Adanmışlık olmazsa bir cevher yakalasanız bile onu işleyemezsiniz.

dumeni-yaraticiliga-kirmak-ust-800x450

Yazamamak istiyorum, hiçbir şeyi. 51 oldum hâlâ yazıyorum, bir gün mutlaka bırakacağım. Yazamamanın çaresini arıyorum bir yandan, bir yandan ne acıdır ki bunu yazarak yapıyorum. Dille yapıyorum. Dile gelmeye çalışıyorum. “Anlatmaya çalıştığım şey, anlatmaya değer mi?” diye soruyorum habire. Kayda değer değilse atıyorum. Atıyorum ama yine diğer cümlelerin içinden, yanından çıkarıp atıyorum. Bazen bir şeyler eksik, bazen fazla kalıyor. Dile gelmeyenleri daha çok arıyorum, arzuluyorum. Onlarda daha bir gizem var gibi geliyor bana. Dile gelmiyorsa vardır bir hikmeti ama dile geliyorsa da var bir hikmeti. Hikmet dilin içerisinde bir yerlerde. Bul bulabilirsen!?

İşte bu noktada bir ustaya başvuruyorum: Ursula K. Le Guin. En azından yazdırmaz adama. Onun ustalığına ermeden yazmamalı mı acaba? Yazacaksın da ne olacak!? Yazdın da ne oldu!? “Dümeni Yaratıcılığa Kırmak” kitabı epeydir elimde. Fakat bir türlü okuyamıyordum. Şimdi tam sırası. Kitabın alt başlığı: “Hikâye denizine yelken açmak için bir 21. yüzyıl kılavuzu”. Çok kışkırtıcı, oku beni diyen kitaplardan.

Şu hayatta işimiz gücümüz ayıklamak. Güzeli ortaya çıkarmanın en iyi yoludur ayıklamak. Ayıkladıkça gözünün önü açılır insanın, görmeye başlar. Budamak da ayıklamaktır. Bu yazıda ve devamlarında biraz da Ursula K. Le Guin’i kendimce ayıklamaya kalkacağım. Yoksa onu tam olarak göremem. Eksikleri kalır. Ben de eksik işleri hiç sevmem.

Kitabın daha giriş bölümünde, “Beceri, nasıl yapılacağını bildiğiniz şeydir. Yazı alanındaki beceri, sizi yazmak istediğiniz şeyleri yazabilmeniz için özgürleştirir. Bir yandan da size yazmak istediğiniz şeyi gösterebilir. Zanaat sanatı mümkün kılar.” diyor. Becerinin özgürleştirdiği kalem ve zanaat, sanatı mümkün kılar. Ne kadar sade bir şekilde açıklayıvermiş yazma eylemini. Ustalık da beceri ve zanaatı bir çatı altına toplar. Bundan sonra eser çıkar. Bizim elimize kitap formunda gelen nesne ne beceriler, ne işçilikler, ne ustalıklardan süzülüp geliyor. Tabii iyi bir metinden bahsediyorum. Süzülmemiş metinler kekremsi bir tat bırakırlar. Tadına varamazsınız. Süzmek de ayıklamanın bir biçimidir. Zanaat yazdırır, süzmek ustalaştırır sanki. Bunların hepsi epey zaman alır. Ben bir türlü bir çırpıda yazıveren yazarları anlayamamışımdır. Bekletmek, demlendirmek artık bu çağın kavramları değil galiba? Eskidim mi ben!?

s-39ab99a9adc8158d1e5c161eabd1719ac697d3e5

Yine önsözden devamla: “Bir şeyi iyi yapabilmek, kendinizi ona adamaktır. Bir bütünlüğün peşinde olmak, işin özünü gözetmektir. Bir şeyi iyi yapmayı öğrenmek ömür boyu sürebilir. Buna değer.” Ece Ayhan’ın son hastalığında 2 gece 3 gün başında beklemiştim. Bir gün “Bu şiiri nasıl yaptın?” diye sordum. O da “Bilmiyorum ama 30 yıl sürdü.” demişti. İşte bir ömür boyu süregelen bu. Sabır olmasa şiir, sanat olmaz. Adanmışlık olmazsa bir cevher yakalasanız bile onu işleyemezsiniz.

Bu şahane önsöze kıyamadım, bir alıntı daha:

“Olayın odak noktası anlatı olduğu için her bir alıştırmayı, durgun bir sahne yerine bir eylemin veya olmakta olan bir şeyin hikâyesi haline getirmeye çalışın. İlle de pata küte bir eylem olmasına gerek yok: Süpermarket reyonlarında yapılan bir yolculuk veya birinin kafasında olup biten düşünceler de olabilir. Bize gereken hareket etmesidir; eylemin başladığından farklı bir yerde bitmesi gerekir. Anlatının yaptığı şey budur. İlerler, hareket eder, hikâye, değişimin ta kendisidir.”

Ne kadar yalın anlatmış “eylem”i. Şapka çıkarıyorum. Beni yazmaya çeken şey şu: Bildiğiniz bir yerden, bir cümleden, bazen bir kelimeden başlayıp, hiç bilmediğiniz bir yere geliyor olmanız. Yazın’ın sırrı burada bence. Heyecanı da… Sinema da böyledir. Boşuna “motion picture” demiyorlar. Hareket eden resimler. İşte buradaki hareket bir anlatıyı devindiren güçtür, özdür, enerjidir. Tabii ki saçma sapan bir devinimden, abuk sabuk bir kurgudan bahsetmiyorum. İnsan gözü harekete daha çok bakar, durağan şeylere fazla takılmaz. “Değişimin kendisi” dediği budur.

“Yazdığınızı sesli okuyun, zira konuşmak ve duymak ritimdeki tuhaf yerleri ve hataları gösterecek, diyaloğu daha doğal ve canlı kılmanızı sağlayacaktır. Genel olarak sözü uzatan, çirkin duran, net olmayan, gereksiz kazanç, vaaz verircesine uzayan, özensiz kalan şeylerin, metnin akışını bozan ve işe yaramayan noktaların peşine düşün. İşe yarayan kısımları bulun, hayranlığınızı gösterin ve daha da güzel hale getirip getiremeyeceğinizi düşünün.”

Bu paragrafta edebiyatın sırrı yatıyor. İpucu veriyor. Bu tüyolar ustaların tecrübe aktarımıdır. Kendi metnini seslendirmek. Usta marangozlar ellerindeki zımparalanmış masif ahşaba bir de “sıfır zımpara” atarlar. İronik değil mi, sıfır hata olsun diye. Sonra da elleriyle ahşabı dolaşırlar, hiçbir pürüz kalmasın diye. Yazdığını sesli okuma da böyle bir şey.

Taklit her şeyin başıdır. “Beste veya resim yapan öğrenciler, eğitimlerinin bir parçası olarak müzik ve sanat alanındaki mühim eserleri bilerek taklit ederler. Özgürlük kültü, yazarlık dersi verenlerin taklidi hakir görmesine sebep olmuştur.”

Gençliğimde sevdiğim yazarları taklit ederdim: Attila İlhan, Cemal Süreya, Enis Batur vs. Onlar gibi yazmaya uğraşırdım. Resmen ders çalışır gibi çalışırdım. Hatta bir gün edebiyat hocam “Bu şiirler Attila İlhan” demişti. Kendi sesini bulmanın önemini böyle bir yoldan öğrendim. Enis Batur defterim vardı. Bir şiirde hangi kelimeyi kaç kere kullanmış onu bile not ediyordum deftere.

Bu şahane kitabın girişine burada son vereyim: “Gerçekten iyi bir şeyler yazmak isteyen bir yazarın, şahane şeyler okuması gerekir. Kapsamlı okumalar yapmıyorsanız veya sadece dönemin moda yazarlarını okuyorsanız, dilinize neler yapabileceğiniz konusunda oldukça sınırlı bir fikriniz olur.” Aslında kendi sesini bulmanın yolu okumaktan geçiyor. Abur cubur bir okuma değil elbette. Seçerek, titizlenerek okumaktan bahsediyorum. Okur kalmak, yazar kalmak çok önemli.

Bu dünyada çok büyük yaratıcılar var, onları okumak, onlar üzerine yazmak kendini böyle inşa etmektir elimizden gelen. Güzeli aramaya çıkarken, keşfe çıkarken, çalı çırpıyı temizleyerek ilerlemek, yaratıcılığı kesinlikle besleyen bir durum bence.

Hepinize yaratıcı okumalar.

Tarhan Gürhan