Dünya’nın oluşumundan itibaren (50 Milyon yıl hata payıyla)
4 milyar 540 milyon 874 bin 672. yıl, 280. Gün:
RESİM VE ÖYKÜ
“Resim yapan birçok yazar tanıyorum, bunu iyi resim yaptıkları için değil, yazmalarına yardımcı olduğu için yapıyorlar.” – Mary Flannery O’Connor
Resim öğreniminde, ilk öğretilenlerden biri, resmin konusu olan figürlerin aralarında kalan boşlukların (eksi alan), figürler kadar önemli olduğudur. Bu bilginin doğruluğunu anlamak için uzağa gitmeye gerek yok: Bizim 500 yıllık İznik Çinilerimize bakmak yeterli. Geleneksel çini ustalarımızın, desenlerle aralarındaki boşlukları dengeli dağıtma çabası açıkça görülür. Bu durumda, çini desenleri daha fazla göze çarpar. Yapıt estetik değer kazanır.
Aynı anlayış kolayca öyküye taşınabilir. Bir öyküde yazar tarafından anlatılanla anlatılmayan, söylenenle söylenmeyen, hakkında bilgilendirilenle duyumsatılan veya belirginleştirilenle belirsiz bırakılan arasındaki denge öyküyü güzelleştirir. Öykü fazlalıkları sevmediği gibi eksiklikleri de sevmez. Okuyucunun hayal gücü öykünün içinde hareket edecek boş alan bulmalıdır. Okuyucu, öyküyü okurken düşünebilmeli, bekleyiş ve öngörülerde bulunabilmelidir.
Genellikle, resim yapmakla öykü yazmanın yazarlarca sık sık karşılaştırılıyor olması bir rastlantı değil. Resim de fazlalıkları ve eksiklikleri sevmez. Üzerinde yeterinden çok çalışılan bir resim bozulup resim olmaktan çıkabildiği gibi, bitmemiş görünen bir resim de o niyetle yapılmadıkça hatalı bulunur.
Resimde boş bir tuvalde yavaş yavaş beliren, fakat ressamın zihninde önceden var olan figürlere karşılık yazarın düşüncesinde var olanın yavaş yavaş yazıya aktarılması arasındaki benzerlik ve -belki de en can alıcı nokta- resmin veya öykünün bitmesi gerektiği anın ressam veya yazar tarafından belirlenmesiyle ortaya çıkan eserin -ister resim ister öykü olsun- bir şeyi anlatıyor veya gösteriyor oluşu karşılaştırmanın haklılık payını artırıyor.
282. Gün:
BEYAZ GECE
Onur Çalı’nın 16 Temmuz 20 tarihli, saçların zamansız ve aniden beyazlaşması hakkındaki Dünlük’ü bana unutmak istediğim bir konudan kolayca kaçamayacağımı gösterdi.
Çocuklukta geçirdiğim bir travma nedeniyle kendimde gördüğüm ve altı yaşımdan itibaren benimle arkadaş olanı gibi, bir tutam saçta veya ağır travmalarda saçın tamamında bir gecede beyazlaşma olabiliyor.
1974’deki Kıbrıs Savaşı’nın üzerinden bir yıl bile geçmemişti. Otobüsle yaptığım bir gece yolculuğunda üniformalı iki genç Kara Subayına rastladım. En arka koltukların pencere kenarında olanında oturuyordum ve altımdan gelen motor gürültüsü uyumam için aman vermiyordu. Tam önümdeki iki koltukta oturan subaylardan birinin genç yaşına rağmen saçlarının bembeyaz olduğu dikkatimi çekti; kısa ve gür kır saçlar.
(Yedek subaylığımı bir hafta süren Kıbrıs Çıkartması sırasında Gölcük’teki Tersane Komutanlığı’nda yapmıştım. Denizciydim ve eğer savaş bir hafta daha sürseydi Kıbrıs’a gönderileceğimiz söylentilerinin doğru olup olmadığını yaşayarak görecektik. Akdeniz’de yanlışlıkla kendi gemimizi bombalamıştık ve bunu bilen Gölcük yastaydı. Neyse ki, savaş uzun sürmedi. Ben de bir süre sonra yedek subaylığımı tamamladım.)
Otobüste birbirlerinin omzunda uyuyan iki yakın arkadaştan beyaz saçlı olanı mola sırasında koltuğunda uyumayı yeğledi, diğeri indi. En azından bir bardak çay bahanesiyle ben de indim. Çaydan sonra, otobüse doğru yürüdüm ve önümde oturan genç subayın kapının yakınında sigarasından ardı ardına nefesler çekerek molanın son anlarından kendince yararlandığını fark ettim. Yakın oturmamızın verdiği aşinalıkla selamlaştık. Sigarası bitene kadar ayaküstü konuşma fırsatını ikimizin de kaçırmak istemediğimizi sezinleyerek yanında kaldım.
(O gece yarısı, dakikalar içinde bana anlattıklarının özünü, ünlü yazarların yaşamın derinden neşeyle hissedildiği anı, bireyin ‘varoluş anı’ olarak kavramlaştırdıkları gibi, ona karşıt ve güçlü bir ifadeyle ortaya koymayı çok isterdim; belki ‘Kahroluş anı’ diyebilirim ve bu da beni, insan hayatındaki böyle anların varoluş anlarından daha fazla belirleyici olduğu düşüncesine götürebilir. Ve bunda belki de haklıyımdır, kim bilir?)
Kısa konuşmalarla bir süre birbirimizi tarttık. Sonra, genç subay sigarasından derin bir nefes daha çekti ve anlatmaya başladı:
“Kıbrıs Savaşı’nda otobüste uyuyan arkadaşım ve ben aynı bölükte takım komutanlarıydık. Şafak sökerken, Kıbrıs’ın Kuzey kıyısına yaptığımız çıkartma sonrası tüm birliklerin hızla kıyıdan uzaklaşması gerekiyordu. Yukarıdaki tepelere konuşlanmış düşman bizi top ateşine tutuyordu. Uçaklarımız onları susturmak için yerlerini bulmakta zorlanıyordu. İlk defa ayak bastığımız yabancı topraklarda, topoğrafyasını önceden çalışsak da, vadilerden geçerek yardımsız Güney’e ilerleyemezdik. Bir rehbere ihtiyacımız vardı. Adamlarımız önceden, bölgeyi çok iyi bilen Kıbrıslı Türkleri bulmuştu. Bazıları işi yapmak istememiş, neyse ki adamlardan biri kabul etmişti.
Arkadaşımın takımı en önde gidiyordu. Yirmibeş kişi kadardılar. Benim takımım onunkinin gerisindeydi. Rehber belli bir mesafeyle onların önünden yürüyerek yol gösteriyordu ve eğer bir tehlike varsa, önceden kararlaştırıldığı şekilde tehlikeyi haber vermesi gerekiyordu. En öndeki takım daima daha yavaştır. Zaman ilerledikçe aramızdaki süre kapanıyor, onlara yaklaşıyorduk.
Birden önümüzde silah sesleri işittim. Sesler çok yakından geliyordu. Bir çarpışma olduğunu düşündüm. Destek verebilmek için hızla ileriye atıldık. Silah sesleri üst üste ve birbiri ardınca devam etti ve sonra birden kesildi. Aradan biraz zaman geçmişti ki bir el silah sesi daha duydum. Sonra, ortalık sessizleşti.
Olabilecek en hızlı şekilde dikkatle ilerledik ve öndekilere yetiştik. Gördüğüm manzara iç paralayıcıydı. Arkadaşımın takımındaki askerlerin çoğu ölmüştü. Sağ kalan birkaç asker de yaralı haldeydi. Askersiz komutandı, artık. Ölen askerlerinin ortasında onu bir heykel gibi buldum. Kaskatı kesilmişti.
Bana sonradan anlattığına göre, Rum milisleri pusuda bekliyordu ve rehber, askerlerimizi kurulan tuzağa çekmişti; çarpışmaya fırsat bulamadan çapraz ateşle vurulmuşlardı. Her şey kısa zamanda olup bitmiş, durumu anlayan arkadaşım kaçmaya çalışan rehberi yakalayarak tek kurşunla öldürmüştü.
İşte o gece, saçları bembeyaz oldu. Ben şahidim.”
285. Gün:
KUM ZAMBAĞI
Aileyi ve toplumu ayakta tutan sorumluluk duygusunun sevgi ile doğrudan bir ilişkisi olduğu kesin. Hatta, denebilir ki, sevgi nedir sorusu üzerine bir matematik problemi olsa, bir çok işlemden sonra bu karmaşık kavramsal denklemin doğru sonucu, sevgi=sorumluluk çıkardı. Sorumluluk, durup dururken beliriveren bir şey olmayıp, ta çocukluktan gelen ve kütüphaneden alınan bir kitabı aldığımız gibi temiz ve zamanında geri götürmek şeklinde örneklenebilecek somut aşamalardan geçerek edinilen bir duyguydu. Kitap sevgisi nasıl ki onu kirletip yırtmadan okuyarak kütüphaneye geri götürmeyi gerektiriyorsa, bir insana duyulan sevgi de beraberinde bir takım sorumluluklar getirir.
Sorumluluk insan sevgisidir, doğa sevgisidir, yurt sevgisidir, iş, eş, çocuk ve torun sevgisidir. Ana baba sevgisidir. Hayvan sevgisidir. Şehir, mahalle, sokak sevgisidir. Sevmek öyle karşıdan olmaz, sevginin davranışa çevrilişidir sorumluluk. Eylemdir, adımdır. Sorumluluk kendinden kaçanı kovalamaz. Ona kucak açanla kalır.
Dün, karımla geçen yazdan bu yana özlediğimiz bir sahile gittik. Deniz her zamanki temizliğiyle altındaki kumlara ışıklı şekiller çiziyor, bu ışık oyunları olmasa görülemeyecek olan dalga kıpırtıları suyun merceğiyle deniz dibinde oluşturduğu oynak dansını kıyıya yakın balıklara ve yüzenlere izletiyordu. Bir süre denizle hasret giderdikten sonra, arabaların park ettiği yere doğru yürürken bir önceki sonbaharda olanca güzelliğiyle açarak hayata bağlılık timsali varlığıyla bize olağanüstü görünen yalnız bir Kum Zambağını anımsadım. Yerinde duruyor muydu? Yoksa, arabaların tekerlekleri veya insanların hoyrat ayakları altında çoktan pes edip ortadan kaybolmuş muydu? Oraya yöneldik ve gördük ki: Bitki, tek başına yemyeşil ve bir yaşam manifestosu gibi aynı yerde duruyordu. Sorumlu bir el, deniz kenarındaki iri taşlarla etrafını çevrelemişti.
Sorumluluk, sahip olanın hayatını baştan sona yöneten bir duygudur. Sorumluluk duygunuz varsa esirliği hiç tatmayan özgür bir insan olduğunuzu sakın düşünmeyin. Yanılırsınız. O, her kararınızı sizin yerinize verendir. Sizi bir yere gönderen veya bekletendir. Yeri geldiğinde boynunuzu eğen, yeri geldiğinde başınızı dik tutandır. Sizi ağlatandır, sizi güldürendir. Alın aklığı adına özveriyi önerendir. Hayatı bir görev gibi yaşatandır. Adınıza alandır, satandır. Terk etmeyen, kalandır.
287. Gün:
Rüzgarın yarattığı hafiflik yerini durgunluğun ağırlığına bırakıyorsa, neşenin yerini de hüznün mü alacağını sanırsın.