17.Temmuz.20

Çocukken Türkçe ve İngilizce “kısaltılmış” versiyonlarını okumuştum elbette, ancak tam metne ilk defa, işte neredeyse otuz altıncı yaşımı devirmek üzereyken el atabildim. Evet, “Yorklu Denizci Robinson Crusoe’nun Yaşamı ve Olağanüstü Şaşırtıcı Serüvenleri”nden bahsediyorum. Bu, Akşit Göktürk’ün Robinson Crusoe çevirisini oluşturan iki kitaptan ilkinin adı aslında. Zaten bendeniz de büyük iştahla başladığım Crusoe’nun bu ilk kitabını bitirdikten sonra durdum.

İlk kitabı bitirmeden elimden bırakmadıysam, tek sebebi, Robinson Crusoe’nun dinle, inançla ilgili söylediği sözlerdir. Öyle dikkat çekiciydi ki bunlar [hem de çelişkili] bir süre sonra tamamıyla buna odaklandım ve notlar alarak, eğlenerek ilk kitabı bitirmiş oldum.

Sizi alıntıya ve Robinson efendinin dinle ilgili düşüncelerindeki değişimlerle ilgili tuttuğum notlara boğmak istemem. Nedir, Aydın havası yapacak olursak, Robinson Crusoe’nun adaya düştüğü ilk zamanlarda Tanrı’nın adını ağzına aldığına şahit olmayız. Ve fakat bir süre sonra şuna benzer lafları duymaya başlarız:

İyi olan her şeyden, ne olduğundan, ne olacağından öylesine habersizdim ki, Sallee limanından kaçışım, Portekizli kaptanın beni gemisine alışı, Brezilya’da güzelce yerleşmem, İngiltere’deki eşyalarımın gelişi gibi en sevinçli kurtuluş zamanlarımda bile ne dilimden ne gönlümden “Tanrı’ya şükür” sözü çıkmadığı gibi, ne düştüğüm büyük sıkıntılarda Tanrı’ya yalvarmak aklıma geldi ne de “Tanrım, acı bana” dedim; Tanrı’nın adını yalnız yemin ederken, bir de söverken ağzıma alıyordum. (YKY 8. baskı, s. 153)

ya da

“Bütün bu süre boyunca Pazar günlerini öteki günlerden hiç ayırt etmemiştim; çünkü ilkin, kafamda dinle ilgili hiçbir düşünce yoktu (…)” (s. 123)

[Oysa Ian Watt, “Modern Bireyciliğin Mitleri” kitabında, Robinson C. için “pazardan pazara dindar” dediği için bazı akademisyenlerden “zılgıt” yediğinden açıyor. Bana kalırsa, Ian Watt, az bile söylemiş.]

Nedir, bu minvalde epey laf ettikten sonra, batık gemiden kurtardığı sandıklardan birinin içinden çıkan, “bugüne dek göz atmaya hem zaman bulamadığı hem de istek duymadığı” Kutsal Kitap’lardan birini okumaya başlar. Bir süre sonra artık günlük rutini haline getirir kutsal kitaptan bölümler okumayı. Nedir, hep ama hep faydacı bir taraf vardır Robinson’un dinle ilişkisinde [dünya üzerindeki herhangi bir şey ya da herhangi bir kimseyle ilişkisinde olduğu gibi yani].

Evliliğinden bahsederken bile, “Bundan pek zarar görmedim, iyi bile oldu; ikisi oğlan, biri kız üç çocuğum vardı (…)” diyebilen bir karakterden bahsediyoruz.

Sözün özü, birtakım dini sorgulamalar ve tefekkürden sonra Robinson Cruose, handiyse hidayete erer. Öyle ki, derisinin rengi “öyle Brezilyalılar, Virginialılar, öbür Amerika yerlileri gibi iğrenç, sarı kara renkte değil, ışıltılı bir koyu zeytin renginde” olan uşağı, zavallı vahşi Cuma’yı Hristiyan yapmak için epey uğraşır. Muvaffak da olur.

Hele Cuma’nın ve toplumunun dini inanışlarını sorup öğrendikten sonra, Cuma’ya “gerçek Tanrı” üzerine bilgiler verdiği bölüm tam şenliktir. Cuma’nın dininin “büyük bir yalan” olduğunu söylediği yerler de epey eğlencelidir doğrusu.

Ben Robinson Crusoe’yu [ilk kitabı ilk kitabı] bu eğlenceli kısımların yüzü suyu hürmetine okuyabildim.

18.Temmuz.20

Bağzı yayınevleri, yayımladıkları kitaplarda çevirmenin adını, ancak mikroskopla okunabilecek denli küçük yazıyorlar. Evet, bu bir sorun. Nedir, başka bir sorun daha var: Birçok yayınevi, yayımladıkları metnin hangi dilden çevrildiğini belirtmiyorlar. İş size düşüyor artık. Çevirmeni tanıyorsanız tahmin etme şansınız oluyor. Oysa çok zor değil, “İngilizce aslından çeviren” ya da “Fransızcadan çeviren” diye bir not düşmek.

20.Temmuz.20

Daha önce el atıp yarım bırakmışım, şimdi, Adalet Hanımın vefatından sonra, bir kez daha el atınca Mektuplaşmalar’a, altını çizdiğim satırlarla karşılaştım. Baydur, “Pek sevgili efendim, Adalet Hanımcığım” diye başladığı, Paris’ten yazıp gönderdiği 30 Ocak 1979 tarihli mektubunun bir yerinde şöyle diyor:

Benim yaşımda bir ihtiyar için “çocukluk” yapabilme hakkı; yalnızca alabildiğine dürüst ve açık olmakla mümkün kılınıyor… Bu da başka bir üç kâğıttır belki de… Bilemiyorum…

Eh, Adalet Ağaoğlu da cevaben yazdığı mektubuna “Memet, sevgili moruk” diye başlıyor tabii. Baydur, o sırada yirmi sekizindedir. Adalet Ağaoğlu ise ellisinde.

Kitap-lık’ın Memet Baydur sayısında (Eylül-Ekim 2019) Hasan Bülent Kahraman’ın da güzel bir yazısı var, Baydur’u anlattığı. Orada şöyle diyor Kahraman:

Her zaman söylerim. Edebiyatçılar yaşlı doğmuş insanlardır. Yani gençliklerinde yazdıkları metinlerde bile insanı derinliğine kavrarlar. Okur bazen de hayret eder o bilgeliğin ortaya çıkışına. Memet de has bir edebiyatçı olarak bu özelliğe sahipti. O nedenle erken dönem eserleri de olgun yapıtlardır.

Mektuplaşmalar’ı okudukça Baydur’un okurluğuna olan hayranlığım da artıyor. Günde sekiz on saat okuduğu oluyor Baydur’un, gözlerine ciddi zararlar vererek. Oysa, mesai yapan biz faniler için günde sekiz saat okumak teknik olarak imkansız. Günün o kadar saati yok çünkü. Buradan bakınca, iyi bir okur olmak için en çok gerekenin zaman olduğu ortaya çıkıyor. Günümüzde en pahalı şeylerden biri de zaman. Lükslerin en lüksü. Hep söylerim: Benim zenginlik ölçütüm mesaili bir işte ömür tüketmemek, hatta hiç çalışmamaktır. Kişi çok zengin ama günde on saat çalışıyor diyelim, zenginlik bunun neresinde?

Mektuplaşmalar’ın her sayfasından izlenecek filmler, okunacak şiirler, öğrenilip araştırılması gereken şeyler, üstüne düşülecek konular fışkırıyor. Adalet Hanım’ın ve Baydur’un kendi yazdıklarının yanı sıra onların okudukları, izledikleri, övgüyle [ya da yergiyle] bahsettikleri var. Günü yirmibeş otuz saatlere çıkarabilirsem peşine düşeceğim bunların.

Bin kitap gücünde bir kitap Mektuplaşmalar.

21.Temmuz.20

Her sabah, saat beşte o bet sesinle beni uykumun en güzel, en serin yerinden kaldırıyorsun Bay Saksağan. Senden gerçekten nefret ediyorum. Harbiden ve uzak “doğulu” olabilseydim, oturur bir haiku döşenirdim, seni anlatan. Kusura bakma, o kadar olgun değilim.

***

Günlük hayatımızda bir şeyler anlatıp dururuz. Başımızın ağrıdığını, evimize hırsız girdiğini, evvelsi gece sivrisinekler yüzünden iyi uyuyamadığımızı, iş yerinde yaşadığımız olumsuz bir durumu, tatil planlarımızı, havanın nasıl da sıcak olduğunu, havanın birden çok soğuduğunu, bu sene hiç kar yağmadığını… Anlatılacaklar hiç bitmez. Biz anlatmasak başkaları anlatır. Gökyüzü bu kadar çok sözcüğü kaldıramayıp başımıza çökecek gibi gelir bazen bana. Nedir, hem kendim anlatırken hem de başkalarını dinlerken, dikkatim durma üsluba gider. Öyle ya, herkesin bir yoğurt yiyişi, bir anlatım tarzı, bir üslubu vardır. Kendimiz bile aynı olayı ikinci, üçüncü, dördüncü kez farklı kişilere anlatırken [bazen, of of, aynı kişiye aynı şeyleri ikinci kez anlattığımız da olur] aynı şekilde anlatmayız. Bazı ayrıntıları atlarız, yeni ayrıntılar ekleriz. Birinde daha mizahi bir ton tutturmuşken, bir sonraki anlatışımızda öfkeli bir üslubu yeğleyebiliriz.

Evine hırsız girdiğini anlatırken, birisi “Sorma ya, eve hırsız girdi” diyerek doğrudan olayın tepe noktasına çıkarır bizi [bunlar edebiyatçı olsa kısa öykücü olurdu], bir diğeri önceki gece gördüğü rüyasından, sabah kapıyı kilitlemeyi unuttuğundan, balkon kapısını açık bıraktığından ya da oturduğu muhitin berbatlığından açarak başlayabilir hırsızlık hikayesine. Bazısı size soru sorma imkanı verir ve kısa kısa yanıtlarla merak duygunuzu diri tutabilir. Bazıları ise olayın zamanının çok öncesinden anlatmaya başlayarak, soru sorulmasına pek müsaade etmeyerek ve soru sorduğunuzda hoşlanmadığını belli ederek ve sizin dinleyici olarak aklınızın köşesinden geçmeyecek ayrıntıları bile es geçmeyerek kafasında hazırlamış olduğu uzun metni bölünmeden seslendirmek ister [bunlar edebiyatçı olsa klasik romanlara imza atarlardı].

Dünyada yapıp ettiklerimizin hepsi, nefes alışımızdan adım atışımıza dek bir üslup meselesidir. Hikaye anlatmaya kalmadan, daha oturup kalkmasından bile kişinin nasıl bir yaşam ve edebiyat üslubuna sahip olduğunu çıkarabilirsiniz.

162639751-ic4

Beş yıl önce iki metnini ve meşhur Dinozor öyküsünü çevirdiğimde Türkçede çevrilmiş bir kitabı yoktu Augusto Monterroso’nun. VakıfBank Kültür Yayınlarından peş peşe iki kitabı yayımlandı: “Toplu Eserler ve Diğer Hikâyeler” ile “Devridaim”.

Toplu Eserler ve Diğer Hikâyeler’e el attım, birkaç metin okuyup şimdilik ara verdim. [Kitabın çevirisi Çiğdem Öztürk’e ait. Kendisini Zambra’nın kitaplarını “İspanyolcadan çeviren” olarak tanıyoruz ve fakat yukarıda, birkaç gün önce değindiğim üzre, bu kitapta da çevirinin hangi dilden yapıldığının bilgisi yok. Biz Çiğdem Öztürk’ün İspanyolcadan çeviriler yaptığını bildiğimiz için güçlü tahmin hakkımızı kullanıyoruz.] Monterroso sözcüklere kıyamayan bir yazar. Sanki fazladan bir laf ederse ya da metnine bir sözcük daha kondurursa her şey mahvolacakmış gibi. İşbu nedenle, böyle yazarları okumak çetin iştir.

Serhan Ada’nın Radikal’de yayımlanan bir yazısında okuyup not aldığım, hiç aklımdan çıkmayan bir anekdot vardır Monterroso’yla ilgili:

Ölüm yıldönümünde yakın bir arkadaşı anlatıyor: “Bir defasında bir hikâyesini yanlış anlattım ve bir kelime fazla söyledim… Bana onu bir Tolstoy romanına çevirdiğimi söyledi.”

22.Temmuz.20

Türkiye: kadınların çocukların ağaçların gençlerin göllerin kuşların geyiklerin, herkesin herkesin, canına sürekli kast edildiği, öldürüldüğü, zulüm gördüğü berbat bir yer. Berbat bir yer. Berbat bir yer. Biz düzeltmek için bir şeyler yapana dek de böyle olmaya, berbat bir yer olmaya devam edecek.

23.Temmuz.20

40 yıllık bir ömre en fazla neler sığdırabilirsiniz? Bakınız: Sevgi Soysal.

Sevgi Soysal’ın Türkçe edebiyat içerisindeki yeri, önemi bilmediğimiz şeyler değil. Ve fakat, bazı yazarlar yazdıkları kadar –en az onlar kadar– hayata karşı duruşlarıyla, yaşamlarıyla da mühimdir. Sevgi Soysal öyle biri.

Sevgi Soysal ablam olsun isterdim. (Hayali ama muhtemel diyalog: Sevgi, sana abla diyebilir miyim? Hayır Onur, aramızda yaş hiyerarşisi yaratma lütfen!) Sevgi, ablam olsa, şu hayatta hiçbir şeyden korkmazdım. Gerçekten.

İpek Şahbenderoğlu’nun derlediği, Sevgi Soysal’ın gazete yazılarından oluşan “Türkiye’nin Kalbi, Kabul Günleri” kitabına göz attınız mı hiç? Kitabın bir bölümünde, Yenigün gazetesine yazdığı (1973) yazılar var. O yazılarda Sevgi abla, Hatice Hanım adlı karakterle diyalog kurarak anlatmış derdini. Hatice Hanım bir apartman sahibi, ev hanımı, politika işlerine pek aklı ermeyen bir kadın. Sevgi abla, Hatice Hanım’a gerçekleri anlatmak istiyor, onunla konuşuyor. İnsan düşünmeden edemiyor, Sevgi abla bugün yaşasaydı da Hatice Hanım’la konuşmaya devam etseydi nasıl anlatırdı bugün yaşadığımız zulümleri, göçleri, katliamları, bu kadar kadın ölümlerini, yuh artık dediğimiz saçmalıkları?

Sevgi

Sevgi Soysal, ölümünden yaklaşık bir ay önce, tedavi için gittiği Londra’dan neler yazmış Attila İlhan’a, bakın:

Şimdi, benim asıl sorunum fazla moral, yani Mümtaz öyle der. “Herkes bir şeyden ölürse, sen de fazla moralden kendine fazla yüklenip güvenmekten ölebilirsin” diyor. Bunda biraz haklı, çünkü, ben buraya geleli, asıl geliş nedenimin hastalık olduğu gerçeğini, kafamdan silip atmak konusunda öylesine ileri gittim ki Mümtaz’ın haberi olmadan tüm Londra’yı yürüyerek tanıyıp öğrenmeye kalkıştım. Bunun nedeni işin ucuzluğu bir yana, bir kentin ancak yürünerek tanındığına kesin inancımla, hastalık gibi tatsız bir sorunun, inançlarımın önüne çıkmasından hiç hoşlanmayışım. Ama sonunda işi o kadar ileri götürdüm ki, bir gün halsizlikten yollarda bayılıverdim. Önce kızdım kendime, “ulan Sevgi, sende hiç iş kalmamış”, ama sonra Mümtaz’dan aldığım mesafenin en azından yedi buçuk kilometre olduğunu öğrenip üstüne de haklı bir zılgıt yiyince, ukalalığı bir yana bıraktım. Oysa bu hafta özel olarak dinlenmem gerekiyor. Çünkü, doktora her görünüşümde, öyle sağlık ve güç tablocukları çiziyorum ki, adam bu hafta sonunda iğneyle birlikte o ağır kapsülü de bir anda verip, bana yüklenmeğe karar verdi. Oysa benim iki gündür dizlerim titriyor.

Sağlığım iyiye giderse, –burada bazı İngiliz edebiyatı kursu falan var, disiplinli bir çalışma, öğrenmek için– böyle şeyler düşünüyorum. Öyle, öyle çok şey düşünüyorum ki, değil hayatı şimdilik fazlaca uzun olmayacağa benzer birinin zamanına, iki ömre bile sığmaz.

İnsanın en azından bir ablası olmalı şu fani dünyada. Ve fakat Sevgi Soysal gibi bir ablası olmalı.

Sevgi, seni seviyorum. Tüm kalbimle.

Onur Çalı