Yazmak, yazar olmak, ucu çocukluğa kadar gidip dayanan, hiç bitmeyen, ömür boyu çaba gerektiren bir uğraş. Yazarların yazmak ve yazar olmakla ilgili içlerinde uyanan en erken hatıradan, ilk ürünlere, yayımlanmış eserlere ve geleceğe uzanan yolculuklarını onların ağzından dinlemek, sizi de bu serüvene dahil etmek istedim. Buyurun.

Tuğba Gürbüz

SONY DSC
Deniz Arslan

Sabık Bükreş kültür ateşemiz Gani bey ve ben neden ölmüyorum acaba?

Sabık Bükreş kültür ateşemiz Gani beyle, 1913’te Paris’te Stravinski’nin “Bahar Ayini”nin prömiyerinde sahneye anahtar, bozuk para, koltuk falan atarken tanışmıştık. Çok sonra Burhaniye’de Maliyeciler Sitesi’ndeki yazlığın bahçesinde rakı içerken, “Azizim, kalabalığın gazına geldik o gün, eser aslında o kadar da kötü değildi,” demişti bana. Ben tabii eserden ziyade işin eğlencesinde olduğum için, “O değil de, kargaşadan faydalanıp İran büyükelçisine geçirdiğiniz sumsuk çok esaslıydı,” deyince her zamanki çelebiliğini bir kenara bırakıp gümrah bir kahkaha atmış, “Keşke birkaç tane daha geçirseydim Deniz beyciğim, vallahi içimde kaldı” demişti.

Ben tabii çok sonra öğreniyorum, sabık Bükreş kültür ateşemiz Gani beyin İran büyükelçisi Mohsen beyle olan ihtilafının kökeninde, nihayetinde ikisine de yar olmayan Parisli bir hanımefendi varmış: Adı da aksi gibi Josephine.

Sen, 1979 doğumlu, Uşaklı, anası soğan babası sarmısak, daha iki kuşak önce köyde tezek yakan bir ailenin çocuğu olarak tüm bunları nereden biliyorsun diyeceksiniz, o konuyu hemen açıklığa kavuşturayım: Aslında bilmiyorum ama biliyormuş gibi hissediyorum. Felsefede bunun muhakkak bir adı vardır, en son Spinoza’nın kitaplarını taradım, bulamadım.

Hayatlarımın bir tanesinde, yani bunda, şu anda yaşadığımda, evde eski bir daktilo buldum. Bizim evdeki her şey eskiydi zaten. Eski daktiloyu bulduğum günlerde, eski bir VHS oynatıcıyı da eski sahibinden ödünç almış, eski Devekuşu Kabare kasetlerini ezberleyene kadar izliyorduk. Abimin eve getirip attığı ve amcamın eski araba teybinde dinlediğim Ferhangi Şeyler kasetleri de tuzu biberi oldu. Az Redkit, biraz Jules Verne, iki tutam Ömer Seyfettin, üç çimdik kısaltılmış Rus klasiği falan derken; ben bir gün dedim ki kendi kendime Galaksi Taksi’yi izlerken: E bunu ben de yazarım. (Bok yazarsın!)

Bir davette görüp vuruluyor bizimki Josephine’e. Daha genç o zamanlar, “Çitlembik gibi çocuğum Deniz bey, çok afedersiniz ama istikbalimi düşündükçe erekte oluyorum, öyle bir gençlik,” diyor. Gani bey, Ersin, ben; Ulubey çayında balık tutmaya gitmişiz. Rakı var, mangal var, karpuz var, el radyosu var, tulumba tatlısı bile var ki Gani beyin hayatında yediği en avam şey olabilir: “Baktım, tekrar baktım, gözümü çevirdim, etrafıma baktım, sonra bir daha baktım buna. Orada idrak ettim. Oracıkta. Suzinak saz semaisi, çocuklar! Aklım başımdan orada gitti, daha da avdet etmedi…”

Parodi yazmaya başladım. Skeç diyorlardır eskiden, skeçler yazdım. Sketch meğer taslak gibi bir şeymiş, bilseydim vallahi daha sıkı tutardım ucundan, zira sonraki yıllarda hep taslağa gitti aklım, bütünlüklü bir şey yazarım, sağını solunu cilalarım da dört başı mamur bir eser ortaya çıkarırım diye ödüm koptu, hâlâ da kopuyor. İzci kamplarında makarada birinci olsalar da, yetenek ve medeni cesarette intertoto seviyesinde ekip arkadaşlarım olduğundan bu yazdıklarımı oynamaya, basbayağı bir sürü yavrukurdun karşısına geçip sahnelemeye bile başladım. Sen gel kör cesaret, arsız özgüven, böğrüme yerleş. Çıkarana kadar akla karayı seçtim sonraki senelerde.

Sabık Bükreş kültür ateşemiz Gani bey emekli olunca memlekete yerleşmiş, bir tatil beldesinde sıkıntıdan gebermeyi seçen diğer emekli diplomatların aksine, her yörenin en güzel yemeklerini tatmak için memleketi karşı karış gezip çatlayarak geberme yoluna gitmişti. Bu muteber erek uğruna çıktığı uzun seyahatte haliyle yolu bizim oraya da düşmüş, artık nereden öğrendiyse benim o sıralar Uşak’ta ikâmet ettiğimi öğrenmiş ve bizim yöredeki gezisinde kendisine mihmandarlık etmemi rica etmişti.

Okuduğum üniversitenin en güzel yeri kütüphanesiydi. Kütüphanenin en güzel yeri de çağdaş Türkçe edebiyat rafıydı. Kahvaltıda Sait Faik, ikindin hazmı zor Vüs’at O. Bener, gece yemeği niyetine Tomris Uyar falan derken basbayağı yemeden içmeden kesildim ben. Düşünsene, 60 kiloluk çırpı gibi bir oğlan, o buz gibi yokuşlarda bir aşağı bir yukarı yürüyor, hayranlıktan dönen başını bu hevesten komple vazgeçerek mi rahata çıkaracak, yoksa şehvetle daha çok okuyup onlar gibi olabileceğine inanarak mı…

Uzaktan, sıtarasız bir Anadol belirdi, beyaz. Önemsemedik. Gani bey çok güzel anlatıyordu, bölmeye kıyamadık. Ama Ersin’in elini yanıbaşında duran bok rengi montunun altına soktuğunu gördüm, görür görmez de anladım başımıza ne geleceğini. Beş tane çam yarması indi Anadol’dan, önlerinde duran sarkık bıyık tek tek taradı yüzlerimizi, belli Ersin’i arıyorlar, çünkü Ersin yaklaşık iki metre boyunda, kara gözlü, kara saçlı, buğday tenli, ince burunlu, hülasa adı devle başlayan her türlü yeraltı örgütünün lideri olsun diye aramıza gönderilmiş bir dev!

Okulun dergisinde bir hikâyemi bastılar. Dünyalar benim oldu. Daha iyisini yazdığımda, hiç beklemediğim bir yerden öyle acımasız bir eleştiri yedim ki herkesin içinde, kıymetini hâlâ idrak etmeye çalışıyorum. Sonrasında yazar oldum mu bilmiyorum, ama hayatta en iyi yapabildiğim iş bu olduğu için yazılar yazmaya, hikâyeler anlatmaya devam ettim. Hayatta en iyi yapabildiğim iş musluk tamiri olsa, herhalde muslukçu olurdum.

1913 kışında nasıl İran büyükelçisinin kara saplı hançerine kendimi siper edip, sabık Bükreş kültür ateşemiz Gani beyi ölümden kurtardıysam, Ulubey çayındaki vuruşmada da, Ersin’e “Kaç!” diye bağırıp attım kendimi kurşunun önüne. Yıllar sonra Dörtol Birahanesi’nde, tiril tiril bir bahar akşamı, Ersin’le haftalık bahar ayinimizi yaparken, “Ersin,” dedim buna, “ben neden ölmüyorum acaba?”

Deniz Arslan