
Samih Rifat’ın bir sunuş ile otuz iki kısa parçadan oluşan Ada’sı tersine delilikle açılıyor. Dayatılmış bir kaymadır işaret ettiği: Adanın bozulduğunu hatırlayan kalmamıştır. Önceleri görenler vardır hâlbuki, yerleşikler yeni gelenlerin adayı anlamayı tasa etmediğini sezer. Berikiler kilometrelerce suyun, o çepeçevre sınırın toprağı başka türlü yoğurmuş olabileceğini teslim edecek gibi değildir, görmeyi sahiplenmenin yeter nedeni sayarlar. Gürültüleri semereli olur; yerleşir, çoğalır, sessizliği kuş uçmaz kervan geçmez yerlere sürerler. O bozukluk her birinin içine sinecek kıvama gelince onu biricik sayarlar. Geçmişi hatırlayanları makaraya almamak için bir nedenleri kalmamıştır; delilleri büyütüldükçe okunaksızlaşan fotoğraflara sıkışmış, belleğine güven olmaz işgüzarlara inanmak bir avuç akıl fukarasının işidir ne de olsa. Eskilere susmak, tanıdıkları adayı çağrıştıracak bir isim, bir nesne seçtikçe, neyi kaybettiği bilemeden hafızayı arşınlamak düşer.
Yabancı eller anıları tuzla buz etti mi parçaların mekân kadar zamanı da yansıttığını okumak başka, tecrübe etmek başka. O yapbozu tamamlama uğraşının para etmeyeceğinin de farkındayım, işin kötüsü; bugünü yirmi dört saat öncesinden koparan teknoloji ile yarın diye, herkese boşluk yontan insan arasında, sızısının gönlünü almaya çalıştıkça savrulanlardan biriyim ben de, Samih Rifat gibi.
Bir yaz idili onunki. Küçük bir çocuğun sahici masalı. Onu ufkun ötesine taşıyacak gemiye adım atar atmaz dünyasının yırtılıverdiğini, kendini uçsuz bucaksız oyun alanında bulduğunu okuyor, kaptan köşküne sokulmayı göze alırsa, duyacağı her kelimenin onu ürperteceğini gözümün önüne getirebiliyorum. Makine dairesinin kapısından eğilip de orada, çözümsüz merdivenlerin, iç içe geçmiş boruların da aşağısında, yağcının avucundaki paçavrayı seçince yüreğinin tekleyeceğini de. Oyunun ağırlığı göz kapaklarında, nefesinde gezindikçe teslim olacaktır ama: Uyandığında adaya varmış olacağını, aylarca sürecek maceranın başlayacağını bilir.
Hepsi kör zamanın bu yakasında, hayal gücünü serbest bırakma alıştırması. Öte yandan biliyorum böyle olduğunu, başka türlü olamayacağını.
*
1980’li yıllar benim için mevsimlik göçebelikle başladı, öyle sona erdi. Babamın görevi aileyi yaz aylarında İstanbul’dan koparır, mavinin kıyısına bırakırdı. Ayvalık’tan Girne’ye, Mersin’den İzmir’e, o yaşta kelimelerle buluşturamadığım bir ferahlığı ilk gençliğime dek her yıl, en az iki ay içimde taşıdım –okumayı söker sökmez kendime en yakın arkadaş olarak Kaptan Nemo’yu seçmem olağandır. Sonraları Kaş’tan Ravello’ya dek pek çok farklı manzarayı adımladım; her defasında o eski dinginliği duydukça, çocukluğumda kelimelerle buluşturamadığım bir özleme azar azar sokulduğumu tahmin ediyorum: Çekilmek istiyordum.
Ülküsel yuvayı bulmuş birinin satırları sayılabilir bunlar, değiller hâlbuki, olsa olsa kendimin yurtsuzu olduğumu gösteriyorlardır. O kadarını bilmek asıl soruya yetmiyor çünkü: İyi de, nereye çekilmek?
*
Samih Bey’in Ada’nın daha ilk sayfasında Ocnos’u işaret etmesi anahtar değilse de, pusula. İlkin, o büyüleyici kitabın Türkçeye hâlâ kazandırılmamış olmasını birincil çeviri eksiklerimiz arasında gördüğümü belirtmeliyim. Luis Cernuda’nın 1940’ta başladığı, son haline ancak 1963’te getirebildiği yapıtını sadece İspanyol edebiyatında değil, evrensel miras içinde de benzerine az rastlanır türden, incelikli bir düzyazı şiir toplamı sayarım. Sesini yükseltmeyi aklından geçirmeksizin Endülüs’teki çocukluğunda gezinirken, cümlelerine birkaç kulaç aşağıda Goethe’den Cennet’ten kovulma mitine, metafizik şairlerden Rilke’ye dek, bana öyle geliyor ki her sıfatı yersiz kılacak bir dip akıntısı eşlik eder –bugüne dek, yüzeydeki sükûnetin onunki kadar aldatıcı olduğu pek az yapıtla karşılaştım. Gölgelerin, manolyaların, merdivende dolaşan bir ezginin peşi sıra hatırlamaya, çözmeye çalışırken üzerine titrediği fiilimsilerle, fiillerle zamanı belirsizleştirerek kendine şiirden olma bir borç ödeme hücresi kurmuş bir şairden söz ediyorum.
Ada’daki asıl amacı düzyazı şiir değilse de o damardan çekinmemiş Samih Rifat. Betimlemeler düşünsel alıştırmalarla iç içe geçtikçe kıpkısa metinleri de kaybolmuş nesnelerin, insanların peşi sıra, kabuğunu kapama dürtüsüne bitişiyor. Kişi zamirleri birbirine dönüşedursun, nelerin kaybolduğunun dökümünü yaptıkça, yazmadığı kadarında kendini yokladığını tahmin ediyorum. O noksanlık istifini selamlarken parçalarının sahiden de adasını gösterip göstermediğini tarttığını.
*
İyi de, nereye çekilmek: Pusula için güzergâh önerisi ise, çoğu kez olduğu gibi, eskilerden geldi. Ada’ya yaklaşırken hangi nedenlerle Marcus Aurelius’a uzandığımın üzerinde durmayacağım; bir kitabı hiç hesapta yokken aralayan esintinin nereden çıkagelmiş olabileceğini başka bir metne bırakmalı –orada bir peri masalı bulmaktan korkarım. Düşünceler’in dördüncü kitabında, üçüncü maddeyi benzer bir çekilme isteğine ayırır o tuzu kuru bilge. Kıyılara, tepelere sığınma isteğinin pek çok kişinin ortak hayali olduğunun farkındadır. Doğru seçebildiysem Seneca’yı da onaylayarak, ruh halimizi gökyüzüne temas etmiş manzarayla değil, ancak kendimize çekilerek havalandırabileceğimize dikkat çeker. Hiçlik ağını kurmuş, yeni kurbanlar bekliyordur beklemesine; fakat zihin bir kez kendine sokuldu mu, katmanlarını dışarısıyla ilintilendirmekte zorlanacaktır. Biraz da bu nedenle, dikkat dağıtıcılara yüz vermek vakit kaybıdır.
Bugünkü dev nostalji endüstrisini görebilseydi, öyle sanıyorum ki on yılı aşkın bir zaman geçirdiği savaş meydanlarından ayrıldığına pişman olur, “Ben demiştim!” diye, söylene söylene cepheye dönerdi. Orada bir parmak daha hayal kırıklığı bulacaktı ama; Markoman Savaşları’ndan hatırladığı Tuna kıyılarının ne kadar değiştiğini görecekti. Olağandır: İsviçreli tıp öğrencisi Johannes Hofer 1688’de nostaljiyi icat ettiğinde, gurbetteki paralı askerlerin sızlayan burun direği için önerdiği tedaviyi yuvaya dönüşle sınırladı. Eski Yunancadan ödünç aldığı iki kelime ile on dokuz yaşında olmanın gözüpekliğiyle, ta Odysseia’dan beri bildiğimiz o duyguyu isimlendiriverdiydi; gelgelelim o sıla hasretinin mekândan önce geçip gitmiş bir zamandan çıktığını göz ardı edince, reçetesinin düzeltilmesi için insanlığın kanlı yirminci yüzyılı beklemesi gerekti.
Kimliğimizi bir arada tutmaya, belki ona katlanmaya çalışırken kullandığımız çapayla senli benli olabilmek yabana atılacak ayrıcalıklardan değil elbette, ne var ki güvenilmez bellek karşısında savunmasızız. Hâlbuki tanıyoruz o sinsiliği: Fransız düşünür Ludovic Dugas’nın on dokuzuncu yüzyılın sonlarında kaleme aldığı metinlere bakmak tek başına yeterli. Onun gerek kendi gözlemlerinden, gerekse Dickens’tan, Balzac’tan yaptığı çıkarsamaları yadırgamıyorum bugün: Olağan anılar zihinde yarı yarıya silinmiş haldeyken, sahte anılar matematiksel kesinliktedir. Hafıza ile Kendine Yabancılaşma arasındaki, hayaletlerle dolu pek çok odayı ilk adımlayanlardan olmasına rağmen bugün bir ölçüde unutulmuş o isimle aynı sulara sokulmaktan çekinmemesi etkileyici, Samih Bey’in. Kitabın hemen başına aldığı Balık’ta olanca berraklığıyla, adım adım betimlediği balık avını kendi gözlerinden değil, yukarıdaki evden onu izleyen annesinin görüş açısından hatırladığını yıllar geçtikçe çözecektir: “Söz, belleğin ilmeklerinde görüntüye” (s. 19) dönüşmüştür.
Sahte mi saymak gerekir o anıyı? Kendime dönüyor, denize komşu onca adreste ziyaretçiliğin ötesine geçemeyişime bakıyorum da, çekilmek için dibe saldığım çapaların sahici olmadığını fısıldarken yakalıyorum kendimi. Ülküsel olmaları öyle sanıyorum ki her defasında aynı işi gördü. Samih Rifat’ın yukarıda değindiğim deliliğe çare bulmak için yazmaması da bundan sanırım. Kendi köklerine varmak isteyen, elverişli rüzgârının adını kendine saklayacaktır.
*
Ada’nın benim gözümde en çarpıcı parçalarından Batık, gemilerin hep aynı bölgede karaya oturmasının nedenine sokuluyor: Balıkçı Gega’ya göre kayalarda gizli demir zerreleri Sirenlerin sessizliğine öykünmekte, pusulaları ayartmaktadır. O iğnenin manyetik kuzeyin değil, ülküsel olanın peşine düşmesinde hem denizciler hem de avından el almayı alışkanlık hâline getirmişler açısından şaşılacak bir şey olmasa gerek. Dileyenin, yakalanmasına yarayacak yön bulma gereçlerine bel bağlamasının yeterli olduğunu biliyorlardır.
Konduğum adreslerde ufku yoklayan tankeri, karşı adanın yüksek gerilim direklerine dolanmış sisi bir görmeyeyim: Hâlâ zihnimde o kayalığı ararım.
Emre Ağanoğlu