Nazmi Özüçelik’in “Kalbi Kırıklar Cenneti” kitabında yer alan “Yaban Gülleri” adlı öyküyü “tadımlık” olarak sunuyoruz.
Akşamın yaldızlı maviliği yerini gecenin yıldızlı karanlığına bırakırken, Floransa’dan Roma’ya gitmekte olan ve onlara doğru yaklaşan trenin uzaklardaki titrek ışığını farketti. Antonio, en ufak bir sabırsızlık göstermeden kadına trenin göründüğünü söyledi. Raylara paralel uzanan yolda birkaç yüz metre ötedeki istasyona doğru yanyana yürüyorlardı. Antonio adımlarını isteksizce hızlandırdı.
Pastel sarı ve kavuniçi renkli Toskana çiftlik evlerinin arasından yol almakta olan Roma Treni’nde karşı karşıya oturmuş konuşan üç yolcunun da Türk olması tam bir rastlantıydı; orta yaşlı bir karı-koca ve yirmilerinin başında bir genç kız. Genç kız, karı- kocanın kendi aralarında Türkçe konuştuğunu yanlarından geçerken duymuş ve daha sonra oturduğu yerden kalkarak onlara katılmıştı. Bu, trenin Antonio’nun ve yanındaki kadının ulaşmaya çalıştıkları istasyona gelmesinden yarım saat önceydi.
Mevsim dışılık nedeniyle koca vagonda dört kişi vardı. Dördüncü kişi ise yakışıklı bir İtalyan genciydi. Önceden farkederek peşinden gittiği genç kızı vagonun bir köşesinde yalnız başına otururken görmüş, farklı güzelliğinin çekimiyle yakınındaki bir koltuğa oturmuştu. İlk fırsatta bir tanışma bahanesi yaratacağı her hâlinden belli oluyordu. Kendisi, varlığının tam da orada olmasını genç kızın doğallıkla karşılayacağına inanmayacak kadar da zekiydi.
Genç kız bir zorlama gibi gördüğü bu yaklaşmaya cesaret vermemek için göz temasından kaçınarak oturduğu yerde kaldı. Genç adamın tâcize hiç mi hiç evrilmemiş, hatta kibarlık sınırını dahi aşmamış olan görünür ilgisinin bir adım sonrasına nasıl bir karşılık vereceğini bilemiyordu. Hemen kararını verdi ve yerinden kalkarak Türk olduklarını farkettiği karı-kocanın yanına gitti; kendini tanıttı ve karşılarına oturdu. Genç kızı görür görmez çiftin ilk düşündüğü onun güzelliği oldu. Gösterişli bedeni üzerinde, uzun ve bakımlı saçlarının çevrelediği bu yüz, bir Türkan Şoray filminin posterinden çıkmış gibiydi.
O kalkar kalkmaz, genç adam da yerinden kalktı. Genç kızın oturduğu koltuğun çaprazında onu karşıdan görecek şekilde bir yere yerleşti. Bu yer, karı-kocanın hemen arka yanında olduğu için onlar da genci farkettiler. Genç adam, gri takım elbisesinin içinde güvez rengi gömleği ve süveteriyle bir italyandan beklenecek kadar şıktı.
Genç kızın adı Nesrin’di. İki yıldır İtalya’da oturuyordu. Konuştuğu çiftin, İtalya’ya bir haftalık bir gezi için geldiğini öğrendi. Venedik, Pisa ve Floransa’yı gezmişlerdi; Roma’dan İstanbul’a döneceklerdi. Ona nazikçe ama merakla sorular sordular. Nesrin, anne ve babasının üç yıl önce Türkiye’de bir trafik kazasında öldüklerini söyledi. Tek çocuktu. Anne-babasını anımsatacak herşeyi geride bırakmak isteğiyle ve akrabalarının önerilerine kulak vermesiyle kendisini İtalya’da bulmuştu. Seçiminden memnundu ve İtalya’yı içinde yaşadıkça daha fazla benimsiyordu. Üstelik, hoşlandığı bir işi de vardı.
Duydukları bir anonsla konuşmaları kesildi. Tren alacakaranlıkta şirin bir belde istasyonuna yaklaşmaktaydı. Nesrin, inmesi gerektiğini söyleyerek yerinden kalktı. Çiftin “iyi şanslar” dileğini de yanına aldı. Tren yavaşlayınca, genç adamın baktığı yöndeki vagon çıkışına yöneldi. Onu gözleriyle takip eden genç de hemen Nesrin’in arkasından kalktı ve ona doğru yürüdü. Karı-koca anlamlı anlamlı bakıştılar.
Uzun süredir tanıdığı bir kadınla birlikte istasyona yürürken Antonio, karışık duygular içindeydi. Bir din adamı olarak, mali konulardaki becerisini güçlü inancıyla birleştirmesi onu kilisede önemli bir yere getirmişti. Yaz ayları boyunca sık sık görüştüğü ve her yıl özleyerek yeniden görmeyi beklediği bu kadın gibi, yanında kendisi olabildiği, başka bir insan tanımamıştı. Katı din kurallarının gönül ilişkilerdeki sınırlayıcı etkisini, önemli bir karar ânı yaşanmayan tekdüze hayatında, ilk kez acıyla duyumsadı.
Kadın, kendisini güzel sanatlara adamış yetenekli bir sanatçıydı. Gençliğini geçmişte bırakmasına karşın, kilise ikonlarındaki yüzler kadar çekici çehresi, neredeyse kıvırcık sayılabilecek dalgalı saçlarıyla erkeklerin dikkatini üzerinde toplaması bir rastlantı olamazdı.
Her yaz, penceresinden Boğaz’ı seyretmeye birkaç ay ara verip, İtalya’ya geliyordu. Sanat seminerleri, resim ve heykel atölyeleri, sergiler, yardım kuruluşlarının etkinlikleri ve kiliselerin süslemelerini yenileme çalışmaları içindeki rolüyle, hem kilise çevresinden arkadaşlar edinmiş hem de italyancasını geliştirmişti. Resim öğretmenliği yıllarından kalan, sessiz ve derinden giden bir sosyal atılganlığı vardı.
Seneler geçtikçe, İtalyanlar arasında Türk’lüğü unutulmuş, onlardan biri sayılmış, inanç konusunda kilisenin görüşlerine katılmayarak İtalyanlara benzemese de, ortak tanrının birliğinden doğan anlayışlı yaklaşımı ve söylemiyle kendini herkese sevdirmiş ve hatta gönül dostlukları temellendirmişti. Kurduğu sanat bağıyla Avrupa’yla ve özellikle de İtalya’yla Türkiye arasında bir köprü olmuştu.
Roma treninin gelişinden bir kaç saat önce Antonio, onu istasyondan geçirmek istediğini söyleyince, kadın bunun yalnızca bir kibarlık gösterisi olmadığını hemen anlamıştı. Son zamanlarda, Antonio’nun ona özel konularda sorular sormasından ve gençken başından geçen evliliğini öğrendikten sonra da, kendini daha bir içtenlikle ortaya koymasından, kibarca ama imâyla söylenmiş sözlerinden ve niyetini ele veren ürkek bakışlarından, onun kendisine olan ilgisinden emindi.
Gelmekte olan trenin raylardaki metalik gürültüsü, basmakta olan karanlığın hüzünlü uyarısı, Antonio’nun zihninde, ömrü boyunca karşısında görmek isteyeceği bir yüzden bir kaç dakika içinde geleceği karartan bir belirsizlikle ayrılacağı düşüncesini âniden alevlendirdi. Din adamlığının yıllardır kendisine verdiği ağırbaşlılığı bir tarafa bırakıp, herşeyi göze alması gereken belirleyici bir anda bulunduğunu anladı ve duygularının kıskacıyla daralan içini rahatlatmak için derin bir nefes aldı.
Tren iyiden iyiye yaklaştığı halde, istasyonla aralarındaki mesafe kapanacak gibi görünmüyordu. Antonio kadına dönerek, italyanca “Türkçe ‘seni seviyorum’ nasıl denir?” diye sordu. Cevabı dikkatle dinleyip içinden tekrarladı. Kadının elini tuttu ve “Treni kaçıracaksın, koşmamız gerek” dedi. Birlikte elele, kendilerini raylardan ayıran kafes telli yüksek çit boyunca istasyona doğru koşmaya başladılar. Antonio, önden kadını kolundan çeker gibi koşuyor, kadın ise onun hızına yetişmeye çalışıyordu. Yarı karanlıkta hızla koşarlarken kadının pardösüsü, dini resimlerdeki meleklerin örtüleri gibi uçuşuyordu ve Antonio yüzünü ona dönerek Türkçe, “Seni seviyorum!, seni seviyorum!” diye bağırıyordu. İstasyona gelene kadar aynı sözü defalarca aralıksız yineledi.
Tren istasyonda bir süre bekledi. Kadın, yerine oturduktan sonra, vagonun penceresinden peronda öylece ayakta duran Antonio’ya baktı.
Tren yeniden hareket ettiği sırada, vagonlarında yalnız kalan Türk karı-koca, pencerenin içinden, önce ışıklı peronda el sallayarak yolcu geçiren rahip elbiseli bir adamı ve hemen sonra, Nesrin ve İtalyan genci birlikte çıkışa doğru yürürlerken gördü.