Hüsnü Arkan’ın 3 Eylül 2020’de Sia Kitap etiketiyle raflarda yerini alacak olan yeni romanı “Nasreddin”den tadımlık bir bölüm sunuyoruz.

HÂCE’NİN BOLGAN ÖKE’YE DANIŞTIĞIDIR

Hikâyemiz, Hâce’nin, dert yoldaşı Bolgan Öke’yi ziyaretiyle devam edecek ki bu ziyaret sırasında, ilk bölümde medrese kapısında asılı bulduğumuz Zati Bey’i ve Subaşı’nın vekili Kademsiz Bey’i de az biraz tanıyacağız.

Fakat öncelikle Bolgan Öke’yi tanıyacağız. Akşar medresesinde hiyel, kimya ve mantık dersleri veren ve her halttan anlayan bu Isfahanlı bilgin, Hâce’nin aklından geçenleri bulandırıp durultacak. Görelim bakalım nasıl olacak?

*

Hâce, Bolgan Öke’nin dere kıyısındaki tabakhanelere komşu izbeliğine kırk yamalı eteğini savurarak öyle bir daldı ki adamcağız balkabağına benzer matruş başını taşıyan dokuz karışlık çelimsiz endamıyla neredeyse üç metre ötedeki maltızın içine savrulayazdı.

Hâce burnunu üç beş kaldırıp havayı kokladı.

“Ne ola bu ufûnet, ahi?” dedi, “it boku desem değil, ne ola bu?”

Sonra Bolgan Öke’nin yanıtını beklemeden omuzundan tutup sedire, el yazmalarının, yağ şişelerinin, kirli esvabın, mercek kutularının, hacamat meşinliğinin, rengârenk keçe takkesinin ve takkenin kalıbının ve daha bir nice şeyin üstüne iteleyip oturttu.

“Dünyadan bîhabersin, hiç bilmezsin başa neler geldi,” dedi.

“Ne bilmem, nice bilmem?” diye kekeledi Bolgan Öke. “Hele soluklan, suratın kesmüğe dönmüş.”

Hâce yumuşayıp kalbinin atışını dinledi, bir süre kımıldamadan odanın ruhunu içine çekti. Sonra da her şeyi şöyle şöyle oldu diye bir solukta anlatıverdi.

“Subaşına ne sebep gitmedin?” diye sordu Bolgan Öke.

“Ebenin aşağısı sebebiyle gitmedim! Otuz senedir Akşar’da Subaşı gören mi var?”

“Kademsiz’e gideydin! Vekil değil midir?”

“Hay hay, gideydim. Adamın gözleri gündüze gece der. Kulağı işitmez amma işitirmiş gibi dinler… Yahu, senin ağzın ne der Bolgan; Kademsiz kâlû belâdan beri gediğimi kollar. Adımı caniye mi çıkarasın benim?”

Kademsiz Bey, Akşar’a otuz dört yıl önceki meşum savaştan bir gün önce Konya’dan gönderilmişti. Görevi, o zamanki subaşının yokluğunda vekillik etmekti. Gelin görün ki bu vekâlet, otuz yılda neredeyse asalete dönüştü. Atanan yeni subaşılar, asker toplamaktan, cenkten cenge koşmaktan Akşar’a uğrayacak fırsat bulamayınca, Kademsiz Bey’in vekilliğini hep uygun gördüler. Doğrusu, Kademsiz Bey de uygun adamdı. Hay hayı da bilirdi, hey heyi de. Gerçi son yıllarda aklı, ayağı yavaşlamıştı ama kudret mihrâbı hâlâ yerindeydi. Adı Abdürrahim’di ya adını kimse bilmezdi. Otuz dört yıl önce, İlhanlının İkinci Gıyaseddin Keyhüsrev’i günlerce ova bayır gezdirdikten sonra bir günde şapa oturttuğu duyulunca, Hâce ona kademsizliği reva görmüştü. Olur olmaz her yerde, neşeyle göbeğini hoplatarak zikrettiği bu isim, doğrusu adamın tıynetine pek de yakışmıştı. Akşarlılar bu lâkabı hemen benimsemişlerdi.

*

Söz Hâce’deydi.

“Nâgehan karara vardım, böyle edeyim dedim, sana geldim ki senin de ayıttığına bak: Ne sebep gitmedin deyu sorarsın,” dedi Bolgan Öke’ye.

“Zati Bey’i essah asmışlar mı?”

“Hayır ahi, essah asmakla kalmamışlar; asmadan evvel bir de kılınçlan orasından burasından kakmışlar.”

“Kılınç olduğunu nice anladın?”

“Okla vurdular desem değil, kanı şar şar dökülmüştür. Pıçak da değil; böyle Akşar gölünce öbeklenmiş… Pıçak o denli kan akıtmaz, öyle uzun ve derin yırtmaz.”

“Pekâlâ, madem kılınçlan vurmuş, bir de ne sebep asmış?”

Hâce düşündü.

“Uş, imdi doğru sorulara başladın! Benim de kefal çalışmaya başladı. Ne sebep asmış? Katlettiği yetmemiş mi? Ve dahi ne dilemiş?”

Bolgan Öke kollarını göğsünde bağdaştırdı. Sedir arkalığına sırtını verdi, iyice küçüldü.

“Ve dahi ne dilemiş?” diye mırıldandı.

Biraz düşündüler. Önünü ardını ekip biçtiler, sonra da hasat ettiler.

“İbret,” dedi Bolgan Öke.

Hâce başını salladı.

“İbret,” dedi. “Ya ne olacak idi? Afferin ulen!”

Zati Bey pek gönül ehli bir adam değildi. Yalçın mizaç, sert döküm, bastığı yeri kurutan bir sergerdeydi. Aslen iki dedesi de Moğolların kılıç artığı Horasanîlerdendi ama Akşar’daki Horasanîlerin çoğu gibi ulemâdan değildi. Ahilerden de değildi. Anlaşılacağı üzere nahoş huylarıyla bilinirdi. Bugünün lümpen tabiatlı dediğimiz insanlarına yakışan davranışları olan, yakışıksız, nobran ve bütün bunların sebebi olarak da külliyen cahil bir adamdı. Zulmette ve fırsat düşkünlüğünde üstüne yoktu. Tüysüz sabîlere ve altına eğilimliydi. Hâce son on yılda ahalinin bu adamdan şikâyetlerini dillendirmek için üç defa Hacı Kadı’ya çıkmış, üçünde de izzet-i ikramla karşılanıp lisan-ı nâmünasiple kapı dışına konmuştu. Şikâyetler bir yıl öncesine kadar devam ettiyse de Hâce beş yıl önce halkın derdine tercüman olmayı tamamen terk etmişti.

“Nideyim?” demişti Kalduk Hatun’a. “Bunlar beni bir sarı yılanın üstüne salar, sonra da yüz arşın öteden ısırmış mı, ısırdı mı, ısırır mı deyu Bolgan’ın göz camıyla bakarlar. Isırdıysa mesele yok, halime gülüşüp evlerine giderler. Fakat ısırmadıysa ne vakit ısıracak deyu mahşere dek beklerler. Bu işin kıssası şudur ki, ahalinin maksadı gülüşmektir. Zati Bey üstlerine serâpâ çöğdürse gene gülüşmektir.”

Zati Bey kanundışı köle ticaretinin ustasıydı. Akşar’a geldiğinden beri İlhanlı kaçkınlarından yüzlerce köle devşirmiş, Sivas, Kayseri pazarlarında satmıştı. Müslüman olmayan pazılı ergenler hangi boydandır, beyaz kızlar, beyaz oğlanlar hangi soydandır; hepsini bilir, elli sayfalık defterine her bir ismi kaydederdi. Konya Sarayı’na, Tebriz Sarayı’na gönderilecek armağanlar; okçular, kılıççılar, dövüşmeyi bilenler… Alayını tek tek yakalayana dek izlerdi. Hatta bazı sahipsiz Müslümanları el altından Haçlı artığı eşkıyaya ya da Tekfur’un adamlarına okuttuğu bile söylenirdi.

Bu işte yalnız olduğuna dair bir emare aramak için Allah’ın saf ya da ednâ kulu olmak gerekirdi. Subaşılar, Konya beyleri, Sivas, Kayseri beyleri ve hatta ihtiyar Kademsiz Bey, her bir köle satışı üstünden Zati Bey’in kazandığının kat kat fevkinde nemalanırlardı.

Öyle bir devirdi ki âşikâr olan kanunsuzluğun sessizlikle kabulü halk arasında erdemden sayılırdı. Onyıllardır İlhanlı kılıcının önünde dikilemeyenler, dikilip de kırılanlar, sabîler, kadınlar, ihtiyarlar, insan sürüleri halinde Akşar ovasına, dağ eteklerine, en yüksek tepelere sığınanlar, korkularını da birlikte getirmişlerdi. Yeni yurtlarının yerli ahalisi, susmanın, rıza göstermenin ve saklanmanın her çeşidini zaten tanıyordu ki bu taze çeşidi benimsemeleri de zor olmamıştı. Böylece, güçlüklerine günden güne alışılan bir toplumsal iklimi el birliğiyle yaratmışlardı.

*

“İçim acıyor Bolgan Öke,” dedi Hâce, “ben bu hale hiç düşmediydim.”

“Nedir o hal?”

“Şudur ki merhametimi yitirdim; Zati Bey’e hakkıyla acıyamadım.”

“Her ölüye hakkıyla acınır diye bir çare yok ki. Benim atalarım Cengiz Han öldüğünde bayram ettiler. Bu da bir çaredir.”

Hâce yanıt vermedi. O susunca Bolgan Öke de sustu. Kendilerini bir süre anlamanın terazisi üstüne bıraktılar. Kafa salladılar, düşüncelerini dinlendirdiler. Sonunda iki kefe de birbirini ağdırmadı.

“Merhamet diyorum ahi,” dedi Hâce.

“Bilirim, hoş kelâmdır.”

“Nice yitiririm peki?”

“Öyle, çünkü boş kelamdır. Çünkü mefhumdur, hakikat değildir. Bir madde değildir; beyyinesi, karînesi yoktur. Sende varsa vardır, yoksa yoktur. Bazı an vardır, bazı an yoktur. Var olma yahut olmama gereği de yoktur.”

“Çok hikmet okuyorsun ahi. Bunlar hep zihnine illet. Sana ne edeceğimi sorarım, sen bana kafa cambazlığı yaparsın.”

“Bilmem, ben bir şey yapmam; salt düşünürüm.”

“Nice bilmem? Ben ölü gördüm ulen! Kafası aha böyle yan yatmış. Sen ilm-i mücerretten mi bahis açarsın?”

“Sen ölü görmemişsin, görmezden gelmişsin. Merhametsizliğine denk düşen de budur. Öyle gerekmiş ki sen iyisini bilirsin.”

Sustular. Hâce ayağa kalktı, odayı arşınladı.

“Senin feylesofların mâbatlarından uydura bu lafları,” diye söylendi.

Bolgan Öke de ayaklandı. Maltızın üstündeki toprak demliğin şapkasını çıkarıp kaşıkla karıştırdı.

“Dağ otu kaynattım,” dedi, “süzme bal da katayım ister misin?”

“Süzme balı nerden buldun?”

“Bezzaz Melek Bey’in falına baktım.”

“Ne gördün falda?”

“Ne olacak? Kutnu kumaş!”

“Koy hadi koy, madrabaz!”

*

“Peki bu ufunet nedir?” dedi Hâce, “gelincik leşi gibi…”

“Söyler isem tan edersin.”

“Etmem, söyle!”

“Kükürt erittim ahi… Papaz Vasili’yle anlaştık; bağ bozumuna akşamlık aydınlanma olsun deyu…”

“Yahu Bolgan, bağ bozumuna daha altı ay var!”

“Olsun, imdiden bakarım ki yüzüm kara çıkmaya! Meydanda her ağacın altında bir yağ bakracı olacak. Her ağaçta da üç beş yağ kandili… Bunların fitillerini uzun tutacağım, birbirlerine bağlayacağım; fitil ne ölçü yağ yer, ne ölçü kükürt yer, ona bakarım.”

“Acayip insansın ahi. Senden her şeyi beklerim çünkü kifâyetin yok.”

Hâce ballı dağ otunu içip Bolgan Öke’yle vedalaştı.

Medreseye giderken, yol boyunca, ona kanlı mendilden niye söz etmediğini kafasında tartıp durdu.