Der Großinquisitor, Boris Blacher’in Karamazof Kardeşler’den çekip çıkardığı oratoryosu, II. Dünya Savaşı’nın yüreğinde olgunlaştığından beri huzura kavuşamadı. Unutuluşun kıyısındaki o besteciye uzanmam itibar yontuculuğuna soyunma işgüzarlığından değil ama, avuntunun zorunluluğundan. Yoksa, klasik müziğin sırf son yüz yılına göz atmak bile kayboluşun ona özgü olmadığını görmeye yeter: Glanert’in Caligula’sından (Camus) Usmanbaş’ın Şenlikname’sine (İlhan Berk) dek, duyma eşiğinin bir adım ötesinde sayısız yapıt bekliyor, bilmiyor değilim.

Geleceksiz kalmayı hiçbir neslin kendine kolay kolay kondurabileceğini sanmam, Dostoyevski’nin kıssasının, İvan’ın kardeşi Alyoşa’ya aktardığı şiirin İkinci Savaş’ı hazırlayan şartlara eldiven gibi uyduğunu geçmişe dönüp bakınca görmek başka, karanlığın görgü tanığı olmak başka –onların payına hedefi şaşmış öfkenin el etmesiyle, matlaştıkça matlaşan bir felç düşüyor. Blacher de donakalmamış değildi, 1943’te, oratoryoyu güç bela yarılayabilmişken girdiği ağır depresyon savaşın sonuna dek çözülmeyecek bir tıkanıklığa mıhladı onu. Yeniden notaların başına geçebildiğinde, Büyük Engizisyoncu’daki özgürlükten kaçış sorununun kendine yıkımlardan yıkım beğendiği topraklardaydı.

3

Enkazın boyutlarını hesaba katarak dışavurumcu, öfkeli bir yapıt bekleyeni irkiltecektir ama oratoryosu; yadırgatacak denli geleneksel, susmanın yollarını arayan, ironiyle oynaşan bir yapıttır. İroni ifadesi kulak tırmalarsa şaşmam, neticede Engizisyon devrinde Sevilla’da dirilen İsa’nın Büyük Engizisyoncu tarafından zindana atılmasından yola çıkan bir anlatıyı anıyorum. Buna karşılık olarak, Dostoyevski’nin o bölüm için kurduğu çerçeveleri işaret etmek isterim. İvan’ın meyhanede, dalgasına sözünü açtığı bir şiirdir Büyük Engizisyoncu. Fakat şiirini o kadar önemsemez görünür ki yazmaya dahi tenezzül etmemiştir. Yetmezmiş gibi, kardeşine onu düzyazıyla aktarır. Konuşurken espri yaptığını defalarca söyler, romanın bendeki baskısında yirmi sayfa tutan bölüm boyunca (doğru saydıysam) yedi kez güler.

Hafifseme, Dostoyevski’nin sık sık uzandığı bir yöntemdi. Ait olduğu gövdenin belki de en kanlı satırlarını bir tür aldırışsızlıkla, marazla kuşatmayı seviyordu Rus devi –İppolit’in zorunlu açıklamasını, İvan İvanoviç’in mezarlık ziyaretini unutmak mümkün mü? Bilmem söylememe gerek var mı, Rabelais’nin, Lukianos’un soyundan geldiğinin bilincindeydi.

Blacher’in o cümbüşü kendi yaşamından tanıdığını tahmin ediyorum. Annesi Alman, babası İskandinav besteci bir ara bölge çocuğuydu. 1903’te, yüzyıl dönemecinde ta Çin’de dünyaya gelmiş, çocukluğunu Mançurya’da, Sibirya’da geçirmişti. Yolu Berlin’e, üstelik aksanlı Almancasıyla, ancak 1922’de düştü. Önce mimari, sonra matematik eğitimi aldı. Müziğe yönelmesi için ise iki yıl daha geçmesi gerekecekti. 1975’te gözlerini yumana dek dünyaya İkinci Viyana Okulu için geç, Darmstadt Okulu için erken geldiğini hiç unutmadı. Bestelerinin hafif, eğlenceli ama deneysel olduğunun altını çizerken de mizacına dikkat çekiyordu bana kalırsa. Laubaliliği değil, Hindemith ile caz arasındaki geniş ilgi alanının onu Bach’tan Berg’e uzanan kıvamlı güzergâh kadar Rossini’nin kahkahalarıyla da buluşturduğunu ima ediyordu.

71UPPjwfkbL
Boris Blacher

O sinek gözlü bakma yöntemi Dostoyevski’yi notalara taşırken gereksindiği ölçüyü Blacher’e altın tepside sunmuş gibi geliyor bana. Rus yazarın siyaset felsefesinin alanına giren temasının iki yüzü birbirini tamamlayan bir madalyon olduğunu görüyordu kuşkusuz: İnsan, özü itibarıyla özgürse, özgürlüğünü yitirmeyi de seçebilir. Belirsiz geleceğin kapısında, serde karnını doyurmak varken, kapanları yeğler hatta. Özgürlüğün esrime ile hiçlik kıyılarına aynı hayatı taşıması darı darına özgün bir fikir belki; Ev Sahibesi’nin Murin’inden Cinler’in Stavrogin’ine dek, Dostoyevski’nin özgür karakterlerinin tekinsiz köşelerden çıkma hâlelerle kuşatıldığını göz ardı edecek, İvan’ın anlatısını Dostoyevski yazınında öncesiz sayacak da değilim. Gelgelelim Büyük Engizisyoncu’nun zindanda, İsa’ya çatarken iddialarını inanç krizinin üzerine inşa ettiğini seçememesi, negatif teolojiye teğet savları yeğlemesi, berikini pekâlâ övüyor da olabileceğini göremeyişi onu neredeyse Havari Petrus kadar karmaşık bir karakter kılıyor.

Oratoryoda bu ince işçilikten yoksunuz. Öte yandan, farklı ritimler arasında tasasızca gezinmeyi seven bir besteciydi Blacher; o tutarsızlık ilmeklerinin hem İvan’ın alaycılığını hem de şiirini besleyen şüpheleri betimlerken iş gördüğünü düşünüyorum –neticede kimse ortaya çıkan kişinin sahiden de İsa olduğundan emin değildir; İvan’ın söylediği gibi, her şey doksanlık bir ihtiyarın sanrısı da olabilir. O şüphelerin dört yana dengesizlik saçması şaşırtmıyor, dolayısıyla: Günahkârlar yakılırken Sevilla halkının çılgınlığı neşeyle boyalıdır. Kurtarıcının ortaya çıkması şehir meydanına pastoral bir hava katar, fakat adımlarının yankısı eşek şakasına hazır komedyenlere eşlik eden ucuz güldürü müziğidir. Kezâ ikinci bölümde, Büyük Engizisyoncu çölde, şeytanın ayartılarına kanmadı diye tutsağının ipliğini pazara çıkarırken, Blacher müzikal cümlelerinin altını oymaktan vazgeçmez. Bestenin sonunu da aynı doyumsuzluk getirecektir. Büyük Engizisyoncu’nun kendi trajedisini aklının almaması oratoryoyu rahatsız edici bir suskunluğa bitiştirir.

Naziler Alman halkının vazgeçtiği özgürlükten kendilerine iyiyi, kötüyü tanımlama hakkı biçmişken, çeyrek Yahudilik safsatasıyla geleceği çalınmış bir yarı yabancı Ortodoks bir yazarın Katolik öğretilerini gözeterek inşa ettiği sayfalardan kendine bir katlanma düzeneği kurmaya çalışır: Bir kendi mizansenini çatma uğraşı görüyorum burada. Hem de kitlelerde büyüye büyüye onları yok eden narsisizm anlatılarında yurtsuzlara figüranlıktan ötesi yakıştırılmazken. Avuntu bundan: Biri, birileri her ne pahasına olursa olsun işine bakar, sonraki nesilleri ısıtacak isimsiz ocaklar dünyanın dört bir yanındaki, birbirinden habersiz kovuklarda birikir, devran onca bedelin yörüngesinde döner.

Emre Ağanoğlu