21.Ağustos.20

Önceki dünlük’ün sonunda “yıllık izninin bir bölümünü Kuzey Ege Krallığı’nda geçireceği” için yazılarına bir süre ara vereceğini söyleyen yazar, sözünde durmamıştır. Fonda Hüsnü Arkan’dan “Hatırla” çalmaktadır. Sahnede bir masa, büyük bir incir ağacının neredeyse altına kurulmuştur. 36 yaşının son günlerini idrak etmekte olan gözlüklü, saçları seyrek bir adam hafif kamburu çıkmış biçimde oturmuş, küçük bir deftere notlar almaktadır.

Dikilideyim. Arka balkondaki azman yemişin [incirin] altına oturmuş sigara ve kitap keyfi yapıyorum. Henüz yapmıyorum ama niyetim bu. Ve fakat komşularımız, incir senindi benimdi, yok efendim toplayamazsın hayır efendim toplarım lakırdılarıyla kavgaya tutuşunca keyfimiz keka olacakken kaka oluyor. Polis intikal edince olay çözüldü. Ey okur, bu dediklerim güneş göğün tepesine dikilmemişken olup bitti. Gürültü patırtı dinince, öğleyle ikindi arasında, ancak o zaman, oturabildik kitapların başına. Ankara’dan [bin saat düşünüp taşındıktan sonra] yanıma aldığım dört kitaptan birini validem aldı eline, birini ben.

Salâh Birsel’in Asansör’ünü bir de yeni baskısından okuyayım dedim. [Sel Yayınları’nın yaptığı en iyi iş bu: iki gözüm Salâh Bey’in kitaplarını bir bir basıyorlar yeniden.] İlk denemenin adı Ölümsüz. Ölümsüz’ün bir yerinde şöyle diyor Salâh Bey:

“Bir gün Bedri Rahmi Eyüboğlu 98 çeşit yeşil olduğunu söylemişti. O günden sonra ona yunus balığı gibi dilsizleşerek baktım.”

Evet, pirimiz bu denemesinde renklere, ressamlara, çiçeklere el atıyor. Öyle çok renkten açıp öyle çok rengi adlı adınca anıyor ki [işimiz ne bizim] oturup bir bir yazıyorum defterime. Tamı tamına 65 renk, adıyla sanıyla boy gösteriyor bu denemede. Aralarında yeşilin binbir tonu da var.

Hacıyeşili, nefti, küllenmiş çağla, yaşağaç yeşili, tirşe, krom yeşili, öd yeşili, zümrüt yeşili, yeşil ebruli bunlardan bazıları. Nedir, incir yeşilini unutmuş üstat. Onu da ben konduruyorum masaya.

22.Ağustos.20

Rivayet odur ki zamanın birinde bizim kasabaya [Kınık’a] tayin olunan bir memure [ya da muallime] hanımın validesi kızını ziyarete gelmiş. Bir süre geçip ahaliyle muhabbet ettikçe de şaşkınlığa gark olmuş.

Çünkü kadıncağızın kulakları, sohbetlerde, birilerinden bahsedilirken hep şunları duyar: Kargalar, Kulaksızlar, Burunsuzlar, Teneke Ayaklar, Göyneksizler, Partallar…

Ve sonunda patlar: “Yahu bu kasabada hiç normal insan yok mu?”

Ama ablacığım, ama teyzeciğim, kasabanın kanunudur bu: Lakapsız insan mı olur!

23.Ağustos.20

İnsan hayret bile etmiyor artık. Köylü kurnazlığı, şark kurnazlığı, kasaba kurnazlığı… adına ne derseniz deyin hafif kalıyor.

Dikili’ye hangi dergiler geliyor acaba diye bakınırken gördüm Derin Tarih dergisini. Poşet içinde olduğundan büyük başlığı [Ayasofya Camii Rehinden Kurtuldu] ve küçük ilave kitabı [En Güzel Ayasofya Hasreti Yazıları] dikkatimi çekti. Nasıl bir dergi olduğunu biliyorum Derin Tarih’in ama “bu rehinelik psikolojisi ne menem bir şey acaba” merakıma yenildiğimden dergiyi satın aldım. Doğrusu, ilave olarak verdikleri kitapta, yani En Güzel Ayasofya Hasreti Yazıları’nda Nazım Hikmet’in adını görmem merakımı daha da arttırdı. Nazım, acaba nasıl bir Ayasofya hasreti çekiyordu?

Dergiyi satın alıp poşetini açtıktan sonra biri küçük biri büyük olmak üzere iki sorun çıkıyor karşımıza [derginin içeriği ayrı bir konu, ona hiç girmiyorum]: İlave kitabın başlığında “yazılar” ibaresi olduğu halde Nazım’ın bir yazısı yok kitapta. Şiiri var. Şiirin başlığı Sekiz Yüz Elli Yedi. Nedir, şiiri eksik basmışlar. İthafı [Vâlâ’ya] koymamayı tercih etmiş herhalde dergi yönetimi. Bu küçücük sorunu, sorunlar arasında saymadık bile.

Asıl sorun şu ki Nazım Hikmet’in 1921 yılında yayımlanan hamaset dolu bu şiiri, İstanbul’un fethini anlatıyor.

Girdi “Eğrikapı”dan kır atının üstünde;
Fethetti İstanbul’u sekiz hafta üç günde!
O ne mutlu, mübarek bir kuluymuş Allah’ın…
“Belde-i Tayyibe”yi fetheden padişahın
Hak yerine getirdi en büyük niyazını:
Kıldı Ayasofya’da ikindi namazını.

dizelerini barındıran bu şiir, açıkça görüleceği üzere, bir Ayasofya hasreti içeriyor değil. Kitapçıktaki diğer içeriğin aksine Ayasofya’nın müze haline getirilmekle zincire vurulduğu, rehin alındığı gibi tuhaf düşünceler yok bu şiirde. Ve fakat bu kötü şiiri, başlığı En Güzel Ayasofya Hasreti Yazıları olan bir kitapçığa dahil etmek düpedüz kötülük!

Okuru poşet dışından kandırabilirsiniz. Ancak bunu yapabilirsiniz. Çok ucuz numaralar bunlar.

24.Ağustos.20

Halim Yazıcı’nın Küçük Taşlar İklimi’nden bercesteler:

ben aynı yanlış taşı
aynı yanlış yerden alıyor
aynı yanlış denize atıyorum
(tersten diyalektik)

bu sabah tenin
zeytin ağacı
(zeytin ağacı)

bahar geldi
biliyor musun

şuramdaki çocuk
sen yoktun

saçlarına elim değdi
Bergama vapurunun
(suyun yalancısı)

***

Refik Halid, Tanıdıklarım kitabında İştirakçi Hilmi’nin herkese sen diye hitap ettiğinden; yerden selam, yan oturma, ön kavuşturma gibi inceliklerden bihaber olduğundan açtıktan sonra “Bir ‘merhaba’ bilir ve bir de ‘eyvallah!’ derdi. İşte o kadar…” der.

Doğrusu bendenizin sözcük dağarcığında da çok önemli yer tutar bu ikisi. Nedir, yıllar içinde bir iki sözcük daha eklemişimdir. Bunlardan birisi hocam ise diğeri de selamünaleykümdür. 2002 yılı güzünde Beytepe’ye çıkan dolmuşta herkesin birbirine hocam hocam diye hitap etmesi bu fakir dünlükçüyü başlarda çok yadırgatmışsa da sonrasında çok alışmış ve aradan neredeyse yirmi yıl geçmesine rağmen halen dilinden düşmemiştir. Adeta pelesenk olmuştur diline.

Selamünaleyküm’de hiçbir fevkaladelik yok elbette. İçinde yaşadığımız toplum bizleri [kimiz biz?] bol dini içerikli lakırdıları etmeye adeta mecbur kılıyor. Bir yenidoğanın anasına babasına ne diyeceksiniz? “Umarım sağlıklı, sanat dolu bir hayatı olur, vicdanlı ve kendini gerçekleştirmiş bir birey olur” mu? Hayır, sevgili okur, bu türden laflar ederseniz size uzaylı muamelesi yapılacaktır. Öte yandan, bir “Allah analı babalı büyütsün” size bütün tebessüm kapılarını açacaktır.

Bu [belki de] gereksiz istitrattan sonra konumuza, yani selamünaleyküm’e dönelim. Buraya bir anımızı bırakalım ki herkes bilsin. Senee 2013 olmalı. Dinler Tarihinde doktoraya başladığım ilk günler. İşin aslı, İlahiyat Fakültesinin kapısından girecek olmak bile korkunç bir çekingenlik yaratıyordu bende o sıralar [çok gereksizmiş, uzun öğrenim hayatımın en güzel birkaç yılıdır orada geçirdiğim zaman], dolmuşa bindiğimde tıpkı İştirakçi Hilmi gibi merhaba’yı koyverdim. Şöför bey [ki bilirsiniz, en asil duyguların insanıdır şöförler] gözünü yoldan ayırıp bana dik dik baktıktan sonra selamünaleyküm’lü bir kroşe çakmıştı. Bunu kulağıma küpe edip çok değerli Baki Adam hocanın odasına girdiğimde bu sefer erken davranıp selamünaleyküm çektiğimdeyse Baki hoca beni “merhabaaa, ehlen ve sehlen” diye sıcacık karşılamıştır ki o saatten sonra bu garip dünlükçü, yeni ortamlara girdiğinde, zaman zaman merhaba’yı ve selamünaleyküm’ü artarda sıralamaktadır.

25.Ağustos.20

Ey okur, yazmak denen tatlı belaya tutulalı, ilk öykümüz yazımız yayımlanalı 12 seneyi geçmiş. Dünlükler’e başladıktan sonra bile beş koca sene akıp gitmiş. Demem o ki kaç yıldır birbirimizin kahrını çeker dururuz. Öyleyse şunu fıslamamın mahzuru da olmaz: Bugün, tanrının sıradan bir günü olmaklığının yanında bendenizin de doğduğu gündür. Aynı meşum ve melun günde Truman Capote de, vah bize vahlar bize, bu dünyaya eyvallahını çekmiştir. 25 Ağustos 1984 günü, annem çalıştığı için doğmayı bir Cumartesi ikindisine erteleyen bendenizin Bergama’da doktor Ali Alper’in muayenehanesinde açtığım gözlerim, demek oluyor ki otuz altı yıldır, fıldır fıldır ve miyop miyop ve de yeşil yeşil bakıp duruyor aleme.

Yolun yarısını bir geçe ahvalimiz budur işte: İncirler, kitaplar ve sigaralar içinde.

Salâh Bey, günlük türünü ikiye ayırır: Edebi günlük [ya da edebiyat günlüğü] ve özel günlük. Ve tadına doyum olmaz günlüklerinde bu iki harcı başarıyla harmanlar [yaşlılığına doğru günlüklerindeki “özel” harcı biraz daha artmıştır tabii]. Bizim de naçizane yapmaya çalıştığımız budur. Nedir bu dünlükte karışımın oranı, “özel”in lehine değişti biraz. Bu dünlük de bizim en özel, en şahsi dünlüğümüz oldu böylece. Eh, bu sefer de böyle olsun.

Onur Çalı