“Anılar bizi yalnız bırakmaz
Yalnızız yine de…”
Murathan Mungan

Murat Bardakçı, klasik musikinin unutulmaz muganniyesi Safiye Aylâ’nın hayatını anlattığı kitabının hemen başında, onun geçmişle olan kavgasından dem vurur. Safiye Aylâ ömrü boyunca, bir sis perdesinin ardında kaybolmuş geçmişini, hüzünlü bir çabayla bulmaya çalışır. Kaçınılmaz sona doğru son sürat giden yıllara inat doğum tarihini sürekli değiştirerek gençleşir, uzun yıllar 75 yaşında kalır; bununla da yetinmez, ismi duyulmaya başlayıp da röportaj talepleri artınca zaman zaman değişen bir “geçmiş inşaasına” girişir; her muhabirin karşısına farklı bir geçmişle çıkar. Safiye, sis yumağının ardında yitip giden köklerini muhayyilesinde canlandırmaya, suni de olsa kendine bir geçmiş inşaa etmeye, sonsuz olasılıklarla dolu hayat yolculuğunda kendine bir nirengi noktası belirlemeye çabalar. Bu geçmişlerde babası bazen bir subay, bazen İstanbul’a yerleşmiş Mısırlı bir rantiye; annesi Suudi Arabistan’dan gelen, okuma yazması olmayan bir kadın olur.[1] Daha 20’li yaşlarında şöhret basamaklarını tırmanmaya başlayan Safiye, yaprakları ilk sert rüzgârda savrulup gidecek taze bir fidan değil, kökleri toprağın derinliklerine giden ve daha önünde uzun yıllar olan bir ağaç olduğunu cümle aleme kanıtlama derdinde gibidir. Hayat ağacının köklerini, en azından biraz olsun derinleştirmeye çalışır.

54b785c1ae78491d88817a56
Safiye Ayla

Farklı düzeylerde de olsa geçmişe merak, hepimizde vardır. Hayat ağacımızın köklerinin toprağın derinliklerine gitmesi, hadi kabul edelim, bize tuhaf bir huzur, hatta gurur verir. Bu his, yalnızca bir yerlere ait olmaktan, o ilkel dürtülerimizin tatmininden kaynaklanmaz; uzun bir hayat ağacına sahip olmak, içimizde, kökleri metreler boyu birbirlerine karışmış, bulunduğu yerde asırları devirmiş bir çınar ağacına baktığımızda duyduğumuz ürperti ile karışık hayranlığı uyandırır. Akıl almaz tesadüfler sonucu bir araya gelerek aynı yolu paylaşan, bizi biz yapan insanların sayısı arttıkça bu hissi daha da derinden duyarız; hayatla bağımız kuvvetlendikçe, bağların sayısı arttıkça yaprakların daha bir coşkuyla yeşerdiğini hissederiz. Bu, sanki bir an için hayatın bizzat kendisine temas etmek gibidir: Sonsuzdan gelip sonsuza akan bir nehre bakarız. Kendi tarihimizle ilgili bize bilmediğimiz bir şey söyleyen bir belge bulduğumuz zaman, tam da bu nedenle, behemehal peşine düşeriz: Çok yıllar önceyi anlatan, belki dedemizin tuttuğu bir günlük, şimdi ak saçlarıyla hayatımızda olan kişilerin kaleminden mürekkep birkaç mektup veyahut uzun yıllar evvel çekildiği daha basıldığı kağıttan belli olan bir iki siyah beyaz fotoğraf bulduğumuzda heyecanlanır; şanslıysak, o fotoğrafta yer alan veya o satırları yazan kişilerle uzun uzun konuşmak isteriz. Şimdi anne, baba, teyze, amca dediğimiz kişilerin bir zamanlar gençlikte neler yaptıklarını, nelere gülüp eğlendiklerini veya ağladıklarını, aralarında nasıl bir muhabbet olduğunu, avucumuzdaki birkaç kırıntıya bakarak zihnimizde canlandırmaya, bizi biz yapan kişilerin hangi yollardan yürüdüklerini anlamaya uğraşırız. Peşine düştüğümüz kayıp zamanın üzerindeki sis perdesi, muhayyilemizin emeğiyle aralandıkça, geçmişin nefes alıp vermeye başladığını hissederiz. Aslında bizim tefekkürümüz olan bu geçmiş, biz farkında olmadan içimize siner, bir anlamda kılavuzumuz haline gelir.

Küçükken en büyük keyiflerimden biri annemin kitaplığını karıştırmaktı. Bir kitap kurdu olan, okumaya daldığı romanı bırakamadığı için elinde kitabıyla sabahlayan annem, benim ilk edebiyat figürümdü. Onun kitaplığına bir çeşit hayranlık duygusuyla bakar, zamanı geldiğinde o kitaplardaki şeyleri anlayacak seviyeye çıkacağımı düşünürdüm. Oğuz Atay’ın uzaklara baktığı sakallı bir fotoğrafının kapakta yer aldığı Tutunamayanlar’ın, çok korkutucu bir şeyler anlattığını tahayyül eder, zamanı geldiğinde o korkutucu şeyleri öğreneceğimi düşünerek heyecanlanırdım. Karıştırmayı çok sevdiğim kitapların başını ise annem ile babamın lise ve üniversite andaçları çekiyordu. Aralarındaki 4 yaş fark, tembel bir öğrenci olan babamın ortaokul ve lise yıllarını çift dikişlerle bitirmesiyle kapanmış, annemle babam, daha lise yıllarında tanışmışlardı. Onların fotoğraflarına bakar, arkadaşlarının onlarla ilgili yazdıklarını, babamın andacın muhtelif yerlerinde karşıma çıkan esprili şiirlerini okurdum. Annemin ve babamın da bir zamanlar öğrenci olduklarını, hayata atılmadan önce okul sıralarında dirsek çürüttüklerini elbette biliyordum ancak onların o zamanki hallerini görmek, sınıf arkadaşlarının fotoğrafları arasında gezinmek, benim artık teyze, amca diyerek hitap ettiğim, annem ile babamın hâlâ görüşmeye devam ettikleri kişilerin bir zamanlar nasıl göründüklerini, nasıl birer öğrenci olduklarını, arkadaşlarının onları nasıl gördüğünü okumak bana tuhaf bir keyif verirdi.

s-573eaf1d7541700ed772c28e7279c24184f70e70
Oğuz Atay

Şimdi düşünüyorum da, o satırları, geçmişi zihninde canlandırmaya çalışan bir tarihçinin iştahı ve tutkusu ile okuyormuşum. Ailemin arşivine dalıp benden önce neler olduğunu anlamaya, bir tarihçi misali, “elimdeki belgeleri inceleyerek” geçmişi zihnimde canlandırmaya, bir anlamda kendi kılavuzumu oluşturmaya çalışıyormuşum. Hayat ağacımızın köklerinin toprağın derinliklerine nasıl ilerlediğini gösteren bu kılavuzlar her zaman mutlu olayların birikimi olmaz elbette. Kimimiz elindeki kılavuza bakıp “Annem gibi, babam gibi, şu amca gibi, bu teyze gibi olmayacağım” diyerek yürümeye devam eder. Bazılarımızın kılavuzu, “İşte böyle yapma!” der gibidir; bazılarımız “Tarih tekerrürden ibarettir” klişesini yıkmayı hayatının öncelikli amacı haline getirir. Kılavuz, ona ne yapmasını değil, ne yapmaması gerektiğini söyler.

Benim kılavuzumdaysa, ne şans ki, yıllarca süren arkadaşlıklar, yankısı seneler boyunca devam eden kahkahalar vardı. O andaçta gördüğüm kişileri çocukluğum boyunca, çoğu kez cumartesi akşamları, sarı ışıkla aydınlatılmış salonumuzda, üstlerinde 90’lı yılların komik desenli kazakları, ellerinde kadehler, yüzlerinde gülümseme ile görmeye devam ettim: İşte şurada oturan liseden arkadaşlarıydı, hemen beriki ile annem üniversitede tanışmışlardı, bir diğerini ise annem taa çocukluğundan beri tanıyordu. Bugün dahi mutluluk dendiği zaman aklıma bir cumartesi akşamı sarı ışıkla aydınlatılmış salonda bir araya gelmiş, zaman içerisinde çocukların da katılmasıyla iyice büyümüş, bir sonraki nesilde devam edeceğini muştulayan bu koca arkadaş grubu gelir. Cumartesi gecelerinin sarısına boyanmış bu tablo o kadar hayatıma girmiş ki, artık hangisi annemle babamın arkadaşı, hangisi benim arkadaşım, ayırt edemiyorum. Bugün dahi, bu kişileri hayatıma yeni giren biriyle tanıştırırken zorlanır, onları takdim ederken bir şeylerin eksik kaldığını hissederim. Hepimizin hayatında, dilin yetersiz kaldığı böyle anlar vardır; kimi zaman, nice uğraşırsak uğraşalım, kelimeler ağzımızdan döküldüğü anda, onların içimizdeki yeşilliği, canlılığı, üzüntüyü, öfkeyi, kırgınlığı ifade etmediklerini fark ederiz. Onlar bizim kelimelerimizdir ancak kimi zaman, bir keman partisyonu gibi içimizde giderek yükselen hislere inat piyanodan dökülen notalar misali, ağzımızdan çıkar çıkmaz ölüme doğru giderler. Annemle babama ait bu arkadaş grubundaki kişilerden bahsederken, kimi zaman ben de böyle hissederim: Hemen hemen her cuma-cumartesi akşamı bizde kalan, bana bıkmadan Temel Britannica’daki “Balina” maddesini okuyan, delicesine sevdiğim Örümcek Adam ve arkadaşlarının maceralarını benimle birlikte sıkılmadan ya da sıkılsa da bana çaktırmadan izleyen, kimi zaman rakı masasını bırakıp bizim oyunlarımıza katılan arkadaşlarından bahsederken “Annemle babamın çok eski bir arkadaşı” demek beni huzursuz eder ve bir şeyleri eksik aktardığım duygusu tüm benliğimi kaplar. Sanki hayatımda, yalnızca annemle babamın arkadaşları olarak yer almış, benimle hiçbir ilişkisi olmamış, bana hiç emek vermemiş gibi davrandığımı, ağzımdan dökülen kelimelerin hızla ölüme koştuğunu hisseder, bir çeşit suçluluk duyarım. Bir şeyler dışarıda kalır ve o şeyler olmadan da söylediklerim eksik gibidir.

resized_652f8-9729e5a9milankunderavatandasligiiadeedildi
Milan Kundera

Dışarıda kalan şey, koca bir geçmiştir ve geçmiş, ne kadar uğraşırsak uğraşalım, kelimelere dökülemez. Hayat ağacımızın köklerine baktığımızda duyduğumuz hayranlıkla karışık o ürperti, kelimelerle ifade edilemez. Onu tüm ayrıntılarıyla anlatmaya çalıştığımızda bile, bir şeylerin eksik kaldığını, ne kadar detaylara girersek girelim bir şeyleri atladığımızı veyahut tam ifade edemediğimizi hissederiz. Milan Kundera, Bilmemek’te insan belleğinin zavallılığından dem vurur:

“Geçmişin ancak küçücük sefil bir kırıntısını tutabilmektedir; bu seçim, her birimizde irademiz ve ilgi duyduğumuz şeyler dışında, gizemli olarak yapıldığından, neden ille de şu parça da bu değil; bunu kimse bilemeyecektir.”

Zihnimiz, içinde milyonlarca istiridye barındıran derin bir okyanus gibidir ve anılarımız, bu istiridyelerin içine kaçan kum tanelerinden başka bir şey değildir. Zaman geçip de bu kum taneleri sevgimiz, öfkelerimiz, pişmanlıklarımız, mutluluklarımız, üzüntülerimiz, kırgınlıklarımız, küskünlüklerimiz ile sarmalandıkça inci tanelerine dönüşürler. Biz hayatımızdaki insanları anlatırken aslında zihnimizdeki istiridyelerin içindeki incileri gösteririz; ne var ki, o incilerin oluşmasının müsebbibi olan kum taneleri mevzubahis olunca sesimiz kısılmaya başlar. Sahi, neden o anı o kadar zihnimizde kalmıştır? Neden o anı muhafaza etmek istemişizdir? Geçmişimizden birinin bize ne ifade ettiğini anlatabilmek için bu istiridyeleri açmamız ve incileri çıkartıp onların hikâyelerini aktarmamız gerekir; o andan itibaren karşı tarafın muhayyilesine güvenmek zorunda kalır, onun tarihçiliğinden medet umarız. Bu incilerin bizim için ne ifade ettiğini anlamasını, neden milyonlarcasının içinden o kum tanesinin istiridyenin içine kaçtığını çözmesini bekleriz.

Benim hayattaki ilk incilerim, orta yaşlı delilerden oluşan bu arkadaş topluluğunun sohbetlerinde oluştu. Saatler boyu devam eden sessiz sinema gecelerinde Atsız Cengâver’i anlatmak için elinde hayali kılıcıyla zıplayan, Kuzuların Sessizliği’ni yanındaki zahiri kuzuyu okşayarak anlatmaya çalışan, gece ilerledikçe Rüzgâr Kırdı Dalımı diyerek meşke dalan amcalar ve teyzeler, zihnimdeki istiridyelerin içine minik kum taneleri olarak sızdılar. O yaşlarda kendimizi bir adada yaşıyor gibi hissederiz, hayat yalnızca etrafımızda gördüklerimizden ibarettir. Benim hayat ağacımın dikili olduğu ada, sürekli kahkahalarla çınlayan bir grup delinin yaşadığı bir yerdi. Annemle babamın ilkgençlik incileri, yavaş yavaş benim de hayatımı şekillendiriyordu.

Aslında lise ve üniversite yılları birçoğumuz için belirleyicidir. İlk incilerimizi burada bulduğumuz gibi, ilk façalarımızı bu yıllarda alır, yıllar boyu devam edecek sakatlıklarımızı bu zamanlarda ediniriz. Kimileri için bu yıllar vazgeçilmezken kimileri için geçip gittiğine şükredilen zamanlardır. İlkgençlik, tüm sancılarına rağmen, özgürlüğün tadına ilk vardığımız zamandır; yavaş yavaş seçme özgürlüğüne kavuşuruz. Bu duygunun tadı o kadar güzeldir ki, onu engellemeye çalışan her şeye, bilhassa daha birkaç yıl öncesine kadar bir çeşit hayranlık duygusu ile baktığımız ailemize, öfke duymaya başlarız: Artık onlar, hadleri olmadığı halde hayatımıza müdahale eden kişilerdir! Arkadaşlarımızdan müteşekkil seçilmiş ailemiz, her şeyden kıymetli olmaya başlar. Onlarla yapılan her şey, biraz daha tatlı, biraz daha coşkulu, biraz daha heyecanlıdır. Belki de bu nedenle, yıllar geçtikçe ilkgençlik incileri hayatımızın en kıymetli hazinesi olurlar. Onlar yalnızca hayatımıza değil, ilkgençliğimizin coşkusuna, atımızın terkisindeki ümitlerimize, aniden parlayan öfkelerimize, küçük kıvılcımlardan büyüyen sevinçlerimize de ortak olurlar.

Liseye başladığım gün, dün gibi aklımdadır. O günü düşündüğümde sonbaharın hafif serinliğini, yeni bir hayatın önümde uzanmasının tedirginliğini, sekiz yıl sonra farklı bir okula gitmenin şaşkınlığını bugün dahi hissederim. Hatırlıyorum, şaşkın ördek yavrusu gibi etrafıma bakınıyor, hiç bilmediğim bu yerde, tanımadığım şu insanlarla dört koca yılın nasıl geçeceğini düşünüyordum. O denli korkmuştum ki, aklımdan “720 okul günü sonra bu okuldan mezun olacağım” diye geçirdiğimi hatırlıyorum. Lise yıllarını senelerce iple çekmiş, kendi incilerimi oluşturmaya başlamamın miadı olarak kabul etmiştim; oysa şimdi, kendimi hiç ait hissetmediğim bir yerde, ürkek ürkek etrafa bakıyordum. Belki de bu, içe kapanık mizacımla ilk gerçek yüzleşmemdi: O güne kadar hep kendi küçük adamda yaşamış, oranın huzurunu koklamıştım; şimdi kendimi tamamen yabancı hissettiğim bu yeni yer, pek de yeni incilerin müjdecisi gibi durmuyordu. Maalesef bu his, dört yıl boyunca peşimi bırakmadı, lise yıllarım boyunca hep o yabancılık hissiyle yaşadım ve kendimi bir an olsun oraya ait hissetmedim; elbette o yıllarda zihnimdeki istiridyelerin içine kaçan kum taneleri oldu, ancak ben, ilkgençlik incilerimi, zaman içerisinde kaybettim.

Peki, şimdi bu noktada, tekrar geri dönmek üzere küçük bir sıçrama yapalım. Jose Saramago, Körlük romanında karakterlerine bir isim koymamayı ve roman boyunca onlara, kadrajda ilk göründükleri halleriyle hitap etmeyi tercih eder. Romanın başında, kırmızı ışıkta beklerken aniden kör olan adam, artık birinci kördür. Birinci kör, muayene için doktora gittiğinde biz doktorun adını değil, yalnızca mesleğini öğreniriz; zira Saramago roman boyunca ona öyle hitap eder, tıpkı doktorun karısına, roman boyunca hep doktorun karısı diye seslenmesi gibi. Bir karakterin ilk intibası, hiçbir romanda Saramago’nun Körlük’ündeki kadar kalıcı değildir; anlatıcının ilk bakışı öyle bir yapışır ki karakter, yüzlerce sayfa boyunca o bakışla anılır. İşin tuhafı, isimsizler diyarında geçen bu alegorik romanda biz, o isimlerin eksikliklerini bir kez olsun hissetmeyiz. O güne kadar kim olduğunu bilmediğimiz, varlığından dahi haberimizin olmadığı insanlar, ilk intibalarını çarmıh misali sırtlarında taşırlar: Nice büyük başarılara veya ağza alınmayacak bayağılıklara imza atsın, artık bizim için O, birinci kördür. Trafiğin ortasında aniden kör olup telaşa kapılması ona dair izlenimimizi, güneş gibi, öyle bir aydınlatır ki, ışıktan kamaşan gözlerimiz ona dair başka bir şey seçemez hale gelir. Birinci körün tüm kişisel nitelikleri, güneşin kuvvetli ışığından seçilemeyen yıldızlar gibi, görünmez olurlar. Saramago’nun karakterleri, sırtlarında taşıdıkları çarmıhların altında ezilirler.

Büyük sanatçılar, gerçekliği bükerler ve biz, zaman içerisinde, bu bükülmüş gerçeklik ile kendi gerçekliğimizi karıştırmaya başlarız; olaylar birbirine girer, ne gerçek, ne değil anlayamayız. Düşünün; bitmek bilmez, boğucu bir kısırdöngü içine düştüğümüz, her şeye yabancılaştığımız zamanlarda hayat ne kadar da kafkaesktir, bürokrasinin çarkları arasında kaybolduğumuz olaylar tam da aziznesinliktir, dört bir yanımızı kuşatan kameraların olduğu şu dünyamızın orwellvari olmadığını kim söyleyebilir? Büyük sanatçılar, hayata bakışları ile gerçekliği öyle bir bükerler ki, biz artık gerçekliği onların gördüğü şekliyle tanımlamaya başlarız: Gerçeklik, bakışın ağırlığınca bükülür.

Aslında pek çoğumuz kimi zaman, farkına bile varmadan, böyle saramagovari anlar yaşarız. Uzun bir caddede avare avare dolaştığınızı tahayyül edin; bir aceleniz yok, sadece keyfini çıkartarak yürüyorsunuz. Bir zaman sonra, yanınızdan geçerken biraz farklı olan veya hafif farklı bir şey yapan kişileri gözünüz yakalamaya başlıyor: Tam yanınızdan geçerken aniden yüksek sesle hapşıran adamın artık bir çarmıhı var. Kim olduğunu, nasıl bir dünyadan geldiğini bilmiyorsunuz ama çoktan bir kişilik kazandı bile: Yüksek sesle hapşıran adam. Yürümeye devam ediyorsunuz. Küçük bir kız pürneşe ve son sürat koşuyor; arkasından bir kadın, telaşlı bir sesle “Dur kızım!” diye bağırıyor. Kim olursa olsun o, zihninizin kıvrımlarında telaşlı anne olarak yaşamaya devam edecek artık, o kızın annesi olmasa dahi. Hadi, devam edin yürümeye. Bakın uzaktan başka biri geliyor, üzerinde lacivert bir takım elbise, içinde açık mavi ipek bir gömlek, koyu lacivert ipek bir kravat takmış, ceketin ön düğmesi kapalı. Bu kadar mesafeden bile artık sizin için cakalı adam oldu bile! Belki telaşlı annenin yakalayamadığı pürneşe kız az sonra yere düşecek ve bizim yüksek sesle hapşıran adamımız arkasını dönüp “Bir şeyin yok ya?” diye onu yerden kaldıracak, telaşlı anne de ancak o zaman çocuğuna yetişecek. Tam o anda, cakalı adam onların yanından geçecek, belki geçerken bu üçlüye bir bakış atacak ve telaşlı kadın ile yüksek sesle hapşıran adam yeni çarmıhlarını sırtlarına yüklenecekler: Artık onlar, en azından cakalı adam için, yere düşen ve ağlayan kızlarının hem üstünü temizleyen hem de hafiften paylayan ebeveynlerdir. Belki de, kim bilir… Dikkatlice bakarsak hayatın kimi zaman, böyle saramagovari akıp gittiğini hissederiz.

Bu soyut hayatlar, ilk bakışın yaftasıyla sonsuzluğa uzanırlar. İnsanların çoğu, hülyamızda ilk intibalarıyla yaşarlar ve zamanla, geçmişimize gömülüp zihnimizin derinliklerinde yitip giderler. Elimizi denize daldırıp çıkarttığımızda avcumuzdan tekrar denizin enginliğine düşen damlalar gibi, bir an önce biricik olan bu kişiler, yalnızca bir an sonra maviliğin sıradanlığında yok olup giderler. Beri yandan, bu saramagovari ilk bakış o denli belirleyicidir ki zihnimiz, hayatımızda olan ve bizim için bir değer ifade eden pek çok kişiyi ilk gördüğümüz anı da derinliklerinde bir yere kaydeder. Sevdiğimiz insanlarla ilgili bu ilk anları hatırlamak, engin maviliğe dalıp yerini tam olarak bildiğimiz istiridyenin içindeki bu inciye bakmak, yüreğimize bir sıcaklık yayar. Hafızamızın derinliğindeki inciler, hele ilkgençliğimizde oluştularsa, bizim için daha da anlamlı olurlar. Onları, uzun yıllardır devam eden bir gelenekle gelecek nesillere aktaracağımızı düşünerek daha bir özenle saklar, üzerine farklı anlamlar yükleyerek büyütürüz. Kum tanesinin istiridyenin içine kaçtığı ilk anı hatırlamak, kimi zaman neşeli bir sohbette onu anlatmak bizi yalnızca mutlu etmez; aynı zamanda bize yıllara, dalgalara, sarsıntılara, hayatın insanı oradan oraya savurmalarına direnen, mutluluk gözyaşlarıyla, kahkahalarla, türlü anılarla büyüyen bir dostluğa sahip olmanın övüncünü de yaşatır. İlkgençliğimizin incileri, bir anlamda, bizim gizli hazinelerimizdir; sonsuza kadar bizimle kalacaklarını düşünür, onları kaybetmemek adına, gerçekleşmeyeceğini içten içe bizim de bildiğimiz temennilerde bulunuruz.

jose-saramago
Jose Saramago

Lise yıllarına dair ilk anım müstehzi gülen adama dairdir. Liseye başladığım yıl bizim evin servisini çeken firma, öğrenci sayısını yanlış hesaplamış; taa Narlıdere’den başlayıp Üçyol’a kadar öğrenci toplayan serviste kontenjan fazlası oluşmuştu. Elbette bunun ceremesini yeni gelenler olarak biz çekiyorduk. Servise binen büyükler “Kalk! Orası benim yerim” deyip bizi kaldırıyor, biz de seyahatimize ayakta devam ediyorduk. İlkgençlik tuhaf bir dönemdir; ufak bir şikayetle düzeltilebilecek şeyler gurur meselesi haline getirilir ve susulur. Tüm servisin içinde ayakta kalan 4-5 yeni öğrenci, gururumuzla bu durumun üstesinden gelmeye çalışıyorduk. Kaldırılanlar hep yeni gelenlerdi ancak güzergahın başında aracı binmeyi başaran bazılarımız, bir şekilde kendilerine yer bulabiliyorlardı. Bir sabah servisten indikten sonra aramızda bu konuyu konuşurken, aynı sınıfta olduklarımdan birine bakarak “Bu her sabah oturmayı başarıyor!” demiştim. Bana bakmış ve müstehzi bir şekilde gülümsemişti. Şimdi geriye dönüp baktığımda hayatımdaki saramagovari anlardan birini yaşadığımı anlıyorum: Müstehzi gülen adam

Zihnimdeki istiridyenin içine kaçan bu kum tanesi; senelerce sürecek, kahkahalarla büyüyecek, müstehzi gülen adamın Amerika’ya taşınmasıyla zayıflayacak ve ardından, yüreğimde büyük bir boşluk bırakarak bitecek bir dostluğun ilk anısıymış. Benim de bilmediğim bir nedenle zihnim, bu görüntünün üzerini sevgiyle kaplayarak inciye dönüştürmüş. Lise yıllarını düşündüğümde zihnimden sevgiyle geçen şeylerin çoğunun müstehzi gülen adamla yaşadığımız; insanlara boş, bize komik gelen anılar olduğunu fark ediyorum. Dışarıdan bakanlar, belki tarihçiliklerinin yetersizliği nedeniyle, bizim içimizdeki incileri göremiyor, görseler bile o incilerin arkasındaki hikâyeleri tahayyül edemediklerinden sohbetlerin anlamlarını kavrayamıyorlardı. İlkgençlik, seçilmiş ailemiz ile farklı bir iletişim dili kurduğumuz bir dönemdir ve o dil, ne kadar nevi şahsına münhasır olursa ilişkimiz o kadar biricik demektir! “Neye gülüyor yahu bunlar!” diye şaşkın şaşkın bize bakan insanların bakışları içten içe gururumuzu okşar; onların hiç bilmedikleri, asla dokunamayacakları; gizli anlamlar ve yoğun bir geçmiş ihtiva ettiğinden hiçbir zaman tam manasıyla anlayamayacakları özel bir hazineye sahip olduğumuzu, elimizde emsalsiz bir mücevher tuttuğumuzu düşünürüz. Tam da bu nedenle, ilkgençlik incilerini kaybetmek bizi daha çok yaralar. Hayatımızda aldığımız pek çok façayı unutsak da ilkgençlik incilerinin üzerindeki çizikler hiçbir zaman tam manasıyla silinmez.

Kendi kılavuzumu hazırlarken epeyce yararlandığım o andaçlardan birinin son sayfasında yazan not, ilkgençlik incilerinden vazgeçmenin ne denli zor olduğunu gösteren, aynı zamanda gençliğin romantik naifliğini taşıyan bir cümleydi: “Birbirimizi unutmamak dileğiyle tek yılların mayıs ayının ilk cumartesi günü saat on üçte Cumhuriyet Meydanı’nda Atatürk Heykeli önünde buluşmak arzusuyla… Hoşçakalın…” Küçükken bu notu okur, sahiden birilerinin bu son derece net olarak bildirilmiş tarihte, en güzel elbiselerini giyerek meydana gidip gitmediğini merak ederdim. Elbette bu, yazan kişi de dahil olmak üzere, gerçekleşmeyeceğini herkesin bildiği, ölü doğmuş bir arzuydu; yine de o cümlenin içindeki naiflik, bugün dahi yüzüme bir tebessüm yayılmasına sebep oluyor. İlkgençliğin bitmesi, yuvadan uçmak demektir; bunu hem ister, hem de içten içe yüreğimizin demirinin hep ilkgençlikte kalmasını dileriz. “Aşkı ilk yaşamak, denizi ilk görmek gibi, Dostoyevski’yi de keşfetmek insanın hayatında çok önemli bir tarihtir. Bu genellikle ilkgençlik çağında olur; yaşlılıkta daha huzurlu yazarları okuruz.” der Borges. Dostoyevski’nin, sevmediği şeylerden içten içe keyif alan, sevdiği şeylerden sinsi sinsi nefret eden karakterlerinde, ilkgençliğimizin dalgalı deniz ruh halini bulur; bulanıklaşan iyi-kötü, güzel-çirkin, siyah-beyaz kavramlarında kendi gerçekliğimizin nefes almaya başladığını hissederiz; Dostoyevski’nin delişmen karakterleri gerçekliği öyle bir bükerler ki, biz kendi gerçekliğimizi onlar üzerinden tanımlamaya başlarız: Yıllarca tam özgürlük hasretiyle yanıp tutuşurken, onu bir anda avucumuzun içinde bulunca müthiş bir korkuya kapılırız: Peki şimdi ne yapacağım? O zamana kadar yalnızca o özgürlüğe sahip olmanın hayalini kurmuşuzdur; onu bir anda elimizde bulunca ne yapacağımız, düşünmeyi unuttuğumuz küçük ama önemli bir detaydır. Raskolnikov gibi, eylemimizin yükü altında ezildiğimizi hissederiz. Bu şaşkınlıkla yaptığımız veya yapmadığımız şeyler, biz farkına varmadan ilkgençlik incilerini zedelemeye, onların saflıklarını bozmaya başlar. Onların biricikliği aslında bizim onlara yakıştırdığımız bir şeydir; oysa üzerine titremediğimiz her şey, biz aksine inansak da zamanaşımına tabidir.

Küçükken, ilkokulda olsam gerek, defterimin arka kapağında bizlere çevre bilinci kazandırmak için, her gün gördüğümüz ve sokağa fıydırıvermekten pek de gocunmadığımız şeylerin doğada ne kadar zamanda çözündüğüne dair bir resim vardı. Unutmamışım, pet şişe bin yılda, cam şişe ise ancak dört bin yılda çözünüyordu. Bunlara bakıp sürelerin uzunluğundan ürktüğümü hatırlıyorum: Demek ben şimdi bir cam şişe atsam, onun yok oluşunu hiçbir zaman göremeyeceğim. Aslında, burada üzüntüsünü duyduğum şey doğanın uğradığı zarardan çok, bu muazzam sihirbazlık gösterisini izleyemeyeceğim düşüncesiydi. Ben şimdi bir cam şişe atsam, bunun yok oluşunu hiçbir zaman göremeyeceğim. Hatta şimdi yaşayan kimse göremeyecek; hepimiz ondan çok daha önce zaten yok olacağız… Şanslıyım ki, aynı resimde, doğada benden daha hızlı çözünen şeyler de yer alıyordu; beş yılda kayıplara karışan sakız gibi… Bunu okuduğumda çok heyecanlanmış ve hemen deneyini yapmaya karar vermiştim. Okuldan çıktığımda ağzıma bir sakız atmış, eve dönene kadar çiğnemiş, sonra da apartman kapısının yanındaki duvara yapıştırıvermiştim! Çok heyecanlandığımı hatırlıyorum, her gün gidip gelip sakıza bakacaktım ve en nihayetinde bir gün onun tamamen yok olduğunu görecektim.

Şimdi geriye dönüp bakıyorum da, beni esas heyecanlandıran bu bilginin doğruluğunu test etmek değil, bir algı yanılgısının doğru çıkacağına dair çocuksu inançmış: Duvara yapıştırdığım sakızın beş yıl içerisinde yavaş yavaş değil de, yapıştırdığım günden tam beş yıl sonra, ortada hiçbir geçerli sebep yokken, aynı sihirbazların yaptığı gibi şak diye kayboluvereceğini, bir hukuk vakası gibi, bir gün içerisinde zamanaşımına tâbi olacağını düşünmüşüm. Ayran gönüllülüğüm sebebiyle bir zaman sonra bu deneyimin sonuçlarını takip etmekten vazgeçtim elbette; ancak şimdi düşünüyorum da, biri gelip itinayla sökmediyse, sahiden de sakız zaman içerisinde duvardan yok olup gitmişti, sadece ben bunu fark etmemiştim. Doğanın yaptığı bir sihirbazlık gösterisi değildi; sakızı zaman içerisinde, ağır ağır, peyderpey yok ediyordu, aynı hafızamız gibi. Sebebini bilmediğimiz bir şekilde bazı olaylar zihnimizin istiridyelerinin içinde inciye dönüşürken, bazıları da, yine öyle sebepsiz yere silinip giderler; geçmiş, hafızamızın yaptığı seçimlerden müteşekkil bir bükülmüş gerçekliktir. İlkgençlik incileri de dahil olmak üzere her şey, zamanaşımından nasibini alır; ancak bu zamanaşımı öyle bir anda, şak diye olmaz; bir kum tanesinin üzerini sarmalayan yaşanmışlıkların hülasası inciler, yine zamanla, ağır ağır yok olurlar; öyle ki dikkatlice bakmazsak onların yok olduklarını bile kolay kolay fark edemeyiz. Geriye dönüp de üzeri çiziklerle dolu, yıpranmış, parlaklığını kaybetmiş incileri gördüğümüzde yüreğimiz burkulur, öfkeyle karışık bir hüzün duyarız. Üzeri çizik ilkgençlik incilerine bakmak, neredeyse fiziki bir acı verir; gençliğin naif romantikliğinin senelerin acımasızlığıyla değil, bizzat seçilmiş ailemizin bıçak darbeleriyle öldüğünü hissederiz.

stehzi gülen adamın zihnimdeki incisinin üzerinde oluşan ilk çiziği de çok net anımsıyorum: Lalettayin bir konuşmada, lalettayin bir edayla, lalettayin bir şey söylermişçesine “Bu arada, bana Amerika’daki bir üniversiteden kabul geldi” deyivermişti. Büyük kırgınlıklarının altında çoğu kez küçük kabalıklar, öylesine söylenmiş, lalettayin sözler yatar. Kimi zaman kelimeler, küçük mimikler, alaycı dudak kıvrımları yılların birikmişliğiyle birleşerek bambaşka anlamlara gelir. Bunun böyle olduğunu, ancak o olayı bir başkasına anlatmaya çalıştığımızda anlarız: Nice uğraşırsak uğraşalım, o kelimelerin, bakışların, kıvrımların yıkıcılığını bir türlü tarif edemeyiz; karşımızdakinin tarihçiliğinden medet ummaktan başka elimizden bir şey gelmez, yine. Yıllar sonra şimdi geriye dönüp baktığımda, artık iyiden iyiye yosun tutmuş incinin üzerindeki ilk çiziğin bu olduğunu fark ediyorum. Müstehzi gülen adam için her şey bu kadar basitti; hayat ağaçlarımızın artık bambaşka yönlerde kök salacağı haberini, iki kelimeye sığdırmış; en usta şairlere taş çıkartırcasına, yıllarca devam eden kahkahaların geride kalacağını, yalnızca iki kelimeyle, hiçbir ehemmiyeti olmayan bir şeymiş gibi, öylecene söyleyivermişti.

saitfaik-abasiyanik
Sait Faik

Montaigne Dostluk Bağları denemesinde “Dostluğun kolları birbirimizi dünyanın bir ucundan diğer bir ucuna kucaklayabilecek kadar uzundur.” der. Üniversite yıllarının hemen başında, bu denemeyi ilk okuduğumda aklımdan geçen kişi müstehzi gülen adamdı. İlkgençliğin romantik naifliği ile onunla ne kadar uzak olursak olalım asla kopmayacağımızı, yalnızca tek yılların mayıs ayının ilk cumartesi günü saat on üçte değil, bir ömür yan yana olmaya devam edeceğimizi tahayyül etmiş; Montaigne’nin yaklaşık dört yüz yıl önceden böylesine bir kehanette bulunmasından büyülenmiştim. Şimdi düşünüyorum da, Montaigne’nin bu cümlesi de biraz ilkgençlik yıllarının umutlu kokusunu taşıyormuş. Evet, dostluğun kolları kilometrelerce uzayabilir, hayat ağacımızın kökleri, başka ağaçların kökleriyle bir daha hiç ayrılmamacasına karışabilir fakat bunun için Kör Mustafa’nın mücadelesini vermek gerekir. Sait Faik’in Karanfiller ve Domates Suyu öyküsünde, çalı çırpı ile dolu bir bahçeyi yaşama döndürmek için canla başla uğraşan Mustafa’yı hatırlarsınız: Denize diklemesine inen, çalı çırpıyla, taşla dolu bir çalılığı alır; canla başla uğraşarak, kazma iş görmediği zaman yumrukları, onlar da kâr etmezse tırnaklarıyla toprağı kazıyarak orayı adam etmeye uğraşır. Zamanla, o herkesin unuttuğu çalılıktan bir hayat yeşermeye başlar. Sait Faik, bu tutkuyla dolu mücadeleyi, kendine has, yalın üslubuyla, bakışlarındaki sevgiyi ve hayranlığı bir an olsun gizlemeden anlatır. Peki, tekrar Montaigne’e dönelim: Dostluğun kollarının okyanusları aşması mümkündür; ancak bunun için Kör Mustafa’nın inadıyla, öfkesiyle, aşkıyla, tutkusuyla çabalamak gerekir. Denize diklemesine inen bir çalılık, Kör Mustafa’nın tutkusuyla yeşerebileceği gibi; yeşilliklerle dolu bir bahçe, Oblomov’un kayıtsızlığıyla bereketsiz bir toprağa dönebilir. Müstehzi gülen adamla dostluğumuzun kolları, Montaigne’e inat, epeyce güdük kaldı ve hızlı bir şekilde dört bir yanımızı çalı çırpı kapladı.

Küçükken annemin kitaplığındaki Tutunamayanlar’a bakıp hem ürktüğümü hem de günü gelince o kitaptaki şeyleri anlayacağıma dair bir umut beslediğimi söylemiştim. Bugün o zamanları düşündüğümde, müstehzi adamın gidişi bana, vaktiyle korkutucu fotoğrafıyla beni ürküten Oğuz Atay’ın başka bir kitabından şu cümleyi hatırlatıyor: “Gidenler sevinçliydi… Geride bıraktıklarına karşı ayıp olmasın diye üzgün görünüyorlardı.” Gitmek, çoğu kez, umut demektir ve umut insanın içini öyle bir kaplar ki geride kalanlar çoğu kez gidenin umrunda bile olmaz; geçmiş yılların hatırına, o yaşanmışlıklara ayıp olmasın diye üzgün görünmeye çalışırlar. Müstehzi gülen adamı bugün düşündüğümde, zihnime ilk olarak istiridyenin içinde üzeri artık çiziklerle dolmuş o inci değil, geride bıraktığına karşı, en azından ayıp olmasın diye üzgün görünmeye çalışmaya dahi tenezzül etmeyen bir giden canlanıyor. Biten dostluklar, zihnimizdeki ilk incileriyle değil, damağımızda bıraktıkları son tatla hatırlanıyorlar. Hayat bazen saramagovari aksa da, kimi zaman gerçek, sanattan daha büyük olduğunu hatırlatma ihtiyacı duyuyor demek ki…

Şimdi tüm bunların muhasebesini yapmaya çalıştığımda işin içinden çıkamıyorum. Çoğu kez onun vefâsızlığına, kendi hayatının içinde kaybolup gitmesine, beni öyle lalettayin bir şekilde hayatının bir köşesinde bırakıvermesine öfkelensem de, derinlerde bir yerde, nevi şahsına münhasır diliyle meşhur dostluğumuzu, bir ölüyü özler gibi özlüyorum. stehzi gülen adam, zihnimde o ilk gülüşüyle değil de, Amerika’ya gittikten sonraki yıllar içerisinde dostluğumuzun hiyerarşik bir ilişkiye dönüşmesi, araya giren binlerce kilometre, giderek haberleşmeye dönen, gizli neşesi kaçan sohbetler, yavaş yavaş birbirimizin hayatından silinmemiz ve kalp kırıklıkları ile yaşıyor. Onu düşündüğümde, artık ilkgençliğin coşkusunu değil, Safiye Ayla’nın sis perdesi arkasında kaybolup giden geçmişinin hüznünü duyuyorum. Sanki gidenin görüntüsüne sis çöktükçe ilkgençlik kahkahalarım, ümitlerim, öfkelerim, sevinçlerim bir bir yok oluyor ve ben, aynı Safiye gibi, geçmişimin yok olup gittiğini, köksüzleştiğimi hissediyorum: Sahi, nelere gülerdik? Nelerden konuşur, neleri severdik? O kahkaha attığımız şeyler nelerdi? Çocukluğumdaki sarı sıcak cumartesi akşamlarını düşündükçe ruhumu tuhaf bir aldatılmışlık hissi sarmalıyor, ağzına bir parmak bal çalınmış, ağlaması geçsin diye eline balon tutuşturuluş bir çocuk gibi hissediyorum.

Ne yalan söyleyeyim, Oğuz Atay’ın kitapları da, küçüklüğümde korktuğum kadar varmış hani.

Deniz Kıral

[1] Murat Bardakçı, Safiye, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2017.