Hıdır Murat Doğan’ın “Biraz Ormanda Saklanacağım” kitabından “Komşumuz Wolfgang” adlı öyküyü tadımlık olarak sunuyoruz.

“Bakma sen” diyorum Halil’e dönüp “Olaylar çok farklı gelişti aslında, öyle olmasa var ya, ohooo…”

Sessizliğin ortasında takır tukur yankılanan gıcırtıları duyuyoruz. Döküntü ve ışıkları doğru düzgün yanmayan apartman boşluğunda kıvrılan merdiven basamaklarından tane tane iniyoruz. Bina en son geçtiğimiz asırda boyanmış. Ahşap tutacaklar darmadağın. Kırılmış aydınlatma pencerelerinden hafif bir ışık süzülüyor içeri doğru. Üçüncü kattaki sahanlıktan geçerken yaşlı adam arkamızdan sesleniyor.

“Üst kata siz mi taşındınız?” diye soruyor “Çıkardığım gürültülerden uyuyamadınız sanırım, özür dilerim.” diyor, neredeyse kendi boyundaki tüpü çekiştirmeye devam ediyor “Benim işim insanları uyutmaktı aslında.” diyor, gülümsüyor “Adolf Hitler’inkilere benzeyen işler yapıyordum. Ben Beelitz-Heilstätten Hastanesi Anestezi Doktoru Wolfgang Teske. DDR[1]’ın en ünlüsü. Wolfgang-Norbert Teske. Duvar Yıkıldı. Gisela gitti.”

Halil benim yerime de “Memnun oldum.” diyor “Yardıma ihtiyacınız var mı?”

“Hayır” diyor Wolfgang “Uyumakta zorlanıyorum. Bu yüzden bu aleti kullanacağım. Kendim hallederim. Meraklanmayın, seksen yedi o kadar da ileri bir yaş değildir çünkü.”

“Peki” diyor Halil “Hoşça kal!” manasında sağ elini havaya kaldırıyor. Wolfgang gülümsüyor. “El işaretlerinden pek fazla hoşlanmam.” diyor “Milyonlarca yıllık insan ırkı son yüz yılda kendini bunlar yüzünden tüketti. Heil Führer!” Suratındaki sert tavır ve Nazi selamıyla boşlukta bize bakıyor. Sonra birden gülümsemesiyle her şeyi darmadağın ediyor. “Size de iyi günler baylar! İyi günler!”

***

Yağmur kesildi kesiliyor. Kentin bu yakasındaki otomobiller net bir çizgiyle diğer yarısından koparılmış gibi duruyorlar. O kadar da lüks, o kadar da yeni değiller. Dükkân vitrinleri de aynen onlar gibi. Soluk, eskimiş ve saçma görünüyorlar. Yorgun, gergin, bitkin göz bebekleri yanımızdan geçip gidiyor. Neredeyse hiç kimse tam olarak Almanca konuşmuyor. Duyabiliyorum. Yarım yamalak Türkçe cümleler kulağımda boğuluyor. Halil de hemen sonra bu kervana katılıyor. Ahizedekine “Bizim şefle konuşurum bu hafta” diyor “Doch! Cuma frei olursam, ararım seni. Gideriz abi, warum nicht?”

Yürüyerek Checkpoint Charlie’nin önüne varıyoruz. Bölünmüş Berlin zamanlarından kalma en önemli yerlerden biri burası. Özel izinli diplomatların Doğu-Batı arasında geçiş yaptığı kontrol noktası bu. Önünde komik fotoğraflar çektiriyor insanlar şimdilerde. Asker kostümleri kiralanıyor. Herkes gülüp eğleniyor. Batıya kaçmak için Berlin Duvarı’nı aşmaya çalışanlara dair onlarca film izlediğimi hatırlıyorum. Duvarın üstünde vurulan yüzlerce insan olduğunu biliyorum. İnsanların acıları bu yüzyılda iyi para kazandırıyor.

Brandenburg Kapısı’na açılan caddeyi baştan başa geçiyoruz. Halil bu kentin bir bataklık üzerine kurulduğunu anlatıyor yol boyunca. “Her yanımızda gördüğün bu pembe borular o yüzden.” diyor. “Tahliye boruları bunlar. Kötü görünmesin diye bu renge boyamışlar.” diye anlatıyor. Boktan şeyleri pembeye boyadığınızda, gerçekten o kadar da boktan görünmüyor.

“Beğendin mi buraları?” diyor Halil “Evet” diyorum “Beğendim. Ich bin ein Berliner!”[2] Gülümsüyor. Kalabalığın ortasında kahkahalarımız yankılanıyor.

***

Her yer soykırım anıtlarıyla kaplanmış. Yahudiler, Sintiler, Romanlar, Eşcinseller… Zeminde toplama kamplarının isimleri yazıyor. Auschwitz-Birkenau, Sobibór, Treblinka, Litzmannstadt, Warschau… Dönüş yolunda Humboldt Üniversitesi’nin önünde kalan açıklığa, Opera Meydanı’na çıkıyoruz. Halil koluma giriyor. Parke taşlarıyla döşenmiş meydanın ortasındaki camdan noktanın üstüne doğru götürüyor beni. “Gel böyle!” diyor “Aşağı bak” Daha dikkatli görmek için eğiliyorum. Altımdaki odanın dört duvarını kaplayan boş bir kütüphanenin ortasında bir yanık izi duruyor. Halil kolumu çekiştiriyor. Camekanın yanındaki plakayı gösteriyor. Neyse ki Anadolu Lisesi yıllarımdan kalma Almanca mirasım biraz da olsa işe yarıyor. Okuyorum. Halil kadar olmasa da birazını anlıyorum.

“Das war ein Vorspiel nur; dort wo man Bücher verbrennt, verbrennt man auch am Ende Menschen.”

Buraya “Özür dileyen şehir” diyorum kendi kendime. Özür dileyen şehir. “Naziler tam bu noktada binlerce kitabı yakmış bir gecede.” diyor Halil. Cümlenin üzerine parmağını koyuyor. Tane tane okuyor.

Zihnimdeki bulanık görüntüde koca bir kalabalık, darmadağın edilmiş bir camekâna doğru dönüp hırçınlaşıyor, yumruklarını kaldırıp indiriyor, baş döndürücü bir vurguyla ve aynı ritimle bağırıyor. Sonra alevler çıkıyor ortaya. Önce kırık camdan dışarı çıkmış bir perde tutuşuyor. Sonra tüm zihnim. Görüntü tekrar tekrar dönüp duruyor. “Allah’ım bu senin ateşin işte!” diyor içlerinden biri. Bir diğeri “Cehennem ateşi işte!” diye yanıtlıyor bu hengamenin arasında. Zihnimdeki Madımak Oteli hâlâ yanıyor ve annem hüngür hüngür ağlıyor.

“Bu sadece bir başlangıçtı.” diye çeviriyor Halil cümleyi “Kitapların yakıldığı yerde, sonunda insanlığı da yakarlar.”

***

Apartman boşluğu kapkaranlık. Berlin’de akşam oluyor. Pencere çatlaklarından fırtına bulutlarını görüyorum. Üçüncü kata vardığımızda kapı açılıyor. Wolfgang karşılıyor bizi.

“Aradığınızı bulabildiniz mi?” diyor “Aramayın, bulamazsınız!” diye ekliyor “Zaten bir şeyi bulamıyorsanız mutlaka daha huzurlu bir yerdedir.”

Sahanlığın loş ışığında kel kafasının sol yanındaki şarapnel yarığını görüyorum. Arkasındaki koridorun eprimiş duvar kağıtlarının dibi yüzyıllardan arda kalan bir çöplüğü andırıyor. Bacaklarının arasından gri bir kediyle göz göze geliyoruz. İkisi de oldukça yorgun görünüyor. Wolfgang’ın dili peltekleşiyor.

“Her şeyin bir bedeli vardır baylar.” diyor “Kahvenin ve şekerin, beyazın ve siyahın, demirin ve metalin, iyiliğin ve kötülüğün bedeli… Önce Dresden yangınında annemin cesedini aradım.” diyor Wolfgang “Savaş bitince, Majino Hattı boyunca babamın kemiklerinin peşinden gidip ormanda saklandım. Onları bulduğumda ne zaman neyin bedelini ödediğimi anladım. Şimdi Gisela’yı yıkılan duvarın ardında arıyorum. Bir tarihte bana el salladı, döneceğim, dedi ve gitti. El hareketlerinden bu yüzden hoşlanmıyorum. Milyonlarca yıllık insan ırkı son yüz yılda kendini böyle şeyler yüzünden tüketti. Sanırım tüm bunlar ödenmesi gereken bedellerdi hepimiz için…” diyor, gülümsüyor, elindeki şişeyi gösteriyor “Mesela bu biranın şişesi Rewe’de sadece 1,50” kapıyı kapatırken söylenmeye devam ediyor, sesi koridor boşluğunda gitgide kayboluyor “Artık her şey çok pahalı.” diyor “Bu bira mesela… Çikolatalar falan… Fritzi, gel buraya seni sürtük kedi…”

Almanya otobanlarında hız sınırı bulunmuyor. Bu yüzden insanlar birbirini daha hızlı terk edebiliyorlar. Bunamak dediğiniz şey öyle bir anda olmuyor. Ve inanın bana, daha hızlı terk etme isteği insana neler neler yaptırıyor…

***

Kulağımda bir gümbürtüyle uyanıyorum. Önce bir çığlığa benzeyen siren sesleri sokakta duyuluyor, üstümdeki tozu silkeliyorum, dumanların arasından sokak ışıklarını seçmeye çalışıyorum, öksürüyorum, durmadan öksürüyorum, ardından bir merdiven balkonuma doğru uzanıyor. Başında kaskları ve gaz maskeleri bulunan iki görevli koluma giriyor. Beni korkulukların üzerinden kendilerine doğru çekiyorlar. Kalabalığın ortasında biri “Neo-naziler mi yine?” diye soruyor “Bomba mı atmışlar?” Alt kattan hâlâ dumanlar yükseliyor. Bir ambulans apartman kapısında duruyor. Sokağın iki yanını kaplamış ve lambalarıyla mahallenin karanlığını kıpkırmızı bir renge bürümüş itfaiye araçlarının arasında taşınan ceset torbasını görüyorum. Wolfgang’ı morga götürüyorlar.

Bazen bir matkapla şakaklarımdan beyin boşluğuma doğru delikler açmak istiyorum. Şöyle sağlı sollu, birkaç tane. Acil durumda içeriyi hızla tahliye etmek için. İnsan bazen sıkışıyor. Bazen zihnim ağır bir yüke dönüşüyor bedenim için. Taşıyamıyorum. Billboardlarda renkli umutlar asılı. Çöpçüler biz uyanmadan şehirleri pembeye boyuyorlar. Batı cephesinde hâlâ yeni bir şey yok.


[1] Deustche Demokratische Republik (Alman Demokratik Cumhuriyeti veya kısaca Doğu Almanya)

[2] John F. Kennedy’nin Batı Berlin’i ziyareti sırasında Berlinlilere moral vermek için kullandığı söz öbeği. Aslında “Ben bir Berlinliyim!” demek istese de Almanya’da yaygın bir pasta biçimi olan Berliner’den dolayı bu cümle “Ben reçelli bir çöreğim!” olarak algılanmıştır.