Kaan Kara ile Nebula Kitap’tan çıkan ilk öykü kitabı “Pele’nin Öldüğü Yaz” hakkında görüştük.

Didem Görkay

Okurlar arasında yaygın olan bir öngörüye göre ilk kitap yazarının hayatından izler taşır. Pele’nin Öldüğü Yaz için böyle bir durum söz konusu mu? Okurların yarattığınız karakterlerde sizden ipuçları bulması mümkün mü?

Genelde ilk kitapta yazarla otobiyografik bir bağın olduğu düşünülür. Ama “Pele’nin Öldüğü Yaz” baştan sona kurgu yöntemiyle oluştu. Yaşadığım şeyleri yazmak gibi bir niyetim olmadı ilk kitapta. Yaşamadığım, şahit olmadığım olayları düşlemek ve kâğıda dökmek benim açımdan daha eğlenceli bir deneyimdi. Ama yaratılan hikâyeler, yazılan cümleler illa ki eserin sahibinin hayata bakış açısından ya da tecrübelerinden izler taşır. Yazar ortaya koyduğu metinden kendini ne kadar soyutlamaya çalışsa da, eserinden köşe bucak kaçmaya çalışsa da onu kovalamaktan zevk alan bir köpek gibi eser bir yerde dişlerini yazarın paçasına geçirmeyi başaracaktır.

Kullandığınız epigraflar dikkat çekici. Romain Gary, André Gide, William Faulkner… Bu isimler dışında sizi etkileyen, ilham veren yazarlar kimlerdir?

Öykülerin içeriğine ve kurgusuna uygun epigraflar kullanmayı seviyorum. Bu biraz da bir yazarın hangi yazarları okuduğu konusunda okurlara verdiği küçük tüyolardır. Başta Romain Gary, Louis-Ferdinand Céline ve Jack London gibi önemli yazarlar beni yazma konusunda yüreklendirdi. Bunların dışında; Thomas Bernhard, Lermontov, Ingvar Ambjørnsen, Chuck Palahniuk, Yusuf Atılgan, Barış Bıçakçı, Şule Gürbüz, Hakan Günday ve Hamdi Koç gibi isimlerin eserleri bana bu yolda ışık oldu.

Öykülerinizde yer alan karakterleri çoklukla psikolojik açılardan ele alıyorsunuz ve detaylı gözlemleriniz var. Psikoloji konusuna özel bir ilginiz olduğunu hissettim, yanılıyor muyum?

Ortaya konulan eserde dil, kurgu ya da tasvir ne kadar etkiliyse karakterlerin sergilediği davranış ve tutum da o kadar önemlidir. Karakterlerin psikolojisi ne kadar sade ve etkili anlatılırsa inandırıcılık konusunda okuru ikna etmek de o kadar kolay ve tutarlı olacaktır. Felsefeye ve psikolojiye büyük bir ilgim olmuştur hep. Hangi edebi tür ortaya konulursa konulsun temeli felsefe ve psikoloji üzerine kurulan eserler ayakta kalmayı başarıp ölümsüzleşir. Çevremi ve insanları en ince ayrıntısına kadar gözlemleme işi çocukluğumdan beri hiç sıkılmadığım eğlenceli bir oyuna dönüşmüştür benim için. Okul hayatım boyunca bana daha geniş bir bakış açısı sunup daha çok insanı görüp gözlemleme imkânı sunan arka sıralarda oturma sevgim de sanırım gözlemleme alışkanlığımla alakalı. Bir öyküde bir deliyi anlatmak için delirmiş olmaya ya da deli gibi davranmaya gerek olmasa da hayal gücünün yarattığı o deliyi baştan ayağa en ince ayrıntısına kadar inceleyip sergilediği her harekete ya da davranışa bir anlam vermeye çalışmak etkili bir ifade sunmak adına daha faydalı olacaktır.

“Bir Nakavt Hikâyesi” ve “Acının Tarifi” öykülerinizin karakterleri âşık olan, aşk yüzünden acı çeken kişiler. Hatta Bir Nakavt Hikâyesi öykünüzün başında Yalçın Tosun’un “Aşk yüzünden delirdim ben,” cümlesi yer alıyor. Aşk hayatın neresinde yer almalı, gözlem gücü yüksek bir yazar olarak düşüncelerinizi paylaşabilir misiniz?

Sanırım aşk ne denli güzel ve heyecan vericiyse acısı da o denli yıkıcı olup uzun sürüyor. Kimine göre hayatın anlamı, kimine göre gelip geçici bir duygu durumu kimine göreyse de bir melankoli hali olarak kabul edilen aşk kavramı sanatın her dalına etki etmeyi başarmıştır. Her insanda farklı boyutta hissedilen aşk hali sinemada ayrı bir biçimde, edebiyatta ayrı bir dilde vücut bulsa da evrim geçirmeyi ya da modasını yitirmeyi hiçbir zaman düşünmemiştir. Kaynağını insan psikolojisinden ve sevgiden alan aşk kavramı insanlık tarihi boyunca varlığını koruyacaktır diye düşünüyorum. Aşk insan hayatının neresinde olmalı bilmem ama merkezde “sevgi” gibi sarsılmaz, yüce ve saf bir duygu yer almalı.

Zamanın birçok şeye yetmediği bir çağda okur ya da yazar olmanın özellikle vakit bulmak açısından zorlukları var mı?

İçinde çürüdüğümüz çağın dişlileri insanla birlikte zamanı da öğütüyor sanki. Zaman kimseye yetmiyormuş gibi hissediliyor bu devirde. Ayrıca herkes çok meşgul ve yorgunmuş gibi davranıyor. Neticesinde de içinde bulunduğu bu durumdan fazlasıyla şikâyetçi oluyor. Oysa insanı yoran, yıpratan şeyler; rol yapmak, teknolojinin kölesi olmak, hayır demeyi bilmemek, sevmediği işte çalışmak ve her gün sıfırlanan yirmi dört saatlik sayacın sunduğu zamanı iyi değerlendirememekle alakalı. Sanata ve bilgiye zaman ayrılmamış her gün ziyan olmuş demektir. “Okumaya zamanım yok” demek büyük bir yalan bence. Zaman seni beklemez ya da senin için eğilip bükülmez. Zamanı sen yaratırsın. Tabii eğer istersen… Okurun bahaneleri ile yazarın bahaneleri arasında pek de fark yok aslında. Yazmak için dağ başında bir kulübeye kapanan yazarlar da var, çalışmalarını ilerletmek için işe birkaç saat erken gidip yazmaya zaman ayıran ya da uykusundan çalarak düşsel yolculuğuna kemer bağlayan yazarlar da var… Sanırım tüm mesele; bir şeyi ne kadar istediğinle ve o şeye ne kadar değer verdiğinle alakalı bir fedakârlık göstergesinden ibaret. Bana gelecek olursak; bir yazar ne yapması gerekirse, nelerden beslenmesi gerekirse ve neleri reddetmesi gerekirse onları yapmaya çalışıyorum her gün. Sonuç olarak; her canlıya uyguladığı gibi yavaş yavaş öldürme özelliğini saymazsak zamanla ilgili bir sorunum yok.

“Sahte Tevfik ve Sahici Yalnızlığı” öykünüz başta olmak üzere betimlemeleriniz ve kullandığınız üslup okuyucuyu bir film sahnesini izler gibi etkiliyor. Sinemaya olan ilginiz kendisini her anlamda hissettiriyor. Biraz bu ilginizden söz eder misiniz?

Sinema benim ilk aşkım aslında. Hatta beni yazmaya iten etkenlerin temelinde sinemaya olan tutkum yatıyordur. Kabuğumuzun dışındaki hayata, yapmaya cesaret edemeyeceğimiz şeylere, belki de hayatımız boyunca göremeyeceğimiz coğrafyalara ve uzak kültürlere sinema sayesinde şahit oluruz. Film izlemeyi hoş vakit geçirip eğlenmek için değil de sanatsal anlamda bir şeyler öğrenip ufku genişletmek amacıyla değerlendirince işler değişiyor. Haliyle insana kattığı değerin boyutu da değişiyor. Sanırım benim yapmaya çalıştığım şey de; kelimeleri ve cümleleri bir görüntüye dönüştürüp okurun zihninde sahnelemek… Bir okur olarak baktığımda gözümün önünde canlanıp sahnelenmeyen hikâye eksik ve etkisizdir demektir. Okur, hikâyenin geçtiği sahnede izleyici olarak kendine boş bir koltuk bulamıyorsa, hikâyedeki karakterlere dokunup onların duygu durumunu hissedemiyorsa ışık yetersiz, dekor eksik, perde kısa demektir.

“Deliliğin Paradoksu” öykünüzde bir insanın delirmesinin aşamalarını kaleme almışsınız. Mahalle tarafından deli olarak görülen karakterin çevresi hakkında doğru tespitler yaptığı ve birçok normal insandan daha iyi düşündüğü fark ediliyor. Çevrenizi gözlemlerken ve deli olarak adlandırılan insanları karakter olarak seçerken Alper Canıgüz’ün Tatlı Rüyalar’da dile getirdiği gibi, “ya deliler haklıysa” diye düşündünüz mü?

“Hepimiz deli doğarız, bazılarımız öyle kalır,” der Samuel Beckett. Deliliğin erdemiyle birlikte saflığını da ifade eder aslında bu cümle. Mahallenin delileriyle iyi anlaşıyor olmam bir nebze de olsa onların penceresinden kafamı uzatıp dünyayı onların gözünden görme imkânı sunuyor bana. Her zaman ilgimi çeken bir nokta olmuştur “delilik” olgusu. Aklının öteki tarafına geçme cesaretinde bulunan insanların hayatı algılayış biçimi fazlasıyla merak ettiğim bir durum olmuştur. Alper Canıgüz’ün iddiasına cevap verecek olursam; bence deliler haklı… Sadece deliler mi? Çocuklar, anneler, şairler, sokak hayvanları… Hepsi sonuna kadar haklı… Bu değerli varlıkların yanıldığını görmedim henüz… Deliliğin anlamı belki de ölüm olgusundan daha derinlerde gizli. Erasmus, Deliliğe Övgü‘de “Kendimi hem sağduyu ve bilgi edinmeye hem de yanılgıları ve deliliği öğrenmeye açtım,” der. İnsanların deli olarak dünyaya gelmediğini kabul edersek duygusuz ve bilgisiz doğduğunu da kabul etmek gerekir. Neticede bilgi ve delilik süregelen bir hayat ve ileriye doğru bir akış gerektirir. Werner Herzog’un “Tanrının Gazabı” filminde Aguirre’in salın üzerinde nehir boyu ilerledikçe delirmesi gibi… Klimov’un “Gel ve Gör” filminde savaşın oradan oraya sürüklediği zavallı Florya’nın en sonunda deliliğine kavuşması gibi… Nietzsche’nin aklını yitirdiğini bir atın boynuna sarılarak anlaması gibi… Anlamın ve anlamanın er ya da geç iflas eden bir bilince dönüşmesi de zihinsel bir akıntıdan geliyor. Bulunduğumuz çağa bakılırsa; delirmenin, hastalıktan ölmenin, savaşların, dünyayı tüketmenin, iyiliklerin ve kötülüklerin tanrı tarafından pek de umursanmadığını anlamak gerekir. Hatta Epiküros’un; Tanrı’nın yarattıklarıyla ilgilenmediğini, O’nun bizden ayrı olarak var olduğunu ve dünyaya karışmadığını iddia etmesi, içinde çürüdüğümüz dünyaya yaptıklarımız karşısında tanrının kayıtsız kalması Epiküros’u haklı çıkarıyor gibi. Hatta Descartes’ın da söylerken dili sürçtü bence. Deliriyorum, o halde varım, diyecekti muhtemelen…

Yeni bir kitap çalışmanız var mı? Yazarlık kariyerinize öyküyle mi yoksa daha farklı bir edebi türle mi devam etmeyi düşünüyorsunuz?

Öyküden vazgeçmem imkânsız, bunu anladım. Aynı anda hem roman hem de bir öykü dosyası üzerinde çalışıyorum. Hangisi önce bitecek ben de bilmiyorum ama öykü yazmak daha samimi geliyor bana. Roman düzenbazlığa ve kurnazlığa daha yakın bir tür aslında. Okuru oyalamayı ve dümene getirmeyi seven, su kenarına götürüp susuz getiren, acı bir işkenceyi ya da güzel bir sürprizi uzatmayı seven kurnaz bir tüccar gibi… Ama ikisinin de verdiği haz, sunduğu tecrübe farklı. Roman yazmak ile öykü yazmak arasında kocaman bir vadi var. Ve benim de o vadiyi keyifle yürümekten başka çarem yok.

Güncel bir konuyla bitirmek istiyorum. Bütün dünyayı etkileyen Corona salgını sizi, çalışmalarınızı ve en önemlisi psikolojinizi nasıl etkiledi?

Herkeste olduğu gibi beni de olumsuz yönde etkilemiştir. Etkilenmediğini iddia eden insan yalan söyler. Çünkü psikoloji diye bir bilirkişi ve bilinçaltı diye bir hafiye var. Sen etkilenmediğini düşünürsün ama ruhuna şarapnel parçaları çok önceden batmıştır. İlla ki gündelik hayatını, duygu durumunu, toplumsal ilişkilerini etkilemiştir bu süreç. Uzun bir süredir distopya edebiyatın içinde yaşıyormuşuz gibi resmen. Sanırım bu zor süreci biraz olsun avantaja çevirebiliriz. Bu da sanata tutunmakla olabilir. Sanatın terapi etkisini yabana atmamak gerekir. Sosyal yaşantıdan uzaklaşmak; edebiyata, sinemaya, müziğe, mizaha ya da kendi ruhumuza yönelmemize güzel ve anlamlı bir bahane sunabilir. İçinde bulunduğumuz zorlu süreci göz önüne aldığımda, insanlığın geleceği hakkında şunu söyleyebilirim; her şey gitgide daha kötü olacak. Bütün güzellikler ardımızı gösteren bir dikiz aynasında olduğu gibi git gide bizden uzaklaşacak. Bunu kabul etmemek ahmaklık olur. Dünyayı koca bir çöp yığınına çevirdik ve bunun cezasını da fazlasıyla ödeyeceğiz. Gülüp eğlenmek, umarsızca dans etmek, kendini vazgeçilmez hissetmek ya da bütün olanları görmezden gelmek hiçbir şeyi değiştirmeyecek. İnsan denen yaratık ne kadar acımasız ve yıkıcı olduğunu tam olarak algılayamadan, pişmanlığını anlamadan bütün bencilliği ve caniliğiyle birlikte kendi sonunu getirecek. Her şey için çok geç olduğunu fark ettikten kısa bir süre sonra da insan denen bencil türün hükümdarlığı kalmayacak zaten. Michel Foucault’nun dediği gibi; “İnsan dediğimiz şey, yakın tarihin bir icadıdır ve muhtemelen sonu yakındır.”