Kolonyalist bir klasik ve 300 sene sonra bile ölmeyen mitler üzerine yeniden düşünmek

Robinson-Crusoe-crop

Üç yüz yıl önce bu hafta; hüküm giymiş bir heretik, bir dolandırıcı ve eski bir casus, ıssız bir adaya düşen pervasız bir genç adamla ilgili bir kitap yayımladı.

Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe’su kendini mütevazı bir gemi kazazedesinin otobiyografisi olarak takdim ediyordu. Sıklıkla gerçekçi kurgunun ilk romanlarından biri olarak gösterilen kitap, büyük yankı uyandırdı. Dört ay içinde dört baskı yaptı. 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde kitabın 700’den fazla baskısı, çevirisi ve taklidi vardı. Yepyeni bir tür (Robinsonade), bir opera ve bir pantomim ortaya çıkardı, İngilizce jargona birkaç yeni kelime kazandırdı ve Rousseau, Coleridge, Edgar Allen Poe, Virginia Woolf ve Sör Walter Raleigh gibi isimlerden övgü topladı. Hatta Karl Marx, Kapital’de Crusoe’ya kapitalizm öncesi insanın bir örneği olarak işaret eder.

Bugün elinizi sallasanız Robinson Crusoe’nun sinematik bir yorumlamasına denk gelirsiniz: “Uzayın Derinliklerinde”, “Dünya 2”, “Survivor”, “Yeni Hayat”, “Marslı”, “Robinson Crusoe Mars’ta”, hatta “Robinson Crusoe’nun Erotik Maceraları”. Bu hikaye, tarihte en çok basılan kitaplardan biri ve İnuitçeden Maltacaya 100’den fazla dilde yayımlanmasıyla bu bağlamda İncil’in hemen arkasından geliyor. Robinson Crusoe’nun baskısı 300 sene boyunca hiç tükenmedi.

Bu hikayeyi Batılı okuyucu için bu kadar büyüleyici kılan nedir? Olay örgüsü bakımından insanı tam olarak yakalamaz; ayrıntılı çit inşa etme betimlemelerine merakınız yoksa tabii. Robinson zamanının çoğunu adada tek başına geçirir; dolayısıyla kitabın itici gücü sebep-sonuçtan ziyade büyük oranda tesadüftür. Robinson keçi evcilleştirir. Buğday eker. Kitabın büyük bölümü boyunca etrafta ondan başka karakter yoktur; geriye dönüşler veya ilişkiler noktasında fazla bir şey elde edemeyiz.

Fakat Robinson Crusoe iki bakımdan özeldir.

Öncelikle, kitap -ilk İngilizce romanlardan biri olmasının yanı sıra- belki de gerçekten popüler olmayı hedefleyen ilk romandır. Defoe, Robinson Crusoe’yu o dönemde zaten moda olan bir anlatıya dayanan, herkesçe anlaşılabilir bir seyahat güncesi olarak kaleme aldı. Heyecan verici bir masal inşa etti ve bunu gerçek bir hikaye olarak pazarladı. Hatta ilk baskıda Robinson Crusoe’dan kitabın yazarı olarak bahsedilmiş ve kitabı okuyan çoğu kişi onun gerçek biri olduğunu düşünmüştü. Defoe borçları nedeniyle hapishanede epey zaman geçirmişti ve bir “hit”e ihtiyacı vardı.

Fakat bu kitabın kültürel bilince kazınmasını sağlayan asıl şey, medeniyet getiren Hıristiyan beyaz adam şeklindeki Anglosakson mitine tipik bir örnek teşkil etmesiydi. Robinson Crusoe, adayı kendi isteklerine göre hizaya getirir. Yabanıllığı “ehlileştirir”, kendini efendi ilan eder ve yerel halkın bireyliğini görmezden gelir. Köleleştirdiği adamı kendisinin dinini, beslenme şeklini, kültürünü ve yeni bir adı -kendi “Cuma”sı- benimsemeye zorlar ve bunu azmin zaferi olarak sunar.

O halde Crusoe, bizim kendi kendine yetme sevdamızı veya en azından kendi kendine yetme fantezimizi ortaya koymaktadır. Emile ya da Eğitim Üzerine’de Jean-Jacques Rousseau, farazî bir çocuğun ideal yetiştirilme şeklini ayrıntılı olarak anlatır. Yalnızca kendine bel bağlamasını öğretmek üzere bu çocuğun -Emile’in- bir tek Robinson Crusoe okumasına izin verilir. Gemisi alabora olup kıyıya vurduğunda Robinson’un köle bulmaya gittiğini kaydetmekte fayda var: Anlaşılan ideal Anglosakson erkek, başarıya tek başına ulaşır ama kölelerin de faydası yok değildir. Gerçek hayatta Rousseau’nun çocuklarını terk ettiğini kaydetmekte de fayda var. Kendi kendine yetme ve adanmış aile adamları, kanonik kurgunun inanmamızı istediğinden daha zor bulunan şeylerdir.

Maskülen “saf kız” sevdamız pek sönmüş sayılmaz. Kendi kendini yaratan erkek şeklindeki Amerikan miti halen el üstünde tutuluyor ve bireysellik de bu toprakların en derinlikli dini. Fakat Robinson Crusoe anlatı şeklindeki emperyalist arzulardan ibaret değil. Crusoe’nun hikayesinin tarihsel bir öncülü var: Bir doğruculuk atağında kendisini bir adaya terk ettiren ve bizzat bir efsane olan Alexander Selkirk adında fevri bir İskoç denizci.

Alexander Selkirk 1676 yılında İskoçya’da küçük bir balıkçı köyünde dünyaya gelir. Genç bir erkekken denize çıkmayı çok ister ama babası yasaklamıştır. Ayakkabıcı olur ve mesleğinden nefret eder; anlaşılan kilisede de pek uslu durmaz. Selkirk’ün, The Original Robinson Crusoe’da aktarılan kendi anlatısına göre, bir gün o kadar kötü bir şey yapar ki -tam olarak ne olduğunu söylemeyi reddeder, yalnızca yaptığı şeyin “alışılmadık derecede skandal niteliğinde” olduğunu söyler- yapılacak en iyi şeyin kasabayı hepten terk etmek olduğuna karar verir. “Doğrusunu söylemek gerekirse” diye itiraf eder, “çocukken bana söyleneni yaptığım zamanlarda, hiç dikkate değer biri olmadım.”

Selkirk sonunda kendisini agresif, çabuk sinirlenen bir kaptanın gemisine atar. İspanyol gemilerini pusuya düşürmeyi veya altın çalmayı beceremeyen Selkirk bıkar. Bir gece tekinsiz bir rüya görür ve sabahına yakınlardaki bir ıssız adaya bırakılmayı talep eder. Yanına biraz erzak vererek Selkirk’ü bir adaya bırakırlar ama gemi uzaklaşırken verdiği karar dank etmeye başlar: “Kaptana seslenip fikrimi değiştirdiğimi söyledim ve beni tekrar gemiye alması için yalvardım. Beni duyan kimse yok gibiydi ve gemi çekip gitti.”

Selkirk palmiye ağaçlarının altında oturur ve geminin ufukta bir noktaya dönüşmesini izler. Bir gününü umutsuzluk içinde, tıpkı Crusoe gibi adadaki çok sayıdaki yaban keçilerinden birini yakalamak isteyerek ama barutunu sonraya saklaması gerektiğini düşünerek geçirir. Keçi yakalamak yerine yavru bir foku kalbinden bıçaklar (ya ne yapacaktı?) ve elleriyle bir kerevit yakalayıp çiğ çiğ yer.

Ertesi gün, korkunç yalnızlığını idrak eder. Ya hastalanırsa? Ya bacağını kırarsa ve yiyecek bulamadan yavaş yavaş ölürse? Ayaklanmalar veya gaddar memurlar yüzünden bir adada tek başına kalıp bedbaht, yalnız, bedenleri vahşi hayvanlarca yiyip bitirilen, kaderlerini kimsenin bilmediği kaç adam bu şekilde ölmüştür diye merak eder. Geceleri tuhaf sesler duyar. Yeri kazan meraklı kuşlar karanlıkta saklandıkları yerden havalanırlar. Selkirk, “Binlerce kez duyduğum çok garip bir çığlıkları var” diye yazar. “Bu çığlıklar aynı İngilizcedeki şu kelimeleri söyler gibidir: ‘Sessiz ol, sessiz ol.’ O çığlıklar nasıl da benimle alay eder gibiydi, anımsıyorum.”

Aylar geçer. Selkirk giderek daha büyük bir buhrana sürüklenir. “Kendisini yok etmeyi düşünmeye” başlar. Crusoe da sık sık bedbahtlığa düşse de bu onun anlatısının önemli bir kısmını teşkil etmez (emperyalist kahramanın hayat arzusunu ortaya koyması lazımdır). Fakat iki adamın da İncil’i yeniden keşfetmelerinde bir benzerlik söz konusudur. Adalarına düştüklerinde hem Selkirk’ün hem Crusoe’nun yanında İncil vardır. Selkirk -bir zamanlar kiliseden kovulan adam- akıl sağlığını korumak için İncil okumaya başlar. “Ormana veya kayalıkların tepesine giderken yanımda götürürdüm” diye anımsar Selkirk, “ve orada oturup saatlerce okur, bu esnada yalnızlığımı unuturdum.”

Crusoe’da bu durum, elbette, Hıristiyanlığın nurunun iyileştirici etkiye sahip olması olarak şekillenir; Selkirk’ün durumunda onu kurtaranın dil -din değil, yazılı kelamın kendisi- olduğu öne sürülebilir. “Ve böylece yavaş yavaş” der Selkirk, “iç huzuruma yeniden kavuştum.”

Selkirk adayı keşfetmeye başlar, bu anımsadıklarını fetihten ziyade uyum diliyle ifade eder. Çoktan terk edilmiş ve tohuma kaçmış bir şalgam ve turp tarlası bulur. Balkabağı, maydanoz, ekşi üçgül, yabani havuç arar. Crusoe gibi iki ev inşa eder ve kışın şiddetli yağmurlarında buralara sığınır. Crusoe gibi keçi derisinden çanta ve kıyafet yapar. Ayakları o kadar sertleşir ki ayakkabıya ihtiyacı kalmaz. Yaban keçileri yakalar ve yavrularını evcilleştirir. “Onlara arka ayakları üzerinde dans etmeyi öğretmiştim” diye anımsar memnuniyetle “ve böylece günün işleri bitince hepimizin danslarla eşlik ettiği bir nağmeyi ıslıkla çalar, kafamı dağıtırdım.”

Fakat hayat danstan ibaret değildir. Bir sabah ayağında keskin bir acıyla uyanır. Doğrulunca bir farenin kendisini kemirdiğini görür: Oda fare doludur. Her gece kulübesini istila eder, onu uyutmazlar. Bir çözüm bulmaya çalışır ve yakınlardaki faresiz bir diğer ıssız adaya gitmeyi düşünür (fareler denizcilerin gemilerinden gelmiştir). Fakat sonra yaban kedilerini hatırlar. Eve bir sepetin içinde yavru yaban kedileri getirip fare sorununu çözer ve esasen ekosistemi istilacı bir türü ortadan kaldıracak şekilde dengelemiş olur.

Crusoe’nun hikayesinin aksine, Selkirk’ün adaya ilişkin anlattıklarında, öncesi ve sonrasındaki maceralarında Crusoe’nun zihninin daimi hayaletleri olan yamyamlardan hiç bahsedilmez. İşin aslı, Selkirk için tehdit oluşturan tek insan türü kendisi gibi Avrupalılardır: Bir gün İspanyollar gelir, onu kovalar ve ateş açarlar. Kaçar ve bir ağaca saklanır. İspanyollar tam da saklandığı ağacın gibinde toplanır ama onu görmezler ve Selkirk zarar görmeden kaçmayı başarır.

Dört yıl dört ay sonra Selkirk bir İngiliz gemisi görür ve mürettebatın dikkatini çekmek için ateş yakar. Selkirk’ü kurtarırlar ama tek başına geçirdiği onca zamandan sonra biraz tuhaflaşmıştır. Gemideki denizciler “kelimelerimi tuhaf şekilde veya kendi ifadeleriyle ‘yarım yarım’ telaffuz ettiğim konusunda ısrarcılardı”.

Yelken açma vakti geldiğinde gitmek ona zor gelir. Kendi ifadesiyle, adanın kendisi için yaptığı onca şeyi hatırlar. “Uzun süre güvertede kalıp gözden kaybolan kıyıları izledim. Belki de ayrılık tekrar söz konusu olsa fikrimi değiştirebilirdim.”

Defoe, Selkirk’ün hikayesini almış, özünü çıkarmış ve onu Püriten bir öykü olarak yeniden şekillendirmiştir. Crusoe’nun hikayesinde Öteki olarak inşa edilen gruplar bugün hikayenin kendi versiyonlarını yazıyorlar: J. M. Coetzee’nin Düşman’ında “Cruso” ve Cuma’ya katılan ve öyküsünün kaydının tutulması için çabalayan, ıssız adaya düşmüş bir kadın tahayyül edilir. Derek Walcott’un “Crusoe’s Journal” (Crusoe’nun Güncesi) şiirinde ıssız adaya düşen kişinin dine döndürme inancı, yerlilerin kanibalizmiyle birlikte anlatılır.

Dr. Elizabeth Bekers, Brüksel’deki Vrije Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı ve Sömürgecilik Sonrası Edebiyatı bölümünde Kıdemli Öğretim Üyesidir ve kendisinin “İngilizce Edebiyat” dersleri Robinson Crusoe’nun sömürgecilik sonrası yorumlamalarıyla başlıyor. Crusoe’yu özellikle incelediğini söylüyor çünkü “o çok önemli ana geri dönüp bakarak İngiliz edebiyat tarihinin tamamını okumanız mümkün.”

Bekers, Robinson Crusoe’nun yalnızca sömürgeci bir metin olmadığına işaret ediyor; aynı zamanda, sömürgeci kanonun bir totemi: “Robinson Crusoe’yu insanların karşı çıktıları bir metin olarak okuyabilirsiniz ama aynı zamanda o geleneğin tamamının bir sembolü de sayabilirsiniz. İnsanlar Robinson Crusoe’nun temsil ettiği şeye karşı çıkıyorlar: Beyaz erkeklerin, sömürgeci bakış açısından beyaz erkekler hakkında yazması. Hemen adanın kendilerine ait olduğunu, adayı kontrol etme hakkına sahip olduklarını varsayıyorlar. Adanın başkasına ait olabileceği aklının ucundan bile geçmiyor.”

Beyaz ve Belçikalı olan Bekers, şöyle devam ediyor: “Bence beyazlar olarak durumların bizim için ne denli tarafgir ve ayrıcalıklı olduğunu, dilimizin ne denli tarafgir olduğunu unutmamamız çok önemli. Öğrencilere kabile kelimesini kullanamayacaklarını söylerim veya kullanabilirsiniz ama o zaman Flaman kabilesi ve Valon kabilesi için de bu kelimeyi kullanmanız lazım derim.” (Flanders ve Valonya, Belçika’daki Felemenkçe ve Fransızca konuşan topluluklar)

O halde, Robinson Crusoe ilk kapitalist peri masalıdır ve bugünün bakış açısıyla bakıldığında bazı unsurlarının çirkinliği ifşa edilmiş olsa da her peri masalı gibi yoluna devam etmektedir. Crusoe’yu harekete geçiren mit, ülkemizin üzerine inşa edildiği mitle birebir aynı ve bu iyi bir şey değil. Tıpkı Crusoe’nun o çiti inşa edebildiği için adanın sahibi olduğuna karar vermesi gibi, Teddy Roosevelt de beyaz Amerikalıların yerlilerin topraklarını alabileceklerini ilan etmişti çünkü yerliler, topraklarını kâr getirecek biçimde kullanamıyorlardı. Fakat Crusoe’nun 300 yıllık yıpranmış hikayesinin potları, bugünün kıyafetinde çok belli oluyor. Bugün artık kalem, yeni seslerin –kadınların, beyaz olmayanların, eski sömürgelerin sakinlerinin– elinde. Ada artık Robinson Crusoe’ya ait değil.

Delaney Nolan

Kaynak: Literary Hub, 25 Nisan 2020

Çeviren: Çağla Taşkın