12.Ağustos.20
Sabah balkona bıraktığımız su kabına önce bir güvercin geliyor, sonra bir kumru, en son da bir serçe. Güvercin bazen, vücudundan duman tüten bir ademoğluna doğru [ki bu ademoğlu bendeniz oluyorum, günün ilk cigarasını tüttürmekteyim o sırada] badi adımlarla yaklaşıyor. Görünmez, daha doğrusu sadece onun gördüğü bir sınır var, oraya gelince duruyor. Biraz sağa sola bakınıyor, uçup gidiyor. Ademoğlu da eyvallah deyip günün hayhuyuna başlamak için içeri giriyor [ki bu ademoğlu ben oluyorum, mesai saatlerinin ruhumu sıkıp posaya çevirdiği daireye doğru yollanma fikri bile midemi ağrıtıyor o sırada]. Mektebe gidip meslek sahibi olacağıma, keşke bakkal olsaydım diye düşünüyor. Ya da çiftçi. Babaannesinin demesiyle leşber. Kumru gibi düşünüp duruyor.
13.Ağustos.20
Birkaç kişi, birkaç Dünlük’tür bahsediyor olmamız vesile olmuş, Memet Baydur okuyacaklarını söylediler. Gerçekten sevindim. Tabii, “Arkadaşlar kanalıma hoş geldiniz, size bir kitap tavsiye etmek istiyorum. Kitabın adı 1984. Tam yaşadığımız günleri anlatıyor. Acayip yeaa!” diyenlerin durumuna düşmek istemem. Demem o ki, insan bir kitap ya da bir yazar tavsiye edecekse, bu yeni bir keşif olmalı. Memet Baydur, zaten olduğu yerde, Türkçe edebiyat coğrafyasının en güzel yerinde dağ gibi duruyor. Nedir, biz de “tavsiye” işlerine girmedik zaten, sadece Baydur okumalarımızdan bahsettik biraz. [Ki bunlar devam etmekte, edecek, etmeli!]
Birkaç kişi de “Baydur’un hangi kitabından başlayalım?” diye sual ettiler. Doğrusu, şeytan dürtüyor, diyor ki otur bir yazı yaz, başlığına da şu sözleri kondur: “Bir yazarı okumaya nereden başlamalı?” Nedir, biz şeytanın her sözünü dinleyecek olsak bu yaşımızı bile göremezdik ey okur!
Önceden bir yazarı okumaya başladığımda tüm kitaplarını art arda okurdum. Hasan Ali Toptaş’ı, Orhan Pamuk’u, Cemil Kavukçu’yu, Behçet Çelik’i, Barış Bıçakçı’yı, Hüsnü Arkan’ı, Elif Şafak’ı, Halim Yazıcı’yı ve daha birkaç yazarı daha böyle okuduydum zamanında. Sonradan, bu yazarların çoğunun yeni kitapları çıktıkça, onları da okumaya devam ettim. [Bu yazarlardan bazılarını artık okumuyorum. Yeniden okuyacak olduğumda, eski kitaplarına gidiyorum.]
Bir yazarın, elden geldiğince, tüm kitaplarını art arda okumak iyidir. Nedir, her zaman mümkün olmuyor. Hayat gailesi, başka okumalar, yaşamalar engel oluyor buna. Memet Baydur’a dönecek olursak: Tek öykü kitabıyla bir öykücü olarak da okunabilir Baydur. Oyun yazarlığı üzerine laf edecek kadar kendimi bilmez değilim ama Baydur’un asıl alametifarikası oyunları zaten. Baydur’u kişisel olarak tanımak için Adalet Ağaoğlu’yla mektuplaşmaları, denemeleri okunabilir. Dahası, vefatının ardından hazırlanan “Elveda Dünya Merhaba Kâinat” var. Yakınları, eşi dostu, başka yazarlar, eleştirmenler, oyuncular onun hakkında neler demiş – öğrenilmiş olur böylece. İyice meraklanırsanız çevirilerine de el atabilirsiniz tabii.
Gururlanmak, nereden bakarsanız tuhaf bir eylem. Ve fakat engel olamıyorum: Türkçeyi, zihnimi kamaştıracak denli güzel kullanarak eşsiz eserler vermiş her yazar gururlandırıyor beni. Bay Memet Baydur da bunlardan biri.
14.Ağustos.20
Sevgi Soysal [kimse kusura bakmasın, dünlük’ün ilerleyen bölümlerinde Sevgi abla olarak geçecektir] Yürümek romanında ütopya’nın soru biçiminde tanımını yapmış resmen:
“Olmayacak şeylere inanmak, olabileceklere inanmak için gerekli gücün başlangıcı olamaz mı?”
Canım Sevgi abla, canım Elâ, canım Memet ve de canım ütopya!
15.Ağustos.20
Bazı insanlar [bazı değil bazı değil, çoğu çoğu] anlaşmak için değil de bilhassa anlaşmamak için konuşuyor gibi geliyor bana. Bazen tamamen Türkçe bir sohbeti (!) anlayamıyorum. Hem de hiç anlamıyorum. Aklıma Onat Kutlar’ın Çevirmen adlı denemesi geliyor. Vurulan serçeler. Günlük konuşmalarda serçe katliamı oluyor. Durmamacasına. Ve sözcükler havaya süzülüyor, atmosfer dışına çıkınca infilak ediyor. Biz de öyle bakıyoruz birbirimize. Boş boş.
***
Bir deyim duydum geçenlerde: “Tam oynayacaktık davul patladı.”
16.Ağustos.20
Sadeddin Nüzhet Ergun’un derlediği “Bektaşî Şairleri ve Nefesleri” [Çolpan Kitap] kitabından:
Dervişlik hırkada tacda değildir
İsilik oddadır saçta değildir
Var bir gerçek erden kuşan kuşağı
Anları kurt yemez ucda değildir
Hakk’ı ister isen âdemde iste
Irak’ta Mekke’de Hac’da değildir
Döğüb bir kardeşin hatırın yıkma
Eğilüb kıldığın secde değildir
Aşk ile ölegör Kaygusuz Abdal
Aşk ile ölmezsen güçte değildir
17.Ağustos.20
Sevgi abla, “Bir Romanın Hatıratı: Yürümek” başlıklı tarihsiz yazısında [İpek Şahbenderoğlu’nun derlediği Venüslü Kadınların Serüvenleri kitabı içinde] Yürümek’le ilgili şöyle diyor:
“Seviyordum yürümek sözcüğünü; ilerlemeyi, değişimi, durdurulamaz oluşumları gözlemeyi. Kavradıklarını, belki özümleme zorluğundan, kusanlardanım; oturmuş, ufak bir roman yazmıştım. Her attığı adımı ilerlemek sanan, bu nedenle biraz erken ve çabuk yorulan bir kadının, yanlışlara yanlış ad koya koya vardığı labirent içinde, duyduğu kaçınılmaz bunalımları, belirli ve sağlıklı kurallar içinde Değişen doğayı, sağlam durumlar ortasındaki bireysel çırpınışların anlamsızlığını, o zamanlar bildiğimi ve anlatmak istediğim daha birkaç şeyi sığdırmıştım bu kitaba, sığdırmak istemiştim.”
Aynı yazıda, romanın başına gelenleri, o kendine has neşeli isyankarlığıyla çok güzel anlatıyor Sevgi abla.
Romanda, eşekle cinsel münasebete giren [daha doğrusu nasıl girdiğini anlatan] bir karakter var. İşte Yürümek’in başına gelenlerin nedeni bu. Görünen nedeni. Suç, romanın “Hayvanlarla cinsi münasebeti övücü nitelikte” olması. Bugün de yaşadığımız şeyler: Önce “böyle bir şey yok”, sonra “böyle bir şey yazılamaz” lakırdıları.
Oysa benim bile dinlemişliğim var böyle bir eşek hikayesi. Yok değil, elbette var.
Suça teşvik ya da suçu övücü nitelikte olmağa gelince, bu elbette daha da komik. Bunu kabul edersek, kimsenin Kutsal Kitap’ı da okumaması gerekir. Kardeş katli var. Oğlunu boğazlamak isteyen peygamber var. Ensest var. Ohoo, daha neler var!
Hakan Kaynar, bir süredir Sanat Kritik adlı sitede Sevgi Soysal yazıları yazıyor. O yazılardan birinden öğrenmiştim: Sevgi abla, ilk romanı Yürümek’i eski adıyla Bilir, yeni ve resmi adıyla Abay Kunanbay sokakta yazmış. Yukarıdaki fotoğrafı, oradan geçerken çektim. Sevgi abla, işte orada yazmış Yürümek’i.
Hakan Kaynar’dan alıntıyla kapayalım bu bahsi:
[N]eden Ankara’nın ilk yazarıdır Sevgi Soysal? Hemen cevaplayalım, farklı kuşaklardan biz Ankaralılar, aynı şehirde yaşadığımız hissine onu okurken kapılabiliriz artık. Bu bir, evet Ankara’nın kendine özgü, hep inşaat hep inşaat şehri oluşundan kaynaklanır; ama iki: Sevgi Soysal’ın hep kuşaklar üstü olmasından. O çağdaşlarının değil bizim yaşıtımızdır. Benim için sanki öldüğü yılda, 1976’da doğmuştur. Her okuyanın kendisiyle akran zannettiği bir tuhaf kadın.
Daha önce de yazmıştım. Sevgi Soysal yaşasaydı, abla dedirtmezdi sanki kendine. Aramızda yaş hiyerarşisi yaratma Onur! diye paylardı sanki. Hakan hocanın dediği gibi, “her okuyanın kendisiyle akran zannettiği bir tuhaf kadın” Sevgi Soysal. Neden abla diyorum o zaman? Bilmiyorum.
18.Ağustos.20
Eskiden gazetelerde köşe yazarlarının sütunlarında “Yıllık iznimin bir bölümünü kullandığımdan yazılarıma kısa bir süre ara veriyorum” notu olurdu. Bendeniz de Dünlük’lere kısa bir süre ara veriyorum. Panik, korku, kaygı içinde ve taktığımda uzaylılara benzediğim tam teçhizatlı bir maskeyle, neredeyse bir yıldır görmediğim valide hanımı, peder beyi ve biraderimi görmek için Kuzey Ege Krallığına doğru yola koyuluyorum.
Yıllar önce bir kamyon arkası yazısı görmüştüm: “Yaşadıkça seveceğiz”
Yaşadıkça okuyup yazacağız biz de.
Onur Çalı