“Yazmak nasıl bir sorumluluk taşıyorsa, okuma eylemi de sorumlu bireyler ister. Bir metnin türlü alaşımlarının yüzeyindeki patina donukluğunun silinerek alttaki parlak metalin ortaya çıkarılması okuyucunun düşünsel emeğini gerektirir. İşte o zaman, dikkatli bir okuyucu metalin aynasında kendini de görmek gibi bir ödüle ulaşabilir.”
Dünya’nın oluşumundan itibaren (50 Milyon yıl hata payıyla)
4 milyar 540 milyon 874 bin 672. yıl, 270. Gün:
“EDEBİYAT HASTALIĞI”
Portekiz’li şair ve yazar Fernando Pessoa, yarattığı yetmişten fazla yazar karakterinden birini de (Bernardo Soares) günlük yazmakla görevlendirir. Yazar ünlenecek olan kitabına Huzursuzluğun Kitabı adını verir. Kitap, “var olmayan bir insanın olaysız özyaşamı”nın romanıdır.
Edebiyat türlerini harmanlama ustası, ödüllü İspanyol yazarı Enrique Vila-Matas, sıradışı romanı Montano Hastalığı’nda Huzursuzluğun Kitabı’na değinerek, “Peki, nedir bu huzursuzluk?” diye sorar. “… anlattıklarına bakılırsa huzursuzluktan tedirginliği ama her şeyden öte hayat karşısında hissedilen yetersizliği anlıyoruz.” — Bu bir “Yaşama hastalığı”dır.
Hayat hakkındaki görüşlerimizin yazarlarca paylaşılması bazı şeyleri anladığımızı bize sevinçle duyumsatır. Açıklayamadığımız durumların varlığı ise bizi huzursuz eder. Montano Hastalığı’nın yazarı böyle durumları “Pek çok şeyi anlamadan yaşayıp gidiyoruz işte” diyerek ister istemez sineye çekmiş görünür. Bana göre bu söz, ‘pek çok şeyi anlamadan ölüp gidiyoruz işte’, demektir ve sözün bu şekliyle acınasılık daha da belirginleşir.
Farklı türlerde yirmi kitabı olan Vila-Matas’ın edebiyatseverler açısından örneğine az rastlanır değerdeki eseri Montano Hastalığı’nda (2002) en fazla üzerinde durduğu tür günlüktür. Kitabı İspanyolca aslından çeviren Seda Ersavcı’nın güzel Türkçesinin de katkısıyla elden bırakılması zorlaşan romanda, hastalık derecesindeki edebiyat düşkünlüğü, ‘Edebiyat Hastalığı’ her yönüyle anlatılır. Günlük yazmanın ise “ağır hasta” ya da “kronik edebiyat hastası” durumuna karşılık geldiğini anlarız. (Günlük yazanların kulağına küpe olsun.)
Böylece, edebiyat tarihinin günlükle ilgili sayfalarına geçer ve bilinen ilk günlük (Gri Defter) yazarının Josep Pla adında bir Katalan köylüsü olduğunu ve türün temelinin Jules Renard (1864-1910) tarafından atıldığını öğreniriz. Andre Gide ise, günlükleri edebi bir metne dönüştüren ilk yazar olarak tanınacaktır. — “Yazmak, sözünüz kesilmeden yapabileceğiniz tek konuşmadır.” der Renard bir günlüğünde.
273. Gün:
ÖZENME ÜZERİNE
Çocukluğumda mahalle arkadaşlarımdan birinin saçına özenirdim. Alnının tam üzerinde girdaba yakalanmış gibi fırfır dönen bir yeri vardı saçının. Yüzüne güzel bir anlam da verirdi.
İnsan saçının düzeni tamamen matematikseldir. Hani, şu başımızın tam üzerinde geriye doğru bütün saçların oradan döne döne çıkıp dağıldığı bir sıfır noktası, saçsız küçük bir bölge vardır ya; işte o noktanın durağanlığı olmasa, saçlarımızın ancak tarakla yola gelen kaotik düzeni de olmazdı. Böyle bir noktanın varlığının zorunluluğu başımızın yarım küre şeklinde olmasıdır. Saçlarımız bir küre üzerinde üremenin matematiğine tabidir.
Arkadaşımın saçında, gerideki saç merkezi bu defa alnının üstünde bir yerde ikinci bir merkez doğurmuştu sanki. Saçları bir noktadan dönerek ve biraz önce taranmış gibi dimdik çıkıyordu. Benim alnıma düşen oynak saçımın onunkine benzemesini o kadar istiyordum ki, özenme duygum tüm duygularımın üstüne çıkarak uzun süre rakipsizliğinin keyfini çıkardı. Ve bir gün… Aynaya baktığımda arkadaşımınkine tıpatıp benzeyen döngülü hatlarıyla fırça gibi çıkmış yeni saçımla karşılaştım.
Belki bu durum oğlan çocuklarının gelişmesi sırasında sıkça görülüyordur, ama ben küçük yaşlarımda bilgiden çok sezgiyle düşündüğüm için saçımdaki değişikliği özenme duygumun zaferi olarak ilan ettim.
Bu duygu temelde varoluşumuz ve hayatta kalma içgüdümüzle ilgili bir sır taşıyor olmalı. Neden özeniriz? Duygular sahtelik kaldırmaz; özenme duygusu da. Aşıklara, sevişmelere, yeme içmelere özeniriz. En temel ihtiyaçlar özenme duygumuzu uyandırır. Özenme kıskançlığa vardırılırsa doğal işleyişinden çıkar, olumluluktan olumsuzluğa yönelir.
275. Gün:
YAZIYORUM, O HALDE…
Yazma eylemi bir var olma biçimi de olabilir, bir oyalanma biçimi de. “Yazıyorum, o halde varım”la, “(Mademki) varım, o halde yazıyorum”a dayanarak yazmak arasında pratikte bir fark olduğunu söylemek zor.
Yazarlar daima, bir insan olarak kendi varlığımız ve onu okuyucuya duyumsatacak olgular üzerine yazar. Yazarlık hayatının en az bir döneminde neden yazdığını kendine sormayan bir yazar düşünülemez.
“Neden yazıyorum?” sorusu aynı zamanda “Neden okuyorum?” sorusuyla karşılıklı ilişki içinde diyalektik bir karşıtlık/bütünlük gösterir. Yazının amacı ne olmalı ki, bu uğraş bu denli yaygın olsun? Bana göre, nesir türü ne olursa olsun (öykü, roman, deneme, eleştiri, anı vb.) yazma ve yazmayı bütünleyen okuma eylemi, insandaki anlama arzusunun bir sonucudur.
Anlamak: Bu zamana kadar dünyada, doğal veya insan eliyle gerçekleşmiş ve gerçekleşmekte olan olayları ve ilişkileri, aklın ve sezginin yardımıyla ‘hayatta kalma’ içgüdümüze hizmet edecek şekilde bilince çıkarmak ve kavramaktır. Anlamak, öğrenilen bilgi ve hayat deneyiminden damıtılır. Bilgi unutulur, ama anlamak bilgiyi bilgeliğe taşır, onu kalıcı kılar. Kısa hayatlarımız için bu kadarı da yeter sanırım.
Yazmak nasıl bir sorumluluk taşıyorsa, okuma eylemi de sorumlu bireyler ister. Bir metnin türlü alaşımlarının yüzeyindeki patina donukluğunun silinerek alttaki parlak metalin ortaya çıkarılması okuyucunun düşünsel emeğini gerektirir. İşte o zaman, dikkatli bir okuyucu metalin aynasında kendini de görmek gibi bir ödüle ulaşabilir.
279. Gün:
Kendi varlığında kendini arayış mı, yoksa kendi varlığında başkalarını arayış mı daha anlamlıdır? (Fernando Pessoa acaba ne derdi?)