Dünya’nın oluşumundan itibaren (50 Milyon yıl hata payıyla)
4 milyar 540 milyon 874 bin 672. yıl, 263. Gün:
MUHTEŞEM TAÇ
Trajedi dendi mi, aklıma 18-19. yüzyıllarda yaşamış ve hayatının yarısını akıl hastalığının cenderesinde geçirmiş olan Alman şair-filozofu Friedrich Hölderlin gelir. Henüz bir öğrenciyken bir kitabıyla karşılaşmış ve edebiyatın trajedi türüyle tanışmıştım.
70’lerin başında, yazları Gelibolu’da ya Orduevi’nin plajında ya da Hamzakoy’da (evet! 80 darbesinde Demirel’in ve Ecevit’in sürgün yeri olan Hamzakoy) denize girer veya meraklılarıyla satranca otururduk. Arkadaşsız günlerimde kendimi okumaya verirdim. Orduevi’nin unutulmuş küçük bir kütüphanesi vardı; Cumhuriyetin ilk dönemlerinde basılmış Dünya Klasikleri Serisinin birçoğu, camlı kapaklı eski ahşap dolapların raflarında alçak gönüllülükle inceli kalınlı sırtlarını gösterirler, kendilerine dokunacak bir elle kavuşmayı beklerlerdi.
Kütüphaneden ödünç aldığım kitaplardan biri doğa aşığı ve insanlardan çok Yunan tanrılarını sevmiş olan Friedrich Hölderlin’in -şimdi adını bile hatırlayamadığım- bir trajedisiydi. Belki de okuduğum ilk oyundu da. Ön sayfalarında günümüze de kolayca uyarlanabilecek ölümsüz bir epigraf vardı ki, unutulacak gibi değildi:
“Kuru bir ağacın fırtınada eğildiği görülmez. O halde, bir ağaca fırtınada başını eğdiren nedir? Muhteşem tacı.” — Zor dönemlerde krallara incelikli bir gönderme niteliğindedir.
Modern araştırmacılara, o dönemde trajedinin Almanya’da bu denli geliştiği halde, neden yanıbaşındaki Fransa’da gelişemeden kaldığı sorusunu sordurtan ve onları ilginç sonuçlara vardıran derinlikli araştırmalara iten yazarlardan biri de Hölderlin’dir. Trajedilerde ölüm kokan hava ağırlaştıkça ağırlaşır ve bir kaya olup ruhumuzu ezer.
Sonu ölümle biten facialı ağlatılar için en uygun tür trajik oyunlarsa da, edebiyatın diğer türlerinde de hayatın acılı yanlarının, hatta dehşetinin ve garip çılgınlığının dile getirilmesi kaçınılmazdır. Bu konuyu sorunsallaştırmış yazarların başında geçen yüzyılda yaşayan İtalyan yazar Calvino geliyor.
Calvino, bir yazıda var olabilecek trajik ağırlığın gururunu kırmaktan sakınmakla birlikte, metni hafifletmeye ayrı bir değer yükler. Amerika’da verdiği seri konferanslardan (Gelecek Binyıl İçin Altı Öneri, 1988) ilki ”Hafiflik” üzerinedir. Hayatın keder ve korku yüklü anlamsızlığının bir yazarı yazmaya yöneltmesini doğal bulmakla birlikte, kendi yazı deneyiminin ona öğrettiği gibi, bu durumda metne çöken ağırlık, durağanlık ve monotonluğun farkına vardığını ve bundan kurtulmanın çaresini, yazdıklarında hafifletici dokunuşlara yer vermekte bulduğunu söyler.
Cervantes, Boccaccio, Dante, Shakespeare ve Kafka gibi okuyucuların gözünde devleşmiş yazarların eserlerini kendi düşüncesine örnek gösteren Calvino, edebiyatı hafifletme konusunda sınır da çizer ve bunu, Fransız şairi ve filozofu Paul Valery’den bir alıntıyla dile getirir: “… bir kuş kadar hafif, bir tüy kadar değil.”
265. Gün:
SÜRPRİİİZ!!!
Caz müziğini neden sevdiğimi düşündüğüm bir gün birden dank etti. Seviyordum: Çünkü, caz dinlerken sakin bir piyano başlangıcı beklemediğim bir anda tüm çalgıların biraraya geldiği bir curcunaya dönebiliyor, müzik öyle devam edecek sandığımda da hepsi susuyor, bir saksafon solo başlıyor; tam anlamıyla birbiri ardınca gelen sürprizlerle dolu dakikalar. Benzer bir durum, bizim klasik müziğimizde de var; bir ara taksimi, örneğin kemençe veya şarkı içinde birden ortaya çıkan bir gazel beni kendimden geçirebilir.
Sürprizleri hep hayattan beklememeliyiz. Bestekârların bestelerine kattıkları gibi biz de kendi hayatımıza sürprizler ekleyebiliriz. Bunun en kolay yolu sanat ve edebiyatla ilgilenmektir. İnsanların kanıksadıkları düşünce tarzlarından bir an çıkıp ‘farklı olan’ın şaşırtıcılığıyla yüz yüze gelmesi, toplumda şair, yazar ve sanatçıların sayesindedir. Bunun nedeni, bu gruptaki insanların sentezci olmaları ve hükümlerini yaratıcı eyleme dönüştürebilmeleridir.
Her birimiz, kendi hayatımızın bir sanatçısı olabiliriz de. Bunun için, yönünü kendimizin saptayacağı bir çaba içine girmemiz yeterlidir. Kendimizi öne atmadan, hayat bize şaşırtıcı rastlantılarını göstermekte kıskanç davranır. İlk adımı attığımızda ise, gene aynı hayat, sürprizli sepetini önümüze koyacaktır.
267. Gün:
SARKAÇ
Yetişkin bir insanın yaşanan olaylar karşısındaki eğilimi iki seçeneklidir: İyimserlik ya da kötümserlik. Bu ikisi arasında gidip gelmekten başka şansımız yok. Önemli olan zaman içindeki yolculuğumuzda hangisinin ağır basacağı; Nietzsche gibi söylersek ‘hâkim duygu’ olacağı. 1900 yılında 55 yaşında ölen, felsefenin mağrur kulesini deprem gibi sarsan filozofa göre, kötümserlik gibi gelecek korkusu doğuran bir duygu, bilinç dışı da duyumsanabilir. Ki, bu durumumuzu daha da çetrefilleştiriyor.
268. Gün:
İnsanı insan yapan korkularıdır. İnsanlıktan çıkaran da.