Birkaç gündür gördüğüm bir resimle içli dışlı bir haldeyim. Bir resimle içli dışlı, hemhal olmak, benim başıma sıklıkla gelen bir durumdur. Zaman zaman, bir resimle karşılaştığım vakit, ona takılır kalırım, aklım onda kalır. Görmediğim, göremediğim vakitlerde de zihnimde boyamaya çalışırım onu, çizgilerini, tonlarını ezberlemişimdir çoktan. Zihnimde kazıdığım resmi nadir olmakla beraber kimi zaman kağıda veyahut bir suntaya, bir tahta parçasına geçirmeye çalışırım. Şüphesiz zihnimde boyadığım ve resmin gerçeğinden çok uzak bir resim çıkar ortaya. Bazen ben bile benzetemem, resmin sahisini, aslını bilmeme rağmen. Başka bir resim yapmış olurum. Bu yüzden altına “aslı gibidir” damgası basmaz noterler. –Yine– şüphesiz aslından daha kötü bir resim çıkar ortaya.
Resmin ardını görmek isterim. Ressamın, tuvalin, duralitin, kağıdın –işte her neyse– ardına yazdığı bir şey var mı, ona meraklanırım. Çoğu zaman resmin ölçüleri, boyutları yazılı olur, bilirim. Kimi zaman da ithaf bulunur, yamuk bir imza belki. Resmin ardını düşünürüm, sonra üretimhanesini ressamın, yani atölyesini. Boyayı karışını, kaleminin ucunu bileylemesini bir bıçakla, mürekkebin parmaklarını boyamasını. Alalı olur elleri ressamların. Bir ressam gördüğümde ellerini ararım, gözlerinden önce. Gözleri de imler, kaydeder resim öncesini, resmin ardını gözlerinde bulabilirsiniz ellerinden sonra. Bir ressam olan Abidin Dino da eller üzerine yazmıştır, düşünmüştür, çizmiştir. Uzun parmaklı, toparlak parmaklı, birbirine dolanan, sarınan parmaklı eller çizmiştir. Emekçinin elini kocaman yapmıştır, karısı Güzin Dino’nun elini ileri uzanan, zarif çizmiştir. Güzin Hanım’ın uzun ince zarif parmakları çok konuşulmuştur. Arandım, gördüm ben de ellerini, Paris’te evinde yapılmış bir röportajda Abidin’i anlatırken. Onun, Picasso’nun atölyesinde nasıl seramik yaptığını, nasıl tanıştıklarını, yaptığı seramiklerin Türkiye’de polis tarafından nasıl el konulduğunu uzanan elleriyle anlatırken. Uzunlar, inceler, yaşlılık lekeleri buruşuk teninin üzerinde dağılmış.

Resmi önce böyle düşünürüm, ardını, önünü, sağını, solunu. Zihnimde bir sanat koleksiyoneriyimdir. Uygun fiziki koşulları sağlanmış, nem oranı ayarlı bir sergi salonu vardır zihnimde. Sıralı duvarında zihin hayvanının, resimden anlayan kadınlar, erkekler gezer, uzun uzun seyrederler resimleri, bilirim poz değildir, resmi anlamak isterler, gizil yanını bulmak. Kabul ediyorum, aslından farklı resimlerdir zihnimdeki resimler. Gören göz, resmi başka yorumlar, kaydeder sonra onu. Böylece yüz milyon başka resim çıkar bir resimden, zihin odalarında insanların. Zihin bir üretimhanedir, ressamın atölyesi gibi. Kaçak bir üretimhane. Kopyacı belki.
Yazacağım dedim. Boyanın tasvirini, betiğini resmin. Yazılır elbet dedim. Dünden beri düşünüyorum, kurmaya çalıştım, olmadı. Uzayda parçalandı kurduğum resim. Yazıyı duyduktan sonra kaçtı belki, zihnimde boyadığım.
Şimdi, yazıcı olacağım dedim. Bürüneceğim, bir yazıcıyı taklit edeceğim, belki yazarım. Yazı masamı topladım ilkin. –Bu mevsimde balkon masasıdır yazı masam. Ama bugün odama taşındım artık, mevsim de geçti geçiyor zaten.– Kalemimi bileyledim, yukarıda ressamın yaptığı gibi. Hazırlandım yani, eğildim yazının üzerine, gölgem yazının üzerinde. Yazıdan önce yazıcıyı düşünüyorum. Büyük hata.
Kafamda yarattığım yazar, büyük pencereleri tavana uzanan, tabanda parlak ahşap döşemeleri olan kocaman cevizden çalışma masasının karşısında gördüğüm yeşil kadife kaplama okuma koltuğunda oturmuş, grande toilette giyinmiş, burjuva bir yazar, belli. Zihnimde kurduğum yazarın Fransa entelijansiyasından bir burjuva olarak belirmesi –bence–büyük bir sorun. Bunu ayrı bir vakitte, ayrıntılı olarak düşüneceğim.
Schubert’in Der Lindenbaum isimli bestesini açtım. Bilmem çok Schubert, Mubert. Vüs’at O. Bener’in Ihlamur Ağacı isimli oyununu okuyorum. Meğer Vüs’at Bey, oyunun adını besteden hareketle koymuş. Oyunda da geçiyor Der Lindenbaum. Oyun kişisi Baba, oyunun sonunda bavulunu alıp evden ayrılırken Ihlamur Ağacı’nı söylüyor. Sözün özü, ıhlamur ağacı demekmiş der Lindenbaum. Ihlamur ağacı, kokusu geliyor şimdi sadece, burnuma. Schubert ise bu kubbede bir hoş sadâ imiş.
Tüm koşullar sağlandı, artık bir yazarım diyorum kendime, yazar oldun. Bak, müziğin, masan, kalemin, kağıdın tam. Kendini bir yazar yaptın, yazı odasında çalışan. Hadi diyorum, yaz.
Cem Çakıcı
NOTLAR
I. Sözü edilen yazı heveslisi şahsım olmakla beraber bahsi geçen resmin betiği gerekli “ilham” şartları sağlanmadığı ve yazı birden başka bir yere kaydığı için yazılamamıştır. Yazı heveslisi açtığı Schubert bestesi ve zihninde kurduğu yazıcı imgesinin yerine kendini koyarak –ki zihninde kurduğu burjuva yazar imgesi korkunç derecede rahatsız etmiştir kendisini. Bu sebeple bundan sonra yapacağı okuma listelerinde bohem yazarlar ve köy romancılarına ağırlık verecektir. Böylece vicdanını rahatlatmış olacaktır.– yukarıda yer alan yazıdan başka hiçbir şey yazamamıştır. Anlayacağınız üzere, içli dışlı olunan resmin yazısı yazılamadığı gibi yazı heveslisi de yazı masasının başında kalakalmıştır.
II. Okuduğum yazar röportajları ve eleştirilerden hareketle genç yazarların ilk önce kendi hayatlarından yola çıktıklarını, kendilerini ve çevrelerini yazdıklarını şahsen deneyimlemiş olduğumu belirtmek isterim. Zira yazamayışımın hikayesi oluverdi bu metin.
III. Yazı heveslisi, bana İlhan Berk’in “şiir kazıcıları” tanımını hatırlattı. İlhan Berk, Şiirin Gizli Tarihi’nde şiir kazıcılarına “elmayı yazınız” der. Bir öğrenci ve kendisini zaman zaman şiir kazıcısı olarak gören şahsım elmayı yazmaya çalışmıştır. Başarılı olup olmayacağı, ödevin geçer not alıp almayacağı hiçbir zaman belli olmayacaktır.
IV.
V. Dördüncü not okurun doldurması için boş bırakılmıştır.