Dünya’nın oluşumundan itibaren (50 Milyon yıl hata payıyla)

4 milyar 540 milyon 874 bin 672. yıl, 299. Gün:

AŞKIN FİZİĞİ VE METAFİZİĞİ

“Aşkı tasvir-i hikayet için ey nazik eda; Takatim olsa da sevsem seni bir kere daha.”
Ahmet Rasim

Aşkın insanı kendini tanıyamaz hale getirdiğini, bireyi bambaşka bir insana dönüştürdüğünü ya okumuş, ya duymuş ya da yaşamışızdır. Edebiyatta, Goethe’nin Genç Werther’in Acıları’ndan Ahmet Rasim’in Kitabe-i Gam romanına kadar sayısız örneği var.

Aşk hakkında söz etmeyen bir yazar veya düşünür adeta yoktur. Gelgelelim, birçok filozof, bilim adamı ve yazarı etkilemiş olan Schopenhauer’in (1788-1860) eline kimse aşk konusunda su dökemez. Boyut olarak küçük, gerçekte büyük eseri, “Aşkın Metafiziği”nin ilk paragrafında Schopenhauer, şairlerin her şeyden önce kadınla erkek arasındaki aşkı dile getirme amacını taşıdıklarını, aşkın trajik, komik, romantik, ya da klasik bütün dramatik eserlerin konusu olduğunu yazar. En kestirmeden giderek, aşkta cinselliğin tek amaç olduğunu söyler.

Filozofun bir hatırlatmasını analım:

Calderon’un Büyük Zenobia adlı sahne yapıtının ilk perdesinde kahraman şöyle der: “Demek seviyorsun beni. Binlerce zafer kaybedebilirim bunun için.” Biz bu sözü şöyle okuyabiliriz: “Doğanın zaferi önünde benim zaferlerimin ne değeri var.” Bu sevinç, insanın kendisini doğaya uyumlu bulmasının bir sonucudur. Acı ise, tersine, doğaya uyumlu olamadığımızdan ve uyumluluğu gerçekleştirmek için fazla vaktimizin olmayışını bilmemizden kaynaklanır.

Onun döneminden bu yana bilimdeki gelişmeler, aşkın amacına ulaştığında, bu amaç için çalışan hormonları oluşturan beden ve beyin kimyamızın görevinin bittiğini ve buna bağlı olarak hayalin ortadan kalktığını söylüyor. Ortaya çıkan gerçek ise bir bebektir. Yeni araştırmalar aşkı yaratan beyin etmenlerinin, çocuğun kendini toplayacağı ilk beş yıllık süre içinde de sürebileceğini gösterdi. “Aşkın ömrü beş yıldır” sözü buradan geliyor. Çiftlerin ilk üç-beş yıl içindeki ayrılmalarına ait yüksek yüzdeler de bu iddiayı destekliyor.

Aşk iki kişiyi konu alsa da, gerçek hayatta rakipli bir yarışma içinde yaşanan üçlü aşkların getirdiği belirsizlikte, âşıkların durumu daha da vahimdir ve bu engebelilik birçok edebi eserde ortaya çıkar. Yazarlar, inceledikleri olguyu daha iyi anlatabilmek için zıtlıkları sıkça kullanırlar. Sağlığı anlamak için hastalığı bilmek gerekir. Bir konuyu iyi bilmek, her şeyden önce onu çevreleyen sorunları anlamakla mümkündür.

301. Gün:

ROMANTİK AŞK

Bugün de, aşkı romantik renklere büründürerek anlatan bir çağdaş yazar, Joseph Campbell’e kulak verelim. Campbell, uzmanlığı gereği efsanelere dönerek “bu eşi bulunmaz hayat deneyimini” tarihi perspektifi ve toplum yargılarıyla ilişkisi içinde daha iyi anlamamızı sağlar. Ona göre, ne de olsa efsaneler romantiktir.

1980’lerde yazarla yapılan televizyon söyleşilerini yurt dışında düzenli izleme şansını yakaladım. Bu söyleşiler, 87’deki ölümünden bir yıl sonra “Mitolojinin Gücü” adıyla yayımlandı. Kitabının bir bölümü de “Aşk ve Evlilik Öyküleri”ne ayrılmıştır.

Campbell, dikkatimizi sekiz yüzyıl önce yaşamış Fransız şairi Borneilh’in bugün bile yadırganmadan okunan dizelerine çeker. Dilimize çevirecek olursam:

Aşk gözlerden geçerek
Ulaşır kalbe.
Gözler ki aşkın kılavuzudur, 
Kalbin sahipleneceği birini arar.

Mutluluk kalbi sarar.
Aşk davet alır gözlerden,
Kalbe girmeden önce.

Aşk iyiliktir, gözler ve kalpten doğan. 
Kalpte büyür, gözlerde goncalanan çiçek.
Meyvesidir onların aşk,
Saçılan tohumlarından.

“Burada, arzu ve şehveti karşısına alan bir ‘romantik aşk’tan söz ediliyor. Aklın ve kalbin birlikte davranmasını, toplum çıkarlarına aykırı da olsa savunan bu aşk anlayışı, bireyi tanıyan ve ona yaşayan bir varlık olarak saygı duyan bir perspektif içindedir.”

Bu bakış, aşka hiç de iyi gözle bakmayan dinlerin bakış açısının tersidir. Din adamlarına göre, aşk toplumun kurallarını hiçe saymaktır. Evlilikler aileler tarafından düzenlenmelidir. Aşkın, Katolik kilisesinin merkezi Roma’ya ters gelmesi yazarda şaka yapma isteği uyandırır: “Çünkü, AMOR (Aşk) tersten okunduğunda ROMA okunuyordu.”

304. Gün:

ARKADAŞ: YAVAN KELİME

Eleştirmenler, edebiyatta aşk romanlarının yaygınlığına karşın doğru dürüst bir arkadaşlık romanı olmadığına dikkat çekiyorlar; çok düşündürücü bir durum. O zaman arkadaşlığın aşktan öğreneceği şeyler var demektir. Bir kere, aşk hiyerarşi tanımaz: Zevk paylaşımından doğan eşitlikçi bir ilişkidir. O halde, arkadaşlığın da bilgi ve duygu paylaşımı temelinde eşitlikçi bir ilişki olması gerekmez mi? Evlilikler bile, içinde cinsellik taşıyan arkadaşlıklar değil midir? Çiftlerin birbirlerine üstünlüğü düşünülebilir mi?

İlk gençlikteki arkadaşlıklar kişilerin karakter oluşumunu etkileyen önemde yatay ve eşitlikçidir. Ergenlikte, hayata yeni başlarken yetişkin karakterimizi oluşturacak özelliklerimizin biraraya gelmesi zaman alır. Arkadaşlarımızda görüp benimsediğimiz, yapımıza uyan davranışlar özümsenir ve zamanla -farkında olalım ya da olmayalım- bizim karakterimizin de bir parçası olur. Bu yüzden, gençlikte yaşanan arkadaşlıklar derin izler bırakır ve unutulmaz.

Yetişkin dünyasındaki g e r ç e k arkadaşlıklarda ise, kişilerin kimliği, ırkı, milliyeti, cinsiyeti, toplumdaki yeri, yaşı, mesleği ne olursa olsun, sahip olunan özelliklerden dolayı, arkadaşlar birbirlerinden fazladan bir ilgi beklemez. Onlar, kendilerini çıkar düşüncesi, seçkinler kulübü üyeliği, karşılıklı yarar gibi iş ve politika dünyasında kalması gereken maskeli eğilimlerden uzak tutar. Beklenilen davranışlar, küçük hesaplarla arkadaşlardan esirgenmez veya bir davranışın karşılığı beklenmez.

Öyle görünüyor ki, biz arkadaşlığı kendimizi üstün tuttuğumuz hiyerarşik bir ilişki olarak gördükçe ve yaşatmaya çalıştıkça, yazılmaya bile değer bulunmayan bir yavanlık ilişkilerimize egemen olmaya devam edecek.

305. Gün:

Aşkı bilenler, erkeğin görmek için kadınınsa görülmek için yaşadığını bilir. Aşkta erkek(ler) kendini ortaya koyar, kadın seçer. Erkek elde etmek, kadın elde tutmak peşindedir.