Karısının son arzusunu yerine getirmek için çabalayan bir adam, evindeki yaralardan başka bir erkeğe sığınarak kurtulmayı umut eden bir annenin tedirgin çocuğu, ailesinden kaçıp kendi dünyasını kurmaya çalışan bir kadın, istemeden de olsa birbirlerinden sonsuza kadar ayrılmış iki kız kardeş, yapayalnız kalmış yaşlı bir kadının yalnız kalmamak adına büyüttüğü vehimler… Neslihan Önderoğlu “Yakınlık Korkusu”nda ailenin, arkadaşlığın, sevgililiğin, dostluğun açtığı yaraları ve insanın o yaralardan asla kurtulamayışını konu ediniyor. Hayallerin korkak, umutların yarım, yaşamların eksik olduğu bu hikâyeler, yarasının tüm sıcaklığıyla insanın içini gösteriyor.
Neslihan Önderoğlu ile “Yakınlık Korkusu”nu konuştuk.
Gülhan Tuba Çelik
Yakınlık Korkusu’na Hoşça Kal Lili ile çarpıcı bir giriş yapıyoruz. Ölmek için sahil kenarını seçen yatalak kadın ve son ana kadar ona umut olmaya çalışan kocasının sıradan bir gününü okurken çeşitli olumsuzlukların ve sürecin bütün birikmişliğinin tek nefeste nasıl da alevlere dönüştüğünü görüyoruz. İmgesel olarak da güçlü bir akış içinde oluşumuz finalin etkileyiciliğini artıyor. Sevginin zorlayıcılığının yakınlık korkusunu doğurması ve bu halin insan ruhunda oluşturduğu baskı konusunda neler söylemek istersiniz?
Hoşça kal Lili öyküsünde iki türlü yakınlık korkusu var aslında. Biri ölmekte olan çok sevdiği karısına bakan yaşlı bir adamın onun giderek kötüleştiğini görmekten ve eski haliyle kıyaslamaktan doğan içsel bir tecritlik durumu, diğeri de Lili bir Müslüman olmadığı için o kasabadaki mezarlığa gömülemeyecek olmasının yarattığı baskı. Burada bir dışlanmışlık ve çaresizlik de devreye giriyor. Yani adamın imamla konuşmalarına dikkat ederseniz gömülmek için bile ne denli genel kabule uygun olmanız gerektiği ortaya çıkıyor.
Kitapta en sevdiğim Âdem’in Yüzü oldu. Ömrümün geri kalanında sık sık hatırlayacağım bir öykü bu. Gerek imgesel açıdan güçlü anlar barındırması, gerek kurulan nahif dil, gerekse insan ruhunun en damıtılmış en savunmasız hallerinden birinin işlenmesinin yanı sıra, bu çaresizliğinin bir anda çoğalmasının yarattığı şaşkınlık da çok güçlü. Öyküde geçen “Kapının eşiğine yıllardır aynı mevsimde dışarıya konmaktan haşatı çıkmış bir Noel Baba dikmişler. İnsanın baktıkça ağlayası geliyor.” cümlesi o iki erkeğin yenilgisini ve tükenmişliğini de veriyor özetle. Köprünün yudumlanmak istenen ışıkları, Âdem’in vesikalık fotoğrafını içme imgeleri ile de daha farklı bir havası var metnin. Bu öykünün ortaya çıkma sürecinden söz eder misiniz?
Bu öykünün ilginç bir yazılma süreci var. Çok sevdiğim ve yazdıklarını her zaman severek takip ettiğim sevgili Ömer Erdem facebookta çok kısa bir anı paylaşmıştı. Öyle bir balıkçıya gitmesiyle ilgili, tam da yılbaşı arifesinde. O kadar canlı bir imge oluştu ki aklımda, ben bunun öyküsünü yazarım, dedim ve Ömer’den izin istedim. Yani sadece iki imge Balıkçı ve pejmürde bir noel baba imgesinden böyle bir öykü çıktı ortaya. Benim de kitapta en sevdiğim öykü oldu. Hele ki Adem’in vesikalık fotoğrafını sigaraya zıvana yapıp içmeleri çok büyük bir yabancılaşma metaforu.
Başka Şeylere Dönüşen Şeyler, Zambaklar, Külotlu Çorap, Işıklar Söndüğünde öyküleri aile içinde dile dökülemeyen gerginlikleri ustaca işleyen ve neresinden bakarsak bakalım bize dair, tanıdık öyküler. İnsanın hem nimeti hem laneti olan aile kavramı ve aile içindeki kadim çatışmalar kutsal anlatılardan itibaren edebiyatın da en temel konusu. Edebiyatın sık sık beslendiği ve kült eserler yarattığı bu kadim gerilime dair düşünceleriniz nelerdir?
Sartre’ın ünlü şiirindeki dizeleri hatırlayalım. Başkaları cehennemdir, dikkat et! Ve kendini yalnızca kendinde yok et. Gerçekten de başkaları cehennemdir ve bu cehennem içinde hayatımızın varoluştan itibaren büyük kısmını birlikte geçirdiğimiz aile de vardır. Çünkü diğerleriyle bir noktada ilişkiyi kesmek, kendi yoluna gitmek çok daha kolay olsa da aile atsan atılmaz, satsan satılmaz bir lanet gibi çöker kimi zaman insanın üstüne. Edebiyatın da sinemanın da çok beslendiği bir konu aile içi çatışmalar (bazen de çatışmasızlıklar diyelim ki bence bu daha büyük bir sorun), yalnızlıklar, yakınlaşma korkuları vs. İnsanlık var oldukça da daha çok ekmek çıkar buradan : )
Mahrem ve Güvercin Sessizliği öykülerinde bireysel hikâye toplumsal hikâyeye eklemleniyor. Mayınların yok yere parçaladığı suçsuz çocuk bedeni ya da oğlunun yarım kalan bedenini almak için Türkçe sözcükleri dahi olmadan direnen bir anne bu toprakların da zorunlu hikâyesi. Bireysel olanın toplumsal olandan ayrışmadığı zor bir coğrafyada yaşıyoruz. Metinlerarasılığa ve yabancılaşmaya oldukça düşkün günümüz eserleri karşısında edebi eserin toplumla ilişkisini biraz açabilir miyiz?
Edebi bir metin asla ve asla bir mesaj kaygısı taşımamalı bence. Bir kere bunu net ortaya koyalım. Ve evet, bahsettiğiniz iki öykü de oldukça politik öyküler ama onlar mesaj kaygısıyla yazılmadılar. İçinde yaşadığımız toplumsal gerçekliğin yazarın aklındaki izdüşümün bir parçası olarak yazıldılar. Bu anlamda kitaptaki diğer öykülerden bir farkı yok benim için. Bir yazar, her şeyden önce bir insan olarak etrafınızda olup bitenlere gözünüzü kapamanız mümkün mü?
Yakınlık Korkusu’nda kurulan öykü diline baktığımızda yer yer çarpıcı imgelerle karşılaşıyoruz. Bunların benim için ekstra bir lezzet olduğunu söylemeliyim. Bunun dışında, neredeyse her öykü güçlü bir resimle, okurda iz bırakan bir dille bitiyor. İnsan ruhu hakkında yazarken oldukça şeffaf, hayatın doğal kırıcılığı konusunda soğukkanlı bir diliniz var. Öykü dilini kurarken nelere dikkat ediyorsunuz?
Benim için görsellik çok önemli. Çünkü ben “görerek” yazıyorum. Bunda hem yazı deneyimine senaryoya ilgi duyarak başlamış olmamın hem de çok iyi bir sinema izleyicisi olmamın büyük etkisi var. Gerçekten de okurlardan geri dönüşlerde de bunu fark ediyorum sıklıkla. Görür gibi okuduk, yorumu çok geliyor. Soğukkanlı olmaya gelince, evet çünkü ben dışarda kalmaya çalışıyorum. Bence okur bir metni okurken yazarın sesini duyuyorsa orada sıkıntı vardır. O yüzden ben susmaya ve olanı olduğu/olabileceği gibi aktarmaya çalışıyorum.
Öykü ya da roman türünde gençlik kitapları da yazıyorsunuz. Yazdığınız türler arasında modern öykünün yeri ve anlamı nedir?
Yazmaya başladığımdan beri hiçbir zaman kendimi şu ya da bu türle sınırlamadım. Yazmak istediğim şey neyi gerekli kılıyorsa o türde yazdım. Ama her zaman söylüyorum öykü benim için hep ayrı bir yerde, başımın tacı olarak kalacak. Daha zor, daha ince işçilik isteyen ve okurdan da yazardan da daha fazla katkı bekleyen bir tür.