Bekir Dadır: “İçler Dışlar Çarpımı”, “Vasati 40 Yaş”, “Sonsuz Rasim Abi’ler Diyarı”, “Dün Gece Ansızın”, “Kartela”, “Sessizliği Öldüren Tuzluk” öykülerinizin girişinde çeşitli şair ve yazarlardan epigraflar almışsınız. Bu epigrafların okur nezdinde öykü ile bağlantısı olduğu aşikâr. Bunun dışında genelde yazarlar, özelde Ömür İklim Demir bu tür epigrafları neden kullanıyor?

Ömür İklim Demir: Epigraf denildiğinde aklıma nedense ilk olarak Kara Kitap’ın girişinde kullanılan epigraflar gelir. Bunlardan birisi “Epigraf kullanmayın. Çünkü yazının içindeki esrarı öldürür.” der, diğeri de “Böylece ölecekse öldür o zaman sen de esrarı. Esrar satan yalancı peygamberi öldür” diye ona cevap verir. Bana göre epigraf, metnin içindeki esrarı öldüren bir şey olmaktan ziyade, metnin atmosferine ilişkin ipucu veren çok özel bir anahtardır. En azından ben, yazdığım metinlerde epigrafı bu şekilde kullanmaya çalışıyorum.

Sonrasında, epigrafın kurduğu o belirsiz çatının altında gelişen bir hikâye okuyoruz. Bu açıdan bakıldığında, bu biraz da filmlerin açılış sahnelerinde ya da afişlerinde kullanılan sözler, sloganlar gibidir. Mesela, “Savaşta kaybedilen ilk şey masumiyettir.” yazısını afişte okuduğumuz an, Müfreze’nin bizi içine çekeceği hikâyeyi hissederiz. Epigraf kullanımı da biraz buna benziyor. Elbette hiçbir amacı ya da anlamı olmadan da epigraf kullanılabilir. Günün birinde bir öykünün girişine sadece “Miyav!” Boncuk da yazabilirim.

“Biz belki de dünyaya bunun için geldik: Bir drama katılmak! Ödevimiz bu, kim bilir… Biz olmadan önce ne vardı dünyada? Gene böylesine bir hiçlik. Sonra değişti mi? Hayır!” diye yazar Edip Cansever, Erdal Öz’e yazdığı bir mektupta. Sorum şu: Ömür İklim Demir bu dünyaya binlerce yıldır devam eden drama katılmak için mi geldi veya ne için geldi? Öykücülüğünüzün vereceğiniz cevapla ilgili bir sebebi, sonucu var mıdır?

Evet, ben de herkes gibi ölmeye geldim dünyaya. Bilinçli bir tercih değil, hatta bu sorunun cevabı bile değil. Sadece sorunun altında bana ayrılan yer boş kalmasın diye bu birkaç cümleyi uydurdum. Yazmanın özü de bu değil midir zaten? Uydurmak… Bir de neden sorusu dipsiz bir kuyu gibi geliyor bana; ardından gelen her cevaba, bir neden daha eklemek mümkün. Ta ki bilmiyorum’a varana kadar gidiyor öyle. Sanırım şu anda da oraya vardık, bilmiyorum.

“Öykünün, ‘Üzüldüm, sonra yürüdüm’ serinkanlılığında kurabileceği bir cümleyi, romanın, ‘Üzüldüm, sonra ağlayarak yürüdüm’ duygusallığında kurmak zorunda kalmasının nedeni, ‘üzüntü’yü orada öylece bırakmasının olanaksızlığıyla sürekli yüz yüze durmasıdır” diyor Semih Gümüş Öykünün Kedi Gözü kitabında. Siz Semih Gümüş’ün bu tezi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Edebiyatta kurallardan, genellemelerden, şablonlardan, tezlerden hoşlanmıyorum. Bana kalırsa böylesi kavramların en güzel yanı, hırpalanabiliyor, kırılabiliyor olmaları. Bu hâlleriyle bize, gizliden gizliye, daha zor, daha tehlikeli ama belki de daha manzaralı yolların varlığından bahsediyorlar. Romanda bir kâse tavuk çorbasından bahsederken, birden bir parantez açıp iki sayfa süren bir şehriyeli tavuk çorbası tarifi vermek ve hatta çorbadaki tavuğun son kez hangi dağların arasından, hangi açıyla güneşe bakmış olduğunu anlatmak mümkün. Romanın bu tarz esnemelere, dağılmalara daha müsait bir yapısı var. Velhasıl öykü kadar usul ekonomisi yapmasına gerek yok. Ancak yeri gelir öykü de kalkıp aynısını yapabilir, yeter ki ihtiyacı olsun. Sonuçta yazmak da tıpkı okumak gibi son derece kişisel bir eylem.

Yazmaya dair ben de Hemingway’in söylemiş olduğu iddia edilen bir söz bırakayım buraya, anlatmak istediklerimi belki daha kolay açıklar: “There is nothing to writing. All you do is sit down at a typewriter and bleed.”[1]

Tabii bunlar sadece kendimden yola çıkarak söylediğim laflar.

Birkaç öykünüz birbiriyle bağlantılı. Bu bağlantılar biz okurlar için uzun bir öykünün birkaç bölüme ayrıldığı izlenimini veriyor. Daha önce bir söyleşinizde roman çalışmanızın olduğunu söylemiştiniz. Muhtelif Evhamlar Kitabı’nda bahsettiğim bağlantılı öyküler ileriki bir zamanda bizlere bir romanın habercisi midir? Bir öykü yazarı olarak, öykü ve roman dilinin ayrımını nasıl yapıyorsunuz? İleriki zamanda okurlar sizden ne gibi çalışmalar okuyacak?

Ortak dili ve çatısı olan, yaşadığımız dünyaya çok benzeyen ancak yerine göre kendine has mekanizmaları da bulunan bir başka dünya kurgulamaya çalışıyorum. Bazı öykülerin birbirine temas etmesinin sebebi de bu. Romanla ilgili konuşacak olursam, onu da birkaç ay önce yayınevine teslim ettim, bir aksilik olmaz ise eğer eylül-ekim gibi çıkmış olacak. Romanda, öyküdeki kadar odaklı, her kelimesiyle bir şeylere hizmet eden ve bizi sonuca taşıyan bir dil kullanmak gerekmiyor. Bence kolaylığı da zorluğu da burada. İlerisi için, yazmaya başladığım ilk romanı bitirmeyi planlıyorum. Yirmi altı yaşımda başlamıştım, yüz elli sayfalık bir taslak… Birkaç yüz sayfa da farklı tarzlarda yazdığım öyküler var elimde. Bir ara da onları toparlamayı düşünüyorum.

Son dönem edebiyat ortamını takip ediyorsunuzdur diye düşünüyorum. Özellikle son 10 yıldır öykücülüğümüzde genellikle “varoluş, kentlilik, kent yalnızlığı, yabancılaşma” gibi konular üzerine eserler veriliyor. Bekir Yıldız, Osman Şahin, Orhan Kemal gibi isimlerin birçok eserinde gördüğümüz Anadolu, köy, evin içi gibi konular pek görülmüyor artık. Bunun sebebi nedir sizce? Değişen dünya düzeni, postmodernizm, post-truht gibi kavramların etkisinin olduğunu düşünüyor musunuz edebiyatımızda?

İnsan genellikle, bildiği, tanıdığı şeyi daha iyi yazar, en azından ilk aşamada böyle yapar. Sonrasında Mars’ta patates yetiştiren bir adamın başından geçenleri de yazmak mümkün. Ancak öncesinde hep atı çizer insan, atı anlatır, kanatlar ve Pegasus sonrasında gelir.

Ben, kıyısından köşesinden de olsa, bağlantılı olduğum dünyalarla ilgili yazarken daha gerçek cümleler kurduğumu düşünüyorum. Karakter bir caddenin kenarında yürürken yanından otobüs geçer mi, geçerse karakterin üstüne su sıçrar mı, yerdeki kaldırımların deseni nasıldır, gibi aslında metinde hiç kullanılmayacak bilgilerin ışığında yazıyorum. Mesela “yürüyordu” yazarken, sonra yeri geliyor, bir otobüsün kornası duyuluyor uzaktan, diyorum; çünkü birkaç dakika önce o otobüs, sayfalarda hiç görünmeden karakterin yanından geçti gitti. Bu mantığın dışında yapılan çoğu iş, bana bir acının ya da herhangi bir durumun fazla teatral ve karikatürize edilmiş hâli gibi geliyor. Belki de sadece bana böyle geliyordur, bilemiyorum.

Bütün bu eksen kaymasında, elbette değişen dünya düzeninin de etkisi var. Bazı konularda değişim kaçınılmazdır. Hayat tarzları değişti bir kere, kişisel balonlar büyüdü, kurşungeçirmez hâle geldi. İki sene boyunca her sabah vapurda aynı kişinin yanına oturup, o kişinin adını bile bilmeden telefonumuzun ekranından dizi izlediğimiz tuhaf bir dönemde yaşıyoruz. Doksanlı yıllarda sabah vapurundayken, hava güzelse eğer, arka güvertede cümbür cemaat kahvaltı yapardık. Sırf o güne özel, poğaça yapıp getirenler bile olurdu. Şimdi bunlar öykülerde nostaljik motif olmaktan ibaret, şimdi başka bir gerçeklik, bambaşka hikâyeler var. Neyse ki hikâyeler var, iyi ki de hikâyeler var.

[1]“Yazmakta bir şey yok. Tek yapacağınız, daktilonun başına oturup kanamak.”