18.Haziran.20
Okuyan insanların çevrelerinde “vicdan azabı etkisi” doğurduğuna şahit olmuşsunuzdur. Elinizde gazete kitap gören, okuduğunuzu bilen [can alıcısı: gören] insanlar, “Ya ben ne zamandır okuyamıyorum…” ya da “Ne güzel okuyorsun sen, ben vakit bulamıyorum ya…” yollu cümleler sarf eder. Vicdan azabı gibi önlerindesinizdir, okuduğunuzu, çok okuduğunuzu görürler. Oysa sizin kimseye vicdan azabı olmak gibi bir niyetiniz yoktur. Yoktur ama okumaktan keyif aldığınız, okumayı hayatınızın merkezine [ya da merkeze yakın bir yerlerine] kondurduğunuz, alışkanlık haline getirdiğiniz gün gibi ortadadır.
Sizi görünce serzenişte bulunan insanların yukarıda örneklendirdiğimiz türden cümleleri samimidir aslında. Hem de değildir. Samimidir, çünkü okumanın iyi bir şey olduğu öğretilmiştir onlara. Okulda öğretmenleri, evde anne babaları, sokakta teyzeleri amcaları, herkes ama herkes okumanın faziletlerinden dem vurup durmuştur. Bu, yani “okumak lazım” bilgisi, bu kişilerin zihinlerinde yer etmiştir. İşte bu yüzden, sizi gördüklerinde koyverdikleri serzeniş nidaları samimidir. Gerçekten öyle hissederler çünkü, okumaları gerektiğini düşünürler. Nedir, okumaktan aslında keyif almadıkları için serzenişlerinde samimi olmayan bir yan da bulunur. Okumaktan keyif alan kişi, zaten okur [Tabii hayatın önlerine büyük, ama gerçekten çok büyük dertler fırlattığı zamanlar müstesna]. Okumaktan keyif almayan kişilerin ise okumamalarına, hadi okumaya vakit bulamamalarına diyelim, hayıflanmalarına hiç mi hiç gerek yoktur.
Okulda öğretmenler, evde anne babalar, öğrencilerinin ve evlatlarının okuma alışkanlığı ve keyfi kazanmalarını istiyorlarsa, önce kendileri okusunlar. Çocuklar, öğretmenlerini ve anne babalarını okurken görsün. İşte o zaman, ancak o zaman, onlar da okuyacaklardır. Büyüdüklerinde “ya” ile başlayan veya biten serzeniş cümleleri kurmazlar böylece.
19.Haziran.20
Ankara’ya yaz gelmiyor bir türlü. Sabah uyandığınızda bir Eylül sonu karşılıyor sizi, güz karanlığı. Öğleye doğru Temmuz sıcağı, sonra Ekim ikindisi ve yine bir Eylül akşamı.
Oysa Haziran’dayız.
Haziran’dayız!
20.Haziran.20
Devrim Horlu’nun yeni kitabı Taştaki Dikiş İzi’nde yer alan “kılık kıyafet yönetmeliği” adlı şiirinden:
“herkes birbirini kınında güzel buluyor
çekilip saplanmanın tadına bakmıyor
kanın sıcaklığına yüz vermiyor kılıçlar
herkesi bilmiyorum nasıl
paslanıp çürümenin iyi olduğuna inandırmışlar”
***
Her zaman gittiğim bir Tekelci var. Konuşkan bir adam, heyecanlı. Kaç seferdir şansını deniyor, benim her zaman içtiğim rakıdan başka bir rakı vermek istiyor bana. Onun önerdiği, benim aldığımdan daha pahalı olduğu halde indirim yapacağını, muhakkak denememi, deneyen herkesin sevdiğini söylüyor. Öyle bilinmedik bir şey değil zaten, özel seri falan. Yok, diyorum. Bu sefer de şaşıyor. Herkes onun önerisine uyuyormuş, çünkü daha güzel bir rakıyı çok uygun fiyata alıyorlarmış. Bir tek ben varmışım bu teklife hayır diyen. O denemekten yorulmuyor, ben hayır demekten. Bakalım ne olacak.
21.Haziran.20
Sevengül Sönmez’in yayına hazırladığı ve Melih Cevdet Anday’ın 1976-1979 yıllarında, bazen uzun aralar vererek tuttuğu günlüklerinden oluşan “Bir Defterden”in bir iki yerinde Raziye adlı romanına eklemeler yapmak istediğinden açıyor MCA: “Sıkıcı, ama gerekli işler. Bir romanın yazıldıktan, basıldıktan sonra değiştirilmesi acaba garip mi karşılanır? Bence bunda garip olan hiçbir yan yok, ama okur, ilk okur, artık onun farkında olmaz. Söylesek de almaz okuduğu kitabın ikinci baskısını. Nereden, nasıl bulacak yeni yazılmış sayfaları?”
Neyse ki Sevengül Sönmez, MCA’nın bahsettiği ve sonradan yaptığı eklemeleri, Raziye’nin yeni baskısında belirtmiş. İsteyen okur, ilk ve ikinci baskı arasındaki farkları rahatça izleyebiliyor.
Evet, Raziye’yi okudum yenice. Muhakkak üstüne çok yazılmıştır ama okurken hemen fark edilen, dayı karakterinin Sakallı Celal’den çok şey aldığı oluyor. Ben Sakallı Celal’in biyografisine çok hakim değilim ve fakat daha önce Haldun Taner’in “Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil”inde rastlamıştım bu enteresan insanın hikayesine. Sonra, Melih Cevdet’in “Akan Zaman Duran Zaman”ında da Sakallı Celal’le ilgili anekdotlar olduğunu hatırladım. Evet, Raziye’deki dayı karakteri eşittir Sakallı Celal değil ama eşkâlinden başlayarak [dayı da sakallı] çok benzerlikleri var. Öyle ki Melih Cevdet, “Akan Zaman Duran Zaman”da (AZDZ) Sakallı Celal’le ilgili anlattıklarından bazılarını [sözgelimi “şapkalı böcekbilimci” hikayesi] Raziye’ye aynen almış. Ama asıl, Melih Cevdet’in Sakallı Celal’i anlatırken çizdiği portre, dayıyla neredeyse birebir örtüşüyor. Merak eden varsa, AZDZ’de yer alan “Bir Eski Zaman Kahramanı” başlıklı yazıya bakabilir.
Nitekim MCA da kabul ediyor bunu, AZDZ’de şöyle yazmış: “Rauf Mutluay, benim Raziye adlı romanımdaki Dayı’nın, Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir) olabileceğini yazmıştı. Bu tür benzetmelere bizde çok önem verilir nedense; bir roman kişisinin ille dışarda bir karşılığı bulunması gerekli imiş gibi. Oysa Raziye’deki Dayı, hiç de benzemez Halikarnas Balıkçısı’na, onu benzetsek benzetsek Sakallı Celâl’e benzetebiliriz.”
MCA haklı ama “benzetsek benzetsek” deyip geçilebilecek bir benzerlik değil söz konusu olan. Fark edilmemesi imkansız olan bir benzerlik. Yoğun bir benzerlik.

Sakallı Celal’den bahsetmişken, MCA’nın yine AZDZ’de aktardığı bir anıyı da [hem Orhan Veli’nin şakası hem MCA’nın anlatımı hem de Sakallı Celal’in tepkisi… hepsi absürd gelir bana çok] buraya konduralım sevgili okur.
MCA, Şakalar başlıklı bu yazısına Orhan Veli’yle aralarındaki bir şakadan açarak başlar. Birkaç eğlenceli anı aktarır. İçkili olduklarında neşelerinin nasıl da arttığından dem vurur. Ve sonra Sakallı Celal’e geliriz. Bir akşam içip içip içtikten sonra liseden edebiyat öğretmenleri olan Halil Vedat Fıratlı’nın evine giderler [Evet, Halil bey, meşhur Nahit hanımın ilk kocasıdır]. Neşe içindedirler. Sakallı Celal de oradadır. Orhan Veli, Celal Beyi görünce “Celal bey,” der, “sakalınız olmasaydı size Sakalsız Celal denecekti.” Sonrasını MCA’dan dinleyelim: “Gereksizdi elbet bu sözler, alaya benzer bir anlam içeriyordu. Güldüğünü hiç görmediğim Celâl bey, sert bir sesle ‘Kes efendim, kes!’ dedi Orhan’a, sonra Fransızca bir kitap açıp okumaya başladı ve biz ayrılana kadar hiç ağzını açmadı.”
25.Haziran.20
Geçenlerde sosyal medyada polisiye tavsiyesi istemiştim. Okurluğuna güvendiğim arkadaşlarımdan gelen tavsiyelerle birkaç polisiye aldım ve Petros Markaris’in “Batık Krediler” romanı ile başladım. Daha önce Markaris’in “Eskiden, Çok Eskiden” romanını da okumuştum. İki roman da Kostas Haritos polisiyesi; bu karakteri seviyorum.
İstitrâden: Tavsiye istedim çünkü iyi bir polisiye okuru değilim. Yalan yok, polisiye namına ne okusam, eğer çok büyük bir eksikliği yoksa, beğenme riskim var benim. Bunu başkalarında, farklı şekillerde görüyorum: Öykü bile olmayan kitapları iyi öykü diye okuyorlar. Bunu aşmanın tek yolu var: Hangi türse mevzubahis olan, o türden çok okumak. İyisini, kötüsünü, vasatını… çok okumak. Öyle ki artık iyiyle kötüyü ayırabilecek duruma gelmek.
Petros Markaris’in romanı hakkında çok şey söylenebilir ancak ben üzüldüğüm bir şeyi söyleyip sonlandıracağım: Küçük yayınevlerince basılan kitaplarda böylesi hataları görmeye alışkınız. Çünkü birçoğunda editör ve/veya redaktör yok. Ve fakat büyük yayınevlerince basılan bir kitapta bu kadar çok hata olduğunda anlamakta zorlanıyorum. İşte bizim Batık Krediler’de, onlarca tashih var. Bu elbette çevirmenin suçu değil. Kitabın bir editörü var. Düzelti’den sorumlu olarak da iki isim yazılmış kitabın künyesine. Buna rağmen, üç kişinin gözünden kaçamayacak, kaçmaması gereken kadar çok hata var.
Daha önce Parşömen’de yayımlanan Banu Yıldıran Genç’in yazısında da geçiyordu “Eskiden, Çok Eskiden”in bahsi. Şöyle bitirmişti yazısını Genç: “Keşke Can Yayınları telifini aldığı bu yazarın kitaplarını sırasıyla basmaya devam etse de Komiser Haritos polisiyelerini eksiksiz olarak okuyabilsek.” Nedir, yazıyı twitter’da paylaştığımızda Can Öz [ya da Can Yayınları, tam hatırlayamadım hangisi olduğunu], kitabın yayın programlarında olmadığını söylemişti. Keşke “Eskiden, Çok Eskiden” başta olmak üzere Markaris’in tüm kitaplarının basımını, bu işi daha özenli yapmaya niyetli olan bir yayınevi üstlense.
Çünkü Markaris’in yaşamı, içinde kısa bir Türkiye tarihi de barındıran enteresan bir yaşam. Ve Markaris’in biz Türkiyeli okurlara söyleyecek çok sözü var.
Hamiş: Markaris’i hiç tanımayanlar, şu söyleşiye göz atabilirler.
Onur Çalı