Tolga Arvas, Kumru Başer, Murat Belge, Gaye Boralıoğlu, Fethiye Çetin, Ercan Kesal, Gültan Kışanak, Ümit Kıvanç, Ömer Laçiner, Göze Orhon, Merih Cemal Taymaz, Nilgün Toker’in yazılarını içeren ve Tanıl Bora tarafından derlenen “40 Yıl 12 Eylül” kitabı yakında okuyucuyla buluşacak. Tanıl Bora’nın “Sunuş” yazısını tadımlık olarak sunuyoruz…

11 Eylül 2001’de New York’taki ikiz kulelere yapılan korkunç saldırıdan bir yıl sonra, bir gazeteci arkadaşım, “11 Eylül’de neredeydiniz, nasıl öğrendiniz, ne düşündünüz, ne hissettiniz?” diye bir soruşturma yapıyordu. Cevapladım, anlattım. Arkadaşım aradı, “Sen 12 Eylül’ü yazmışsın,” dedi, “ben 11 Eylül’ü sormuştum!” 11 Eylül’ü 12 Eylül anlamışım.
11 Eylül gibi, hâlâ gündemi işgal etmekte, hükmünü sürmekte olan olağanüstü bir global hadise bile, 12 Eylül’ün önüne geçememiş.
12 Eylül’ün “hiç akıldan çıkmadığını” gösteren bir zihin kazası. Sadece doğrudan gadrine uğrayanlar da değil, yaşı 12 Eylül’e değmiş kimsenin aklından 12 Eylül’ün çıkacağını sanmıyorum.
Çünkü, 12 Eylül de hâlâ hükmünü sürüyor.
Üzerinden 40 yıl aktı ama tortusu kaldı. Tortunun kalıcısı vardır; bu, kalıcı olmuş bir tortu. Her şeye sıvaşıyor. Suyumuz bulanık.
Onun için, elinizdeki derlemenin adı 40. Yılında 12 Eylül değil de, 40 Yıl 12 Eylül.
*
Kalıcılığından, devam ettiğinden söz ediyoruz ama herkes için o kadar aşikâr olmayabilir.
Çünkü üzerinden çok geçti. Üzerinden kırk yıl geçti. Çok uzun bir zaman. Kırk, çokları simgeleyen bir rakamdır. Uzun zamanları, çok şeyleri…
O kadar zamanda, 12 Eylül’ü kulaktan dolma bile bilmeyen kuşaklar yetişti. Türkiye’nin başından başka çeşit darbeler geçti. Başka belâlar geldi. 12 Eylül’le hesaplaşma talebini sahiplenmiş, kendini onu unutturmamaya adamış, bunun için yılmadan mücadele etmiş olanların bile birçoğunun takati kesildi. Hesaplaşamamanın, dahası çeyrek ve yalandan hesaplaşmaların getirdiği hayal kırıklığının da yorgunluğuyla.
Onun için, bir unutturmama gayretine ihtiyaç var. Belki bunun bir yolu da, 12 Eylül’ü unutmayanların, 12 Eylül’e değmemiş olanlara, onu bilmeyenlere ya da bir idamlar-işkenceler-yargısız infazlar-hapisler istatistiği (iki haneli, üç haneli, dört haneli, beş haneli rakamlarıyla, korkunç bir istatistik) ve hak ve ücret kayıpları istatistiği olarak bilenlere, neden, nasıl, niçin unutmadıklarını, neyi unutmadıklarını anlatmaları lâzım.
Elinizdeki kitapta, 12 Eylül’ü niçin, 12 Eylül’de neyi unutmadığını anlatan yazılar var.
*
12 Eylül’ün ardından başka beter zamanlar geldi, demiştik. 12 Eylül’ün açtığı yolları genişleten, onun usullerini rafine eden, ayrıca 12 Eylül’ün “aşılacağı”, geride bırakılacağı ümidini boşa çıkarmasıyla yıldırıcı ve katlamalı etki yaratan dönemler…. “Üstüne koymak,” deniyor ya – istibdat, üstüne koya koya gelişti.[1]
Unutulması, biraz da ondan. Ama şu da var ki, beteri tarif etmek için sarf edilen sözler: “12 Eylül’den daha ağır”, “12 Eylül’de bile bu kadarını yapmadılar”, “12 Eylül hukukunu arar olduk” oluyor. Başlı başına, 12 Eylül’ün bir “çıta” koyduğunu gösteren, onun miladî niteliğini fark ettiren kalıplar… 12 Eylül, beteriyle katlansa da, o beterin kapısını açmıştır, bir dönüm noktasıdır, o bakımdan miladîdir.
Kitaptaki yazılar, –Ümit Kıvanç’ın yazısının başlığı da bu–, 12 Eylül’ün miladî niteliğini hatırlatıyor.
*
12 Eylül demek, 12 Eylül öncesi demektir, aynı zamanda. 12 Eylül darbe rejimi, 12 Eylül öncesini unutturmaya, o dönemin toplumsal ve siyasî deneyimini silmeye dönük bir harekâttı. 12 Eylül öncesi: yani “dar anlamda”, şiddetli (hem radikal, hem şiddet içeren anlamında) siyasî hareketliliği ile 1974-1980 arası dönem; “geniş anlamda” 1961 Anayasası’nın hüküm sürdüğü, 1961-1980 arası 2. Cumhuriyet dönemi.[2]
12 Eylül rejimi, 12 Eylül öncesini, –özellikle “dar anlamıyla”,– cinayetlerle, katliamlarla, siyasî istikrarsızlıkla, özetle “anarşi” ve “terör”le özdeşleştirdi. “12 Eylül öncesine dönmek istemek”, aşağı yukarı 1980’lerin sonlarına dek, “anarşi ve terör”le özdeş bir gaflet ve dalâletin alâmeti olarak dile (devlet ve muktedirler diline) dolanmıştı. “Anarşi” öcüsünün ‘80’lerde vadesi doldu, onunla eş anlamlı gibi kullanılan “terör” daha da feci bir öcü olarak kurumlaştı. “Terör” lâfının ağızları mühürlemesinde de, 12 Eylül’ün miladî bir etkisi oldu. “Terör” ithamı, gitgide “makul şüphe” hudutlarından taşıp yayılarak, kapsama alanı genişleyerek, veto hükmü kazandı. “Terörist!” diye parmak sallayınca, akan sular durur, konu kapanır, sesler kesilir oldu. Kumru Başer, vicdanları kilitleyen bu büyük kapatmanın anahtar şakırtısını, 12 Eylül öncesine uzanan evveliyatına da değinerek anlatıyor.
12 Eylül öncesi siyasî ve toplumsal hareketliliği topyekûn “anarşi ve terör” karanlığıyla resmeden 12 Eylül, bizzat siyasî ve toplumsal hareketliliği tehlike olarak kodladı. O toptancılık, 12 Eylül öncesi siyasî şiddetin sebeplerini, faillerini, dinamiklerini gerçekten anlamayı, bilmeyi de, onları sorgulayarak hesaplaşmayı, tartışmayı da imkânsızlaştırdı. Bizzat o faillerin, aktörlerin –Merih Cemal Taymaz’ın yazısında cesaret ettiği gibi– kendi muhasebelerini yapmasını da zorlaştırdı.
Daha geniş perspektiften bakarsak, 12 Eylül öncesinin siyasî öznelerinin 12 Eylül’ü kolaylaştıran, hazırlayan zaaflarıyla yüzleşmeyi, dahası sadece Türkiye’de değil bütün dünyadaki “büyük gerilemeyle” yüzleşmeyi de zorlaştırdı, en azından geciktirdi. Ömer Laçiner’in 12 Eylül’ü değerlendirirken devamlılık-kopuş diyalektiğinde kopuşu devamlılık aleyhine abartmaya karşı uyaran yazısını, bu bağlamda düşünmeli.
12 Eylül, 12 Eylül öncesinin hafızasını, 12 Eylül öncesiyle aramızdaki devamlılığı, adeta donup kalmış bir arafa çevirdi. Geçmek bilmeyen bir araf. Göze Orhon’un –bu kitabın 12 Eylül öncesini akıl baliğ olarak yaşamamış tek yazarı!– yazısında rakik bir içgörüyle anlattığı bu araf hali, derlemedeki yazıların birçoğunun derdi, gamı, kasavetidir.
*
Levent Cantek, 1945-1950 arasını Türkiye’nin “buluğ çağı” olarak tanımlamıştı.[3] Tek partili dönemden çıkar, usul usul dünyaya açılırken, “tutkularla endişelerin birlikte boy attığı bir ‘uyanış’ dönemi…” Hormonal sistemin yeni aktif hale geldiği erken ergenlik dönemi, diyelim isterseniz biz o döneme.
12 Eylül öncesi denen, 1974-1980 (veya geniş kapsamıyla 1961-1980) dönemini ise, Türkiye toplumunun geç ergenlik dönemi sayabiliriz. 17-19 yaşlardan bildiğimiz dönem: rüştünü kazanma, mümeyyiz olma, fiil ehliyetini kazanma merhalesi. Teşbihteki hukuk terimlerini açarsak; mümeyyiz olmak, doğruyu yanlışı ayırt edebilmektir, fiil ehliyetini kazanmak da, kendi fiilleriyle hak edinebilmek ve borç altına girebilmek. Evet, Türkiye’de işçiler, gençler, köylüler, gecekondulular, kadınlar, Kürtler, umumiyetle “kimsesi olmayanlar”, kendi fiilleriyle hak edinebilmek için harekete geçmişler, kendi fiilleriyle hak edinebilmenin mücadelesine girişmişlerdi. Bu girişimleriyle, borç altına girmişlerdi – yani olası hatalarının yanlışlarının sorumluluğunu alarak canlarıyla hayatlarıyla risk üstlenmişlerdi.
12 Eylül darbesinin yaptığı, cezalandırmak değildi. 12 Eylül, insanların mümeyyiz failler olarak kendi fiilleriyle hak edinebilme ehliyetlerini inkâr eden, yani toplumun rüştünü tanımayan bir rejim ihdas etti. Onun için, toplum olma istidadının yitiminden söz ediyoruz. Nilgün Toker’in yazısındaki tanımıyla toplum olma kapasitesinin yitiminden.
12 Eylül zulmünün bu istidadı ezmeye kastettiğini, yine kitaptaki çoğu yazıyı kat eden bir dikiş izi olarak görebilirsiniz.
*
12 Eylül’ün toplum olma istidadını bastırmakla, bir bakıma toplumu ezdiğini söyleyebiliriz; fakat açık ki bazılarını daha fazla ezdi – sistematik olarak ve özellikle hedef alarak, özel bir şiddet ve celâlle ezdi. “Bir soldan bir sağdan astık”ın tevil edemeyeceği bir hakikat, bu. Toplum olma istidadı dediğim kuvveyi fiile çıkarmak isteyenlerdi, asıl hedef. Hak talebiyle seferber olanlar, eşitlik ve özgürlük aşkıyla toplumsal değişim talep edenler, “başka türlü bir şey” isteyenler… Gaye Boralıoğlu’nun, Ercan Kesal’ın yazılarında hüzünle hatırlananlar.
Fethiye Çetin, 12 Eylül’ün “kırk yıldır işleyen” modeline işaret ediyor. O devamlılığın en açık, en kesintisiz haliyle Gültan Kışanak’ın hikâyesinde yüzümüze çarpması, bir şey anlatmıyor mu?
Elinizdeki derlemede, 12 Eylül’ün asıl muhatap aldığı “şeylerin” heyûlası dolaşıyor.
*
Murat Belge, –buradaki yazısında da tekrarlıyor–, 12 Eylül’ün 12. yıldönümünde, kahvehanede “sallandıracaksın” diye atıp tutan adamın (sadece idamda çözüm görmek değildi kastettiği, adam “karılar…”, “ben olsam ekonomiyi…” diye birtakım hikmetler de yumurtluyor olabilirdi) kendini rahatlıkla onunla özdeşleştirebilmesinin, Kenan Evren’e meşruiyet hatta popülarite kazandırdığını yazmıştı.[4] Evren, sıradanlığın karizmasını temsil ediyordu. Bildiğimiz, alıştığımız dışındakine kapalılığı, “biz” dışındakiyle ilgilenmemeyi ve onunla temastan kaçınmayı, değişik her şeyi “sivrilik, çıkıntılık” saymayı, soru sormamayı, meraksızlığı, hayretsizliği büyük bir özgüvenle, hatta saldırganca teşhirin karizması. Picasso’nun tablosunu “ne var ki bunda, ben de yaparım!” diye küçümseyişi, burada nasıl bir incelik olabilir diye durup düşünme zahmetini küçümsüyor, öyle zahmetlerden kurtulmaya çağırıyordu. 12 Eylül, sıradanlığı Türkiye’nin ethos’una, yani huyuna suyuna, meşrebine, töresine işledi. Tolga Arvas’ın yazısı, 12 Eylül günlerinin gri eğlencelerini, kasvetli magazinini, o sıradanlık ethos’unun bünyeye sızmaya başladığı anların tasviridir. Tahribatın hiç önemsiz olmayan bir yanı.
*
12 Eylül’le hesaplaşmanın, bu ülkenin son asrının yüzleşilmemiş başka travmalarıyla da yüzleşmenin anahtarı olabileceğine inanıyorum. Bileşik ve süreğen bir travma, çünkü. Ve tekrarlarsam, siyasî ve toplumsal fiil ehliyetini sakatlamış bir travma. Onun için, akıldan çıkmıyor – çıkmamalı.
Tanıl Bora
[1] 26 Kasım 2014’te Birikim Haftalık’ta, 12 Eylül, 1990’lar ve günümüz mukayeselerine değinmiştim: Link
[2] “2. Cumhuriyetçilik”, 1990’lardan itibaren siyasî rejimi liberal açıdan, sol-sosyalist açıdan ve gayrı Türk kimliklerin tanınması talebiyle sorgulayanlara ulusalcı refleksle takılan jenerik addı. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra ise 2. Cumhuriyet terimi, özellikle CHP’ye yakın siyasetçi ve anayasacılarca, yeni anayasayla açılacak dönemi tanımlamak üzere kullanılmıştı. Daha sonra kullanımdan düşse de, “teknik olarak” isabetli bir tanım olduğu kanısındayım.
[3] Levent Cantek, Türkiye’nin Buluğ Çağı, İletişim Yayınları, 2019 (3. baskı).
[4] Murat Belge, 12 Yıl Sonra 12 Eylül, Birikim Yayınları, İstanbul 2000 (4. baskı), s. 39.