Edebiyat ortamımız, ülkemizin hali pür melalinden farklı değil. Yani, kaos hakim. Çok fazla kitap yayımlanıyor, eleştiri yok denecek kadar az vesaire. Bunlar hepimizin bildiği şeyler. Ve fakat ne şekilde, nasıl olursa olsun ilk kitabın heyecanı da ayrı. Kağıt oyunu oynayanlar bilir, ilk elin günahı olmaz. İlk kitaplar da, tıpkı sonrakiler gibi, kusurlarıyla güzeldir. Kendimize ait, bize kendi yolumuzu açacak güzel yanlışlarımız olmazsa ne anlamı var yazmanın?

Bu ve benzeri düşüncelerden hareketle ilk kitaplarını çıkarmış yazarlarla söyleşi yapma fikri gelişti. İlk kitabını çıkarmış her yazara sorulabilecek ortak sorular belirlemeye çalıştık. Samimiyetle sorulan sorulara verilecek sahici cevaplar, belki, ortak dertlerimizi anlamaya, birlikte düşünmeye vesile olur. Hiçbir şey olmasa bile, bir yazar dostumuzun ilk göz ağrısının heyecanını paylaşmış oluruz.

Kitapsız bir hevesli olmaktan kitaplı bir yazar olmaya giden süreç nasıl gelişti?

Sanırım hep yazma heveslisi olmaya devam edeceğim. Kendimi yazar olarak tanımlamıyorum. Yazarlık benim için ulaşılması zor, çok yukarılarda bir yerde. Kitap yazmakla, tanıtım için gerekli olsa da dergilerde, gazetelerde, televizyonlarda boy göstermekle ya da sosyal medyada popüler olmakla yazar olunmuyor. Yazanın yazar olması için eserin okuyucunun gönlünde taht kurması ve hepsinden öte zamana meydan okuması gerekiyor. Eser bunu hak eder de görmeye ömrüm yeter mi bilmem!

Elektronik alanında eğitim görmüştüm. Okumayı çok sevmem dışında edebiyatla bir bağım yoktu. Sinemaseverlerden oluşan Sinetopya’da açılan senaryo kursuna başladığımda “Bu dersten anladığım bir şey varsa o da benim hiçbir şey yazamayacağımdır” diyerek kursa devam etmek istemedim. Yazın hayatımın başlamadan bitmemesine yüreklendirmeleriyle sağ olsun Sinetopya’nın kurucusu Fatin Kanat sebep olmuştur. Kısa süre sonra nasıl olduğunu anlamadan kendimi yazının baştan çıkarıcı dünyasında buldum. Karakteriyle, atmosferiyle, olay örgüsüyle… Yoktan var edebilmek, gönlünce yeni dünyalar kurabilmek inanılmaz etkileyiciydi. İflah olmayacak dozajda virüsü kapmıştım. Amatörce yazdığım uzun- kısa senaryolarda dilimin öyküye çok yatkın olduğunu söyleyerek beni öykünün büyüsüne kaptıran da yazar arkadaşım Göksu Baykal’dır. Her ikisine de teşekkür borçluyum.

Öykü yazmaya başlarken tekniğine dair hiçbir bilgim yoktu. Çevremdekilerin şunu oku, bunu oku önerilerine kulak tıkıyor, öykü kurslarına katılmıyor ‘benden ne çıkar, nereye kadar gidebilirim’ merakının peşine düşüyordum sadece. Yazdıklarımın öykü olduğundan bile emin değildim. Hiçbir şeyden etkilenmemek, yalnızca yüreğinin sesine kulak vermek daha orijinal geliyordu bana. Bir tür cahil cesareti ki; bunu tüm yazma heveslilerine öneriyorum.

Yazmak bir hobi değildi artık benim için. Yazarken aldığım keyif beni esir almış, öykü hayatımın merkezine oturmuştu. Bir öyküye başladığımda rüyamda bile yazmaya devam ediyor, kimi zaman sabahlıyor, bazen de coşku seliyle gecenin bir vakti uyanıp yazıyordum. Sonuç odaklı düşünmedim hiçbir zaman. Kitap olurdu olmazdı… Umurumda bile değildi. Yazma sürecinin kendisi başlı başına hazinenin ta kendisiydi zaten.

Uluslararası Ankara Öykü Günleri Derneğine gidip gelmeye başladığımda çok değerli insanlar girdi hayatıma. Dernek kapandığında da bir grup arkadaş edebiyat toplantılarına düzenli olarak devam ettik. Bu süreç teknik olarak bana çok şey kattı. Öyküleri bu doğrultuda yeniden elden geçirdim. Ben bu yolculukta çok şanslıydım. Dosya hazırlama aşamasında özellikle yazar arkadaşlarım Leyla Serpil, Hatice Şahman ve çevirmen Zerrin Yaya’nın çok emeği geçmiştir.

Yazma uğraşınızı neden başka bir türde değil de öyküde yoğunlaştırdınız?

Öykünün kısa, etkili, vurucu halini seviyorum. Sanırım bunda rahmetli annemin rolü vardır. Okuma yazma bilmediğinden doğaçlama olarak her duruma uygun çarpıcı cümleler kullanmakta ustaydı.

Yayınevini nasıl belirlediniz? İlk kitabınızın yayımlanma sürecinde neler çektiniz?

Hiç bir zorluk çekmedim desem yeridir. Bilgi Yayınevi yaşadığım şehir Ankara’da en önemli yayınevlerinden biriydi. Müracaat ettim cevap için aylar sonrasına razıydım iki ay sonra gelen rapor beni havalara uçurdu.

Kitabı yayıma hazırlama sürecinde size yol gösteren, yardımcı olan bir editörünüz oldu mu?

Özel bir editörüm olmadı. Üzerinde çalışmam istenen birkaç öyküyü düzenleyerek yeniden gönderdim. Gerisini yayınevi halletti.

İlk kitabınızla hayatınızda neler değişti? Neler ummuştunuz ne buldunuz?

“Kapısız Kilitler” henüz çok yeni. Şu an değişen tek şey mutluluğumun kıvamı. Bilmediğim, tanımadığım bir mutluluk bu; yerini sevmiş güller gibi katmerli katmerli…

Telif aldınız mı?

Evet aldım.

Dergiler için edebiyatın mutfağı denir. Siz salona, misafirlerin karşısına çıkmadan önce mutfakta ne kadar zaman geçirdiniz?

Uzun bir liste sayılmaz doğrusu. Parşömen Sanal Fanzin, Edebiyatist, Ekin Sanat, Yaşam Sanat, Tükenmez Dergisi ve Son Gemi Dergisi yazarlar listesinde yer aldım. Hepsine ayrı ayrı teşekkür ederim. “Kapısız Kilitler”in Kültür Bakanlığı İlk Eser desteğine layık görülmesi de beni ayrıca mutlu etmiştir.

Kitabınız yayımlandıktan sonra yakın çevrenizin, okuma-yazma uğraşınıza ilişkin tavırlarında değişiklik oldu mu? Yazıyla ilişkinizde ciddi olduğunuza ikna oldular mı? Kitap size bu anlamda bir özgürlük alanı kazandırdı mı?

Evet. Özellikle iş çevrem genel olarak bir elektronikçiden öykü kitabı beklemiyordu doğrusu. Uçucu bir heveskârlık gözüyle bakılıyordu. Oysa analitik düşüncenin yazmaya katkısı büyük. Özgürlüğüm ise… Aksine kitap çıkınca daha iyisini yazma sorumluluğu beni biraz sıkıştırdı sanırım.

Peki, bundan sonra?

Aslolan yazma aşkıysa kaleminiz işlemeye her durumda devam ediyor zaten. Dosya sonucunu beklemeksizin roman türündeki ikinci kitabımı yazmaya başlamıştım. Daha onun için yayınevi aşamasına geçmeden üçüncüyü yarıladım bile.

Çünkü benim için; yazmak yaşamaktır!