
Selçuk Baran, biri çocuk öyküsü olmak üzere yedi öykü kitabı ve üç roman yazmış, bunların yanı sıra radyo oyunları, tiyatro oyunları, mektuplar ve günlükler kaleme almış ancak ne yaşadığı dönemde ne de vefatından sonra kıymeti tam olarak anlaşılamamış; Füsun Akatlı’nın söylemiyle ramp ışıklarının hiç aydınlatmadığı, Selim İleri’ye göre ise baştan beri, inceliklere, sırçalara kapalı insanların, yazarların, eleştirmenlerin, okurların bilinçsiz suikastine uğramış talihsiz bir yazar
Bu yüzden, 1994 yılından sonra, okuyucusuna ulaşamadığını düşünerek başarısız bir yazar olduğunu kabullendiğini ve yazmayı bıraktığını söyleyen Selçuk Baran’ın bütün öykülerinin “Ceviz Ağacına Kar Yağdı” ismi altında toplanarak 2008 yılında Yapı Kredi Yayınları tarafından basılması çok değerliydi. Ancak baskısı tükenen kitabın yeni basımı yapılmamıştı ve uzun zamandır piyasada bulunmuyordu. Bu yıl Şubat ayında “Türkan Hanım’ın Ölümü” isimli oyunun, Temmuz ayında da “Tortu” ve “Yelkovan Yokuşu” isimli öykü kitaplarının Yayınevi tarafından yeniden basılması, Selçuk Baran okurlarına ve onunla tanışmayı bekleyen okurlara güzel bir sürpriz oldu. Yazarın diğer öykü kitaplarının da teker teker basılacağını duymak ayrıca sevindirici.
Bu yazıda; “Gerçek olan bir hayat nedir?” diye özetleyebileceğimiz evrensel meseleyi tartışmak için kurduğu, günümüz insanı için oldukça tanıdık ama yazıldığı zamana bakıldığında distopik denilebilecek atmosferiyle bana göre Selçuk Baran’ın öykü kitapları arasında ayrı bir yerde duran Tortu’dan bahsetmek istiyorum. Tortu, yayınevi tarafından öykü olarak nitelendirilse de rahatlıkla novella, roman olarak da düşünebileceğimiz bir kitap. Bağlamlı beş öyküden oluşuyor. Kimsenin adını duymadığı, kırmızı gül bile yetişmeyen, kadınları oya işlemek istemeyen, sessiz, hüzünlü, çevresinden kopuk yaşantısını ağır aksak sürdürmeye çalışan S… kasabasında yaşayan on altı yaşındaki Halim’in sesinden dinlemeye başlarız olan biteni. Halim’in annesi altı yaşındayken ölmüş, onu kendisinden dört yaş büyük ablası büyütmüştür. Bu yüzden ablayla Halim arasında kuvvetli bir bağ, sevgi vardır. Abla ve onunla kurulan ilişki kitabın ilk öyküsüdür. Halim, S… kasabasının içinden geçen Soğuksu Deresi’ni, “Gerçekte bizi unutmayan, evlerimizin içine, yataklarımıza dek bizi izleyen, her an varlığını belli edip yalnızlığımızı azaltan tek şeydir” diye tanımlar. İşte ablanın hikayesi de Soğuksu deresi gibi, kitap boyunca diğer hikayelere ulanarak, onlara değip çarparak bir şekilde sesini duyurur. Naciye’nin hikayesi, bir yandan kasabadaki kendi seçimi olan zorlu yaşamı ile büyük şehir İ…’deki rahat yaşam arasında bir kıyas yapma olanağı sağlayarak “gerçek olan bir hayat nedir” meselini katmanlandırır bir yandan da Halim’in ahlaki seçimleriyle bir paralellik kurarak onun hikayesini tamamlar, güçlendirir.
Naciye ile Halim’in ilişkisini, aralarındaki bağı okurken ailenin diğer fertleri, S… kasabası ve sakinleri hakkında da bilgi edinir, kendimizi kasabanın boğucu, insanı kıstıran atmosferi içerisinde buluveririz. Naciye, kendisiyle evlenmek isteyen, bir zamanların varlıklı ailesi olan ama sonradan zenginliği kalmayan Boyacılardan, adı kaypağa çıkmış, işsiz güçsüz Rıfkı’ya varmayı reddedince ailesi tarafından hoş karşılanmaz, horlanır. Bir süre sonra da bir önceki yıl kavaklıkta çalışmaya geldiğinde tanıştığı Nuri adında bir çiftçiyle kaçar. Otuzbeş yaşlarında, iri yapılı, yumuşak bakışlı, parada gözü olmayan, hayatı seven birine benzeyen bu adam evli ve üç çocukludur. Karısıyla ayrı yaşamaktadır ama ondan boşanması da mümkün görünmemektedir. Naciye’nin onunla nikahsız yaşamayı kabul ederek kaçması aile fertleri için büyük öfke ve utanç kaynağı olur. Halim hariç ailede hiç kimse, Naciye’nin neden böyle bir yolu seçtiğiyle, yeni yaşamında nasıl olduğuyla gerçekten ilgilenmez.

Bu olaydan bir süre sonra Halim, Nuri’nin nikah yapmaya niyeti olup olmadığını anlaması, ablasının durumunu yoklaması için halası tarafından ablasının yaşadığı çiftliğe gönderilir. Ablasını görmek için fırsat kollayan Halim çiftlikte ablasının yeni yaşamını gözlemler, onun mutlu olup olmadığını anlamaya çalışır. Naciye’nin yeni hayatı oldukça zordur, çiftlikte yapılacak çok iş vardır, çocuklar yaramazdır, ablasından önce çiftliği çekip çeviren yardımcı kadın huysuz, suratsız bir kadındır. Ablası çok yorgun görünmektedir ama yine de Halim oradan ayrılırken ablasının artık hiç ağlamayacağından emindir. Naciye seçtiği yaşamı tüm zorluklarıyla kucaklamış, onun bir parçası olmuştur.
İkinci hikaye S… Kasabası’nın tek büyüğü Arif Hikmet Bey’in adını taşır. Kasabanın ana yoluna adı verilen Arif Hikmet Bey 1923’lerde başkente göç etmiş, daha sonra büyük şehir İ…’ye yerleşmiş, orada yükünü tutmuş, bir daha da memleketine uğramamıştır. Kasabalının yüzünü bile görmediği Arif Hikmet Bey kasabaya çeşme bile yaptırmamış olmasına rağmen kasabalı için Tanrıdan sonra adı anılan bir kişidir. Hatta Halim’e göre kasabadaki insanlar Tanrı’ya yakarırlarken bile Arif Hikmet Bey’i düşünürler. Çünkü doğup büyüdüğü kasabaya kırk yıldır uğramamış olsa da memleketini asla unutmamıştır. Gözü kulağı sürekli kasabadadır; kimin oğlu ne işe yarar, kasabada ne olup biter her şeyden haberdardır. Güvenilir adama ihtiyaç duyduğu zaman hemen avukatı aracılığıyla seçtiği kişiyi yanına aldırır. Yani o bir nevi büyük biraderdir. Kasabada onun çağrısını reddeden kimse olmamıştır. Arif Hikmet Bey’in yanına gidenler hiç geri dönmezler. Yavaş yavaş aileleriyle bağları kopar, hatta ana babalarının cenaze törenlerine bile gelmezler. Ama gidenler geride bıraktıklarına her zaman para gönderirler. Geride kalanlar da zamanla bu duruma alışır özlemlerini unuturlar. Halim de askerden döndükten sonra Arif Hikmet Bey tarafından çağırılır. Yaşamının dönüm noktalarından biridir bu çağrı.
Konak ismini taşıyan üçüncü bölümde Arif Hikmet Bey’in İ… kentinde kurduğu yaşama tanıklık ederiz. Burada, Arif Hikmet Bey’in etrafındaki herkesin hayatı, geleceği en ince ayrıntısına kadar onun tarafından planlanmıştır. Konakta, fabrikada çalışanların, Arif Hikmet Bey’in ailesinin, onun istediği gibi insanlar olmak dışında pek seçenekleri yoktur. Arif Hikmet Bey’in adamlarının tek başlarına kalmamaları, kendi dünyalarına çekilmemeleri için her şey ayarlanmıştır. Çünkü Beyefendi, bir insanın tek başına kalıp düşünmesinden doğabilecek sakıncaları çok iyi bilmektedir. Ama ilişkiler, çalışanlar arasında bulunması gereken, işlerin yürümesi için yeterli bir arkadaşlığın ötesine de geçemez. Kimse tek başına kalamaz ama bir araya gelindiğinde de kimse kimseyle sınırları çizilmiş bir sohbetin ötesinde konuşmaz, özel dostluklar kurulması, ilişkilerin derinleşmesi hoş görülmez. Zaten kimse kimseye içini açacak kadar güvenemez. Herkes aynı zamanda Arif Hikmet Bey’in casusudur.
Çalışanlar yığınla kurala, buyruğa kendiliğinden uyma gerekliliği duyar, bunları sorgulamaz. Kurallar, gündelik konuşmalar sırasında, ustalıkla öğretilir, öğretildiği sezdirilmeden. Örneğin bahçıvan; “Geceleri geç yatmasan iyi olur, hani radyoya falan dalıp da… Çünkü erken yatmak iyidir. Uyku bedeni dinlendirir, kafayı da. Dingin kafa mutluluk demektir. Ne kadar dinlenirsen, ne kadar mutlu olursan o kadar iyi iş görür, Beyefendi’yi de sevindirirsin” der laf arasında. Yalnızca görevler vardır ve ne kadar zor olursa olsun görevler insana kolaylık sağlar. Çünkü mutlu olmayı, insanca yaşamayı, kendinize özgü isteklerinizin olup olmadığını araştırmaya başladığınız an zorluklar başlar, oysa size uygun görülen görevleri yerine getirirken soru sormaktan ve dolayısıyla sorularınıza cevap aramaktan kurtulursunuz. Arif Hikmet Bey’in adamları, görevlerle, görevlerinin içinde, onları yerine getirerek dopdolu geçirirler günlerini.
Halim, insanların yavaş yavaş programlanmış makinalara dönüştüğü bu yaşamı benimsemiş, ona ayak uydurmuş görünmektedir. Yine de konağın bahçesinden girdiği andan itibaren hep boğulduğunu, sıkıldığını hisseder. Gördüklerine, tanıdıklarına, yaptığı işe, her şeye karşı yabancılık, ilgisizlik duyar. Bu yabancılık hissi bir türlü geçmez. Bölümün sonunda, kitabın aktığı, kazarak varmaya çalıştığı asıl mesele, bir mektup, Halim’in ablasından gelen bir mektup aracılığıyla açığa çıkar. Naciye “Orada neler oluyor, bilmek istiyorum.” diye yazar. “… Yani parasızlık sorunu olmayınca, insanı kıskıvrak bağlayan töreler olmayınca, gülmek ayıp sayıldığından insan gülmeyi unutmazsa ve çok istediği şeyler gerçekleştiğinde bile artık istediği gibi gülmeyi beceremeyecek duruma, düşmezse… Çocuklarına da gülmeyi öğretememekten korkmazsa… Bütün bunlar olmayınca insan nasıl yaşar? Ölesiye yorulmadan geçen bir günün sonunda neler düşünür insan? Geleceği, güven altındaysa… Sakın yanlış anlama. Bir derdim yok benim. Kocam, çocuklarım var çok şükür. Daha ne olsun ki?.. Ama başka türlü bir hayat vardır elbette. Gerçek hayatı anlat bana. Herkesin her şeyi bildiği dünyada hayat nasıldır? Buralarda yaşlılar hayat bir düştür, dünya yalandır, derler Yalan olmayan bir dünya buldun mu orada? Düş olmayan, gerçek olan bir hayat… Anlatsana…”
Dördüncü bölüm, Halim’in Arif Hikmet Bey’in fabrikasında çalışmaya başlaması ve şehre geldiğinden beri tek yakınlık hissettiği insan olan memleketlisi Hüseyin’in kızı Zekiye ile tanışmasından sonra geçirdiği duygusal değişimle beraber içinde yaşadığı dünyayı sorgulamasının, ablasının mektubundaki “gerçek olan bir hayat nedir?” sorusuna cevaplar aramasının hikayesidir. Zekiye tanıştığı diğer insanlardan çok farklıdır. İçinde yaşadığı düzenin bir emek sömürüsü olduğu, herkesin ücretli kölelere dönüştürüldüğünün farkındadır. Aile içinde bunu dile getirmekten de çekinmez. Ona göre Arif Hikmet Bey, Halim’in kasabasındaki en akıllı, en yetkin, en coşkun insanları yerlerinden söküp yanına alarak koskoca kasabayı çöle çevirmiştir. Ailesi de dahil olmak üzere çevresindeki tüm insanların ruhlarını çöle çevirmiştir. Etrafındaki her yeri bol ampullü, bol floresanlı, bol televizyonlu, bol araç-gereçli bir çöle çevirmiştir. Fabrikanın bacalarından salınan zehirli gazlarla, açtığı ocaklarla doğayı, gökyüzünü çöle çevirmiştir. Ama Beyefendi’nin çalışanları bu düzenin kusursuzluğuna inanmaktadırlar. Bu düzene karşı çıkmayı akıllarından bile geçirmezler. Halim zaman içerisinde Zekiye’nin bu imparatorluğun yıkılması için mücadele veren, fabrika içinde örgütlenmeye çalışan bir grupla birlikte olduğunu öğrenir. Zekiye yakında onun da kendilerine katılacağını söyler ama işler düşündüğü gibi gitmez.
Bu bölüm Zekiye’nin hayatındaki bir kırılma anı etrafında şekillenir. Zekiye mücadelenin liderine aşıktır ama ondan hamile kalınca sevdiği adam bebeğin ve Zekiye’nin sorumluluğunu almak istemez. Ayrılırlar. Yeni bir dünya kurmak iddiasıyla yola çıkmış, hayran olduğu adamın bu tavrı Zekiye için büyük hayal kırıklığıdır. “…Kötülüğe karşı savaşmaya kalkanlar kötülük yaparsa… Eğer onlar kötülük yapar, yalan söylerse… Bir sevgi, bir güven sonradan tiksintiye dönüşürse… Söylesene, o zaman insan yaşayacak umudu nereden bulabilir?” diye sorar Halim’e. Bebeği aldırır ama Beyefendi’nin casusları sayesinde böyle bir şeyin gizli kalması mümkün değildir. Arif Hikmet Bey, Hüseyin en birinci adamı olduğu için onun kızına bir fırsat verir. Zekiye bu haltı kiminle işlediğini anlatırsa ona dokunmayacak, adamı cezalandıracaktır. Ama Zekiye susarak, sevgilisini ele vermeyerek onu iyice öfkelendirir. Artık ne fabrikada ne de ailesinin yanında barınması söz konusu değildir. Dahası böyle ahlaksız ve nankör birisi için kent dışında da iş bulma olanağı kapanmıştır.
Halim işçilerin dedikodularından olanları öğrendiğinde hiç tereddütsüz Zekiye’yi görmeye gider. Onu sevdiğinin, onunla birlikte olmak dışında bir dileğinin olmadığının epeydir farkındadır. Bebeğin kendisinden olduğunu, Zekiye ile evlenmek istediğini söyler. Bu Zekiye’nin ailesini biraz yumuşatır ama Arif Hikmet Bey’in huzurunda başını eğmemesi, af dilememesi Beyefendi için kabul edilemez. İktidarını sarsacak en ufak bir şeye tahammülü de acıması da yoktur. Halim’i huzurundan kovar. Tabii fabrikadan ve İ…’den de.
Kolay olmaz ama sonrasında Halim Zekiye’yi evlenmeye ikna eder. Apar topar evlendirilirler. Arif Hikmet Bey’in peşlerinde olan gözünden uzaklaşmak, izlerini kaybettirmek için nerede sonlanacağı belli olmayan bir yolculuğa çıkarlar. Halim ablasının sorusunun cevabını kendince bulmuştur. Ona olanları anlattığı mektubunda “Gerçek hayat, insanın doğru bulduklarını yapabildiği bir hayattır. Hani masallarda insana üç dilekte bulunma hakkı verilir de akılsız kardeş bunu kullanmayı beceremez. Aslında insana tek dilekte bulunma hakkı verilir bence. Bunu iyi kullanırsan eğer, gerçek hayata da kavuşursun. Ben öyle düşünüyorum. Dileğim oldu. Bunun için Tanrı’ya şükrediyorum” diye yazar.
Kitabın son öyküsü kitaba adını da veren öyküdür. Burada, bütün hayal kırıklıklarından, vazgeçişlerden ve seçimlerden süzülerek biriken tortuyu okuruz. Yaşananlardan kalan bu tortu bir yandan hüzünlüdür ama bir yandan da Bilge Karasu’nun “Sevmeyi öğrendiğin gün hiç bir eksiğin kalmayacak” sözünü anımsatan bir deneyimin sonucudur. O yüzden içimizi ısıtır. Kitapta tüm toplumu dönüştürecek örgütlü bir mücadeleye tanıklık etmeyiz. Ama özellikle iki kadın karakterin, Naciye ile Zekiye’nin birbiriyle benzeşen seçimleri, bir direnme ve mücadele biçimine, bir çıkış yoluna işaret eder. Hakikatin peşine düşmek ve bedel ödemeyi göze alarak gerçeğin ne olduğunu söylemek noktasında geri çekilmemek diye özetleyebileceğimiz bu bireysel direnme biçimi, aslında topyekün bir dönüşümü başlatma potansiyeline de sahiptir. Arif Hikmet Bey’in bu cılız, etkisiz gibi görünen boyun eğmeyiş karşısında bu kadar hiddetlenmesinin altında da bu potansiyelden duyduğu korku gizlidir.
Kitabın sonunda Halim, bütün bunları neden anlatıyorum diye sorar. Çünkü yaşanan bir hayatın bir örnek olabileceğini, duyan birinin belki işine yarayacağını düşünmektedir. Yaşam alanı beton binalar, AVM’ler ve güvenlikli siteler arasında sıkışmış, iki yüzlü bir aile ve ahlak anlayışıyla, parayla, gelenekle, sömürüyle beslenen, Beyefendilerin hükmettiği, salgınla beraber rengi giderek daha da soluklaşan bir hayatın içerisinde duyduğumuz boğulma hissine, bahçemizdeki gül ağacı yıllar sonra kırmızı güller açmış gibi iyi gelecek bir kitap Tortu. Bu da, Halim’in isteğine bir karşılık olacaksa eğer, epey işe yarar bir şey bana göre. Nihayet okuyucusunu bulması ümidiyle…
Senem Dere