Engin Türkgeldi’nin 2017 tarihli Orada Bir Yerde kitabında on öykü bulunur. Korku, gotik ve fantastik gibi farklı türlerin özelliklerini taşıyan bu öyküler, belirli ortak unsurlarla birbirine bağlandıkları için kitabın bütünlüklü bir yapısı vardır. Hatta öykülerde değinilen kimi tarihi olaylar kronolojik olarak ilerler. Bu sebeple öyküleri kitaptaki sıralamaya göre okumak yerinde olacaktır. Örneğin ilk öykülerde Kuzey Savaşı’nın sürdüğü bilgisi verilirken “Kutsal” öyküsünde imparatorluğun savaşı kaybettiğini öğreniriz. Güçlü-zayıf, iyi-kötü, güzel-çirkin, efendi-köle çatışmaları üzerinden kurgulanan olay örgülerinde ölüm, iktidar, savaş, hastalık ve korku izlekleri ön plandadır. Öykülerin kişi kadrosunda ise isimleri verilmeyen krallar, köleler, bilgeler, seyyahlar, peygamberler, cüceler ve kötürümler yer alır. Zaman ve mekân kavramları muğlak bırakılmıştır. Zaten kitabın ismi de doğrudan zamansızlığa ve mekânsızlığa yapılan bir göndermedir. Burada anlatılan tüm olaylar, tarih öncesi zamanlara ait olduklarını düşünebileceğimiz kadar kadim insanlık sorunlarıyla ilgili oldukları kadar modern zamanlarda da süregelen savaş, salgın hastalık ve iktidar mücadelelerine gönderme yapar. Bu yüzden tüm öykülerde hayali ve/ya belirsiz bir zaman ve mekân kurgusuyla karşılaşırız. Yazarın bu tercihi öykülerin gücünü artırmış, okurun hayal gücünü istediği yönde kullanmasına imkân tanımıştır.

Orada Bir Yerde’de yer alan öyküler arasındaki başka bir ortaklık da bazı temel kavramlar aracılığıyla bir çerçeve oluşturulmasıdır. Bunların başında Kuzey Savaşı, Kitabe, Büyük Salgın, Büyük Tapınak, Endülüs Köpeği ve Saat Kulesi gelir. Bu yazıda inceleyeceğim “Endülüs Köpeği” öyküsü, isimsiz anlatıcısının sıcak bir yaz gününde şehir meydanında yürümesiyle açılır. Anlatıcı, Kitabe’deki bir kehanetten yola çıkarak o gün içinde öldürülecek birini aramaya koyulur. Kehanete göre Endülüs köpeğinin uluması duyulduktan sonra şehirde kan dökülecektir. Sabaha karşı köpeğin üç kez uluduğunu duyan anlatıcı, büyük bir korkuya kapılmıştır. Bu kehanetin kimin sonunu hazırlayacağını öğrenmek için sokaklarda dolaştığı sırada takip edildiğini zanneder. Peşindeki gölgeden kurtulabilmek amacıyla önce karanlık bir geçitten geçer, ardından da biraz dinlenmek ve kahve içmek için Gümrük Han’a uğrar. Öykünün girişini oluşturan bu kısımlarda, anlatıcının içinde bulunduğu ruh hâli tasvir edilmiştir. Anlatıcının ya da diğer bir deyişle öykünün baş kişisinin tedirginliğe kapılmasının bir nedeni de bu sesi daha önce de duymasıdır. Bu sesi ilk kez duyduğu Ağustos sabahı, ona babasının ölümünü getirmiştir. Burada geriye dönüş tekniğini kullanan yazar, babanın nasıl öldüğünü anlatır. Anlatıcı, ikindi vakti okuldan eve döndüğünde ciğerinin altına isabet eden bir bıçak yarasının babasının ölümüne sebep olduğunu görmüştür. “O gün başkası ölmüş olsa, babam ölmeyecekti” (s. 78)[1] diye düşünen anlatıcı için babanın ölümü, yakasını bir türlü kurtaramadığı bir travmaya dönüşmüştür.
Anlatıcının korkusunun kaynağını öğrendikten sonra tekrar olay zamanına döneriz. Yazar, kahramanının iç dünyasını aktarmayı sürdürür. Anlatıcı, kahvedeki insanların her günkü gibi işlerini yapmalarına ya da oyun oynamalarına şaşırır. Acaba onlar köpeğin ulumasını duymamış mıdır? Bu dertsiz, tasasız insanların içinde derdini kime anlatabileceğini düşünürken aklına en yakın arkadaşı Mora gelir. O sabah Mora’nın yanına uğramak istemiş, ancak arkadaşının kendi saflığıyla alay edeceğini bildiği için vazgeçmiştir. Kahveden çıkan anlatıcı, önce hekiminin yanına gider, ardından da bıçak almak için kasaba uğrar. Kurban kesmekte kullanacağını söylediği bıçağı aldıktan sonra Kitabe’nin bulunduğu yere, şehrin doğusundaki tepeye doğru yürümeye başlar. Sokakların sakinliğine bakılırsa henüz kitabede yazan kehanet gerçekleşmemiş, kimsenin kanı akmamıştır. Tam tepeye yaklaşacağı sırada önünde yürüyen birinin gölgesiyle karşılaşır ve bir anda elindeki bıçağı adamın ciğerinin tam altına saplar. Daha önce öğrendiğimiz üzere babası da aynı yerden yara almıştır. Böylece ölüm / öldürme izleği üzerine kurulan öykü, beklendiği gibi ölümle sona erer. Ancak öykünün sürpriz bir sona sahip olduğunu söyleyebiliriz. Olay örgüsünün başından itibaren tedirgin bir ruh hâli içinde gördüğümüz ve düpedüz korkak olarak nitelediğimiz kişi, öykünün sonunda her şeyin göründüğü gibi olmadığı gerçeğinin altını çizerek kurban rolünden sıyrılır ve katile dönüşür. Üstelik öykünün son cümlesinden anladığımız gibi ilk vukuatı da değildir bu: “Onu da diğerlerinin yanına, Kitabe’nin arkasındaki koruya gömecektim” (s. 79). Lanetin öznesi olmak istemeyen anlatıcı, kendine bir kurban seçmiş, korkusunu yenmek için korkusuz olmaya çalışmıştır. İçinden çıkan ve ona öldürmeyi emreden “kötü ikiz”iyle karşılaşmıştır bir nevi. Bu yüzden öykünün başında kendisini takip eden gölgeden kaçarken sonunda o gölgeyi öldürme arzusuna yenik düşer. Ancak öldürdüğü kişi, onu takip ettiğini sandığı kara sakallı, mor ceketli adam değil, geniş omuzlu, iriyarı bir adamdır. Elinde ekmek filesi tutması, onun evine ekmek götüren masum bir insan olduğunu düşündürür.
Bir Endülüs Köpeği, Luis Bunuel ve Salvador Dali’nin 1928 yılında birlikte çektikleri ve deneysel sinemanın ilk örneklerinden biri olarak kabul edilen filmin ismidir aynı zamanda. Dali ve Bunuel’in gördükleri rüyalardan esinlenerek yazdıkları senaryo, anlamsal bir bütünlük oluşturmayan çeşitli sahnelerin bir araya getirilmesinden ibarettir. Andre Breton tarafından kaleme alınan Sürrealist Manifestolarda açıklanan sanat anlayışının uygulamasıdır. Filmin içeriği Türkgeldi’nin öyküsüyle doğrudan bağlantılı olmasa da “endülüs köpeği” ifadesi, Arzu Eylem’in de belirttiği gibi[2] “filmdeki bağlantısız parçaları, gerçeküstü atmosferi, lanetlenmişliği, kurban etmeyi”çağırır. “Orada bir yerde” durmadan birileri kurban edilir, sırlar ve kehanetler ortaya saçılır, lanetlenenler cezalarını çeker. Yazar, bu korku yüklü dünyaya ortak olmamız için bizi gerilimli atmosferine davet eder. Korku edebiyatının önemli temsilcilerinden H.P Lovecraft’ın dediği gibi “Tekinsiz kurmacanın ihtiyaç duyduğu şey olay değil, atmosferdir”en başta.[3]“Endülüs Köpeği”nde atmosfer yaratılırken mekân, hava durumu ve bazı ayrıntılar öne çıkarılmıştır. Kitabın genelinde çöl, hanlar, saraylar, terk edilmiş köyler ve kasabalarla karşılaşırız. “Endülüs Köpeği” ise şehirde geçer. Şehir meydanın keşmekeşi anlatıcının korkusunu artırır. Üstelik o yalnızdır, şehirde derdini paylaşacak kimsesi yoktur. En yakın arkadaşı bile onun korkusuyla alay eder. Endülüs köpeğiyle ilgili kaygılarını dile getirmek istediğinde Mora’nın şöyle diyeceğini düşünür: “Bu şehirde her gün birileri birilerini gebertmiyor mu zaten?” (s. 75). Çünkü şehir yozlaşmış ve kokuşmuş bir yerdir. Kimse kimsenin acısını ciddiye almaz. Üstelik ölümler de sadece birer istatistik olarak kayda geçer.
Öykü, “Güneş tam tepedeydi” (s.71) cümlesiyle açılır ve havanın boğucu sıcaklığı vurgulanır. Cinayeti hazırlayan ve kan akacağına gönderme yapan öğeler de atmosferi tamamlayan ayrıntılardır. Örneğin anlatıcı kahveye kahve içmek için oturmuştur. Ancak garson ona tavşan kanı bir çay sipariş ettiğini söyler. Görüşmeye gittiği hekimi ise çok kansız olduğunu ve kendisine iyi bakması gerektiğini dile getirir. Yazar, bunların dışında öyküyü süslemek için gereksiz detaylara yer vermemiş, sözü tasarruflu kullanmıştır. Mümkün olduğunca az betimleme yapmış, öykülerini yalın bir dille yazmıştır.[4] Okuruna alan bırakarak her okurun kendi “orada bir yerde”sini hayal etmesine izin vermiştir. Öyküleri yazarken “Makyajı silinmiş, üstündeki süsü, parlak boyaları kaldırılmış halde şu anki dünyayı yansıtmak istedim”[5] demesi buna işarettir.
Orada Bir Yerde’yi okurken bazı yazarların ve kurmaca eserlerin gölgeleri hayalet gibi ortalarda dolaşır. Örneğin “Endülüs Köpeği”, cinayet öyküsü olması bakımından Edgar Allan Poe’yu akla getirir. Korku ve gotik türlerinin en önemli temsilcilerinden olan Poe’nun eserlerinde korku hissinin ve bunun yol açtığı türlü kâbusların büyük bir yeri vardır. “Endülüs Köpeği”nin akrabası sayılabilecek eserlerden biri de Marquez’in Kırmızı Pazartesi romanıdır. Ana karakter Santiago Nasar’ın öldürülmesiyle başlayan roman, Nasar’ın ölümü etrafındaki gize odaklanan bir cinayet öyküsüdür. “Endülüs Köpeği”ni de buna benzer biçimde “Günbatımından önce biri ölecekti” (s. 71) bilgisine sahip olarak okuruz. Bunun dışında bazı mekân tasarımlarında Kafkaesk unsurlar belirgindir. Öykü kişilerinin hayatın anlamsızlığına ve tekdüzeliğine hapsolmuş bir şekilde yaşamaları da varoluşçuluktaki absürt kavramını akla getirir. Böylece okuruna örtük bir metinlerarasılık sunar kitap.

Endülüs köpeği, “İyi Kalpli Yolcu” öyküsünde de karşımıza çıkar. Buradaki seyyah karakteri, yolunu düşürdüğü köyde etrafını saran çocuklara Endülüs Köpeği hikâyesini anlatır. Burada Binbir Gece Masalları’nda olduğu gibi hikâye anlatma eyleminin farklı yer ve zamanlarda sürdürüldüğünü görürüz. Yazar, geleneksel anlatıların üslup özelliklerinden yararlanmasa da söylencelerin ve masalların büyülü dünyasından ilham almıştır. Bunu özellikle “kitabe” kavramını tasarlamasından anlayabiliriz. Kitabe, hayali bir kavram olsa da “Endülüs Köpeği” öyküsünden yola çıkarak neyi karşıladığını çözebiliriz. Kitabe, bir kanun kitabı işlevi gördüğü kadar kutsal kitap olarak da nitelenir. Din ve inanç kaynaklı korkular, kolektif bilinçdışında önemli bir yer işgal ettiği için yüzyıllardır toplum hayatını oluşturan kurallar dizgesinin bu korkulara göre belirlendiğini söyleyebiliriz. Bunun izleri başta “Peygamber” öyküsü olmak üzere diğer öykülere de yansımıştır. İnsanlar sürekli olarak peygamberlere ihtiyaç duyarlar. İçinden çıkamadıkları durumları çözecek bir kurtarıcı beklerler. Kitabe ve ölüm izleği, “İlk Görüşte Ölüm” öyküsünde de belirgindir. Kitabedeki kurala göre “Herkes, hayatında bir defaya mahsus olmak üzere, ceza almaksızın bir başkasını öldürebilirdi” (s. 82). Taş Kitabe’ye yazılan tüm kurallar gibi değişmez ve kesin bir kuraldır bu da.
Türkgeldi, karanlık ve tekinsiz bir öykü atmosferi yaratmasına rağmen, tamamen karamsar bir dünya tasavvuru ortaya koymaz. Çünkü bir söyleşisinde dile getirdiği gibi yazdıkları aracılığıyla “başka dünyalara ihtiyacımız olduğunu göstermek” ister.[6] Bunu özellikle kitabın açılış öyküsü olan “Saat Kulesi’nin Gölgesinde”de görebiliriz. Burada kasabanın tüm erkekleri savaşa gider ve kasaba; kötürümlere, çolaklara, körlere ve topallara kalır. Erkek iktidarının karşısında “öteki” olarak konumlandırıldıkları için toplumdan dışlanan bu insanlar, erkeklerin yokluğunda kadınların gözdesi olmuştur. Tekerlekli sandalyedeki birinin gözünden yazılan bu öyküde öteki’nin umudu ve ezilenlerin zaferiyle karşılaşırız. Türkgeldi’nin söyleşilerinde de sıkça dile getirdiği gibi Orada Bir Yerde, “öteki olanla yüzleşme” kitabıdır ve bütün olay örgüleri bunun üzerine kurgulanmıştır. Edebiyatımızda örnekleri fazla görülmeyen farklı edebiyat türlerinden izler taşıyan, ancak tam olarak hiçbirinin sınırına girmeyen bu öykü toplamı, bizi hem geçmişi hem de bugünü düşünmeye ve görmezden geldiklerimizle yüzleşmeye davet eder. Yeter ki artık başka dünyalara ihtiyacımız olduğunun ayırdına varalım.
Sibel Yılmaz
[1] Engin Türkgeldi, Orada Bir Yerde, Can Yayınları, İstanbul, 2017.
[4] Yazarın dil kullanımında dikkati çeken ufak bir hata, öykü boyunca “şehir” kelimesini kullanmasına rağmen bir yerde “kent” kelimesine geçmesidir. Kent çalışmaları literatüründe iki kavram arasında anlam farklılıkları olduğu belirtilse de buradaki hatanın dikkatsizlikten kaynaklandığı söylenebilir.