6.Ağustos.20
Bazen konuşmayı biraz fazla kaçırınca, sanki tıraş olurken ya da dişimi fırçalarken suyu boşuna akıtmışım gibi, israf etmişim gibi [sözcük israfı] hissediyorum.
7.Ağustos.20
Yalnızca Midilli ve Yunanistan’ın değil, Ege müziğinin kendine has figürlerinden Solon Lekkas, ardında uzun bir “Aman” bırakarak vefat etti geçenlerde. Yakında, burada, Parşömen’de ona yakışır bir uğurlama yapacağız. Şimdilik “Solon, taximi in the time” adlı belgeselde, amane’lerle ilgili olarak söylediklerini bırakayım buraya. Çevirinin günahı bana yazılsın.

“Amane en içten şarkıdır. Havasına girmen lazım bir kere; içini açmaktan, geçmişi hatırlamaktan korkmayacaksın. Gönül yaralarını, kalp ağrılarını hatırlamaktan korkmayacaksın. Amane nedir, biliyor musun? Eğer çok paran varsa, amane söylemezsin. Çok paran olmaması lazım, yoksul olman lazım amane söylemek için. Zenginsen uzo içmek ve amane söylemek için muhabbete oturmazsın arkadaşlarınla. Her şeye sahipsen neden amane söyleyesin! Zenginler bir kere ölür, biz her gün. Yoksullar her gün ölür. Zenginler bir kere.”
9.Ağustos.20
Okuma eyleminin yönü, eğer amaç skor değilse [bu yıl şu kadar kitap okudum, demek değilse amaç] ileriye değil de yanlara doğru oluyor. Genişliyor, ilerlemiyor. Hatta durup durduğun yerde köklere inmek gibi bir şey oluyor.
***
“Bak bakalım kim tanıyacak seni. El-pençe divanlarda kafiye hüneri. Orda bir ev var. Önünde beyaz bir taş var. Ata tırmanma basamağı. Öyle taşların birer adı var. Adı ne o taşın? Adı batsın o taşın! Geldiği jeolojik çağın belasını versin! Neyse adı, onu hatırlamıyoruz şimdi. Sen hatırlıyor musun? Her taşın bir adı vardı eskiden, hatırladın mı? Şimdi böyle sürahilerde, fincanlarda sunuyoruz Bakırçay suyunu ve Bergama şarabını ve yasemen çayını. Her sürahi suyun, her amfora şarabın adı başkaydı o zamanlar ama aynı sıfattı.” [İlhan Durusel, Defterdar, s. 110]

Ülkü Uluırmak’ın derlediği Edip’in Lastik Topu’nda, Memet Baydur şunları söylüyor Edip Cansever hakkında:
“Edip Cansever genel olarak durgun bir insan değildi. Sevdikleriyle çok hoş bir karamizahı vardı, çok hoş olabilirdi istediği zaman. (…) Ama gene de Edip Cansever’liğinden gelen, hep derinde bir hüzün vardı. Onun da keyfini çıkartmasını bilirdi. Eğer tanımadığı veya sevmediği insanlar olursa, kaplumbağa gibi hemen kabuğuna çekilirdi.”
Bendeniz de ortamda sevmediğim, hoşlanmadığım, hazzetmediğim ya da yeni tanıştığım birileri olursa [ki birinden hoşlanıp hoşlanmayacağınızı ilk birkaç dakikada anlarsınız] böyle kaplumbağa gibi, hatta üstüne varılırsa oklarını fırlatmaya hazır bir kirpi gibi içime kapanırım. Ama durun, ben asıl Bay İlhan Durusel’in taşlarını, Memet Baydur üzerinden, Edip Cansever’e bağlayacaktım. Edip’in Lastik Topu’nda şunları da söylüyor Baydur:
“Son görüştüğümüzde, ölmeden bir buçuk sene falan önceydi; yarı değerli taşlar hakkında bir şeyler yazmak istiyordu. Güzel bir projeydi o. Uzun uzun ondan bahsetti, ama galiba yazamadı onu. Elmas, yakut filan değil de lal, akik, akuamarin gibi taşları anlatacak bir şiir kitabından söz etti.”
***
Memet Baydur’un yıllarca Edip Cansever’le mektuplaştığını, dostlukları olduğunu, Baydur’un öykü kitabının isminin Cansever’in dizelerinden mülhem olduğunu, Baydur’un Menekşe Korsanları adlı oyununda [Turgut Uyar’la birlikte] Cansever’in dizelerinden el aldığını biliyoruz.
Adalet Ağaoğlu’na yazdığı 7 Haziran 1986 tarihli mektupta şöyle diyor:
“İki gün evvel Ahmet telefon etti Londra’dan. Edip Cansever’in ölümünü bildirdi. Bu da çok sarstı beni. Ama içki içmedim o gün de. Biraz ağladım. Garip bir şey. On yıl filan oluyor ağlamayalı. Sonra oturup çalıştım yine. Cansever’i ve şiirini yirmi yıldır ne denli önemsediğimi bilirsin. Çok dokundu bana onun böyle ansızın yitip gitmesi. Üstelik altı yıl önce tanışıp güzel bir dostluk kurmuştuk ve güzel güzel yaşıyorduk. Merde!”
O zaman tekrar: Cansever-Baydur mektuplaşmaları yayımlansa ya. Artık!
10.Ağustos.20
Ferhan Şensoy’un podcast’ini dinlerken haberim oldu. Meğer, Haldun Taner’in “Ablam” öyküsünde Alevilerle ilgili bir incitici söz varmış. Şensoy, “bildiğim kadarıyla sonraki baskılarda çıkarıldı o ifade” gibi bir şey söyleyince merak edip açtım Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu’yu. Bilgi Yayınevinden çıkan 2013 baskısı bendeki. Bahsedilen rahatsız edici ve incitici ifade neyse, onu göremedim orada. Demek bendeki “sansürlü” ya da temizlenmiş, ayıklanmış bir baskıymış.
Sonra buldum, internet denen bu dipsiz kuyunun bir yerlerinde var, merak eden bulup okuyabilir. Nedir, bir soru var ortada: Tamam, Haldun Taner, asılsız bilgiden, önyargıdan, safsatadan kaynaklanan bir ifade kullanmış öyküsünde. Ve fakat, öykünün anlatıcı kişisinin ağzından okuyoruz biz bu ifadeyi. Orada konuşan, öykünün anlatıcı karakteri, Haldun Taner değil. Sansürlemek ne kadar doğru, bilemiyorum.
Tabii, bazı yazarların bazı konulardaki cahillikleri baki. Haldun Taner’in bahsettiğim öyküsünde, Kızılbaşlarla ilgili imanın ötesinde, kadınlara bakışıyla ilgili çok tuhaf bir benzetme de var. Nedir, öyküleri “ayıklamaya” kalkışırsak işin sonunun nerelere varacağı da malum.
***
Bazı yazarların bazı konulardaki cahillikleri deyince… Üstelik her şey üstüne çokça düşünen, başta kendileri olmak üzere her şeyi didik didik eden, sorgulayıcı tavırlarını bir ömür sürdüren bazı büyük yazarlarda da rastlıyoruz bu türden cahilliklere. Bir süredir yazıp yazmamakta kararsız kaldığım bir şey vardı. Pes ettim. Melih Cevdet’in günlüğünde [30 Eylül 1977] rastladığım bir bölümü, yorumsuz aktarıyorum:
Hemingway’in Paris Bir Şenliktir adlı kitabını okumuştum, unutmuşum, yeniden aldım elime ve zevkle okudum bir daha. Özellikle bu kez bir tartışma üzerinde durdum. Hemingway’in sevgilisi Gertrude Stein’la eşcinsellik üzerinde konuşurken takındığı tavır çok hoşuma gitti; Gertrude Stein’ın eşcinselliği savunmasını, güçlü, sağlam bir ruhla reddediyordu. Oysa eşcinselliği savunanlar, karşısındakileri gayri medeni bir durumda bırakmak istemektedirler. Bu bir kurnazlıktan başka bir şey değildir, ama muvaffak da olmuştur. Çoğu zaman bu konuyla ilişkili konuşmalarda ilgisiz kalışımız, belki de bu yüzdendir. Nitekim ben de bu gibi durumlarda, “Bana ne! Beni ilgilendirmez” demekle yetiniyorum. Oysa hayatım Hemingway’in söyledikleri gibi. İçimden anlayış gösteremem, isterlerse saflık olsun, ben böyle bir ilişkinin var olduğuna uzun zaman inanamamışımdır. Hâlâ uydurma sanıyorum. O meslekten olanları tanıdıkça şaşıyorum. İlk karşılaştığımız ise Nahid Sırrı [Örik] olmuştu. Ama şaşkınlığımı belli etmemeyi başardım. Eşcinsellik hastalığına müptela olanlar, bu işin çok yaygın olduğunun sanılmasını isterler; oysa ben öğretim dönemimde hiç böyle birini görmedim, yoktu böyle bir kimse okullarımızda, sınıflarımızda. Sonradan düşünüp hatıralarımı canlandırdıkça, şüphelenecek şeyler bulur gibi olduydum. Ama şüphem de çok şüphelidir. Şefkat, çocuk sevgisini, onunla karıştırabiliriz.
Yorumsuz dedik ama Hemingway’le Gertrude Stein sevgili değiller. Bunu Paris Bir Şenliktir’in MCA’nın söylediği bölümüne baktığımızda açıkça görürüz. Zaten, Gertrude Stein, MCA’nın deyimiyle “o meslekten”dir.
11.Ağustos.20
Kötü öykü okumak, bazen, iyi öykü okumaktan daha öğretici olur. Neleri katiyen yapmamanız gerektiğini çok net biçimde görürsünüz. Ders gibi. Materyal konusunda hiç sıkıntı çekmezsiniz üstelik.
***
Dünlükler’i takip eden, sayıları iki elin parmaklarını geçmeyen okurlar için belki artık sıkıcı olmaya başladı Memet Baydur’u anlatıp durmam. Baydur’u bir süre daha okumaya devam edeceğim ama bir süre Dünlükler’de bahsetmeyeceğim artık.
Oyunları, öyküleri, denemelerinin yanı sıra Baydur’un birkaç çevirisi de var. Birine ulaşabildim ben. Max Aub’un Örnek Suçlar’ına. Kırmızı Kedi, çok güzel bir baskısını yayımlamış kitabın. Resimli. Çeviri yine Baydur’un elbet. Nedir, birkaç eksik ya da sonradan eklenen kısmı Serdar Çelik çevirmiş. Sonsöz’ü de. Şu yazıdan üzülerek öğrendiğime göre, Mitos baskısında, “kitabın sonunda” Baydur’un çevirdiği bu eserle ilgili bir yazısı varmış. Kırmızı Kedi, şık bir baskı çıkarmış ama [neden neden] Baydur’un yazısını almamışlar ki bu baskıya!
Neyse efendim, yukarıda bahsettiğim yazıda, Baydur’un mahut yazısından bir alıntı yapılmış. Şöyle demiş Baydur:
“Ölümle dalga geçen, ölümü ti’ye alan, ölüme nanik yapan bir kitap bu. Üstelik yazarın bu tavrı, anlatılan olayların acısını, hüznünü azaltmıyor tersine artırıyor. Kitabın özgün metnindeki üslup bütünlüğü, o inanılmaz ciddiyetten kaynaklanan gülünçlük ve ciddiyet arttıkça gülünçlüğün ona bağlı artması, bu itirafların babasının Max Aub olduğunu düşündürüyor bana.”
Evet, kitapta cinayet işlemiş insanların itirafları var. Kimisi horlayan üst kat komşusunu, kimisi “Biraz daha almaz mıydın?” diye ısrar ederek kendisine kusturana kadar pilav yediren arkadaşını [üstelik pilav sevmiyormuş], kimisi tarif ettiği adresi bir türlü anlamayan bir adamı, kimisi fincanını biteviye karıştıran kafedeki adamı öldürmüş. İtiraflarını okuyoruz biz.
Kitaptan alıntı vermek yerine, oturdum, Max Aub’dan ilham alarak iki “itiraf” ya da “örnek suç” da ben yazdım.
Telefon
Kendimce uyardım onu aslında. “Önemli bir şey mi var?” diye sordum bir iki kez. Gözlerini telefondan ayırmadan, “Sıkıntı yok,” dedi. Meyhanedeydik, rakı içiyorduk ve telefonuyla oynayıp duruyordu adi herif. Yirmi yıllık dostumdu. Dinliyormuş gibi yapması ve otomatik tepkiler vermesi [“Yaa”, “Hadi ya!”, “Aynen kardeşim”], bardağı taşıran son damla oldu. Önce işaret parmaklarını kestim, telefona en çok onlarla dokunuyordu. Diğerlerini nasıl kestiğimi hatırlamıyorum. Garsonlar koşup yetiştiğinde bir tek orta parmakları yerindeydi. Adamlara hareket çekiyormuş gibi oldu. Üstüne bir temiz dayak da onlardan yedi.
Çakmak
Birkaç kere karşılaşmıştık, Pazarlama departmanında çalışıyordu sanırım. Telefonla konuşarak, ağzında sigarayla geliyor, eliyle çakmak işareti yapıyordu. Ateşliyordum sigarasını. Bir gülümsemeyi, teşekkür ederim anlamında baş eğmeyi, elini göğsüne götürüp sessiz bir eyvallah çekmeyi esirgiyordu benden. Saçlarını yakmışım. Karakolda söylediler.
Onur Çalı