“Karadır şu bahtım kara, sözüm kar etmiyor yâre, yüreğimi yaktı nara eyvah!”
***
“Talihin elinde oyuncak oldum, kader böyle imiş buymuş alın yazım.”
Türkülerimizin, şarkılarımızın olmazsa olmaz temasıdır kader. Adı geçen yazı, her alında farklı olsa da özellikle çileli coğrafyaların ortak dili, derdin, çaresizliğin, kimi isyanın, kimi boyun eğişin ortak tanımıdır. Dünyanın bizden uzak sayılan topraklarında doğmuş öyle bir müzik türü vardır ki adı, bizzat bu kelimeden Latince “fatum” sözcüğünden türemiş, bir ülkenin özgün haykırışı olmuştur “fado”.
On iki telli Portekiz gitarı ve bir klasik gitar eşliğinde genellikle tek bir solistin icra ettiği bu müzik türünü, eşlerini denize gönderen kadınların hüzünlü türküleri olarak nitelendirmek oldukça sığ kalacaktır. Zira bu sade ama derinlikli müziğin belgelenişi 1800’lü yılların başına denk gelse de ortaya çıkışını çok daha eskilere dayandıran müzik araştırmacıları vardır. Sözgelimi, fadonun Kuzey Afrika’dan tınılar taşıyor olması, yüzyıllar önce Arapların Lizbon’da yaşadığı dönemde doğduğu tezini yaratır. 1600’lü yıllarda şehirler kurulurken yerel bir halk ezgisi olarak ortaya çıkması da kabul gören bir diğer tezdir.
Doğuşu ile ilgili bilgiler bir yana bu müziğin hangi coğrafyada yaşarsa yaşasın insan ruhunu zapt eden güçlü bir etkisi vardır. Şarkıların sözlerinde hüzün, keder, geçmişe özlem, alın yazısı karşısındaki çaresizlik, isyan gibi ortak insani duygular yer alır. Şiir ile yücelmiş bu müzik türü, Portekizli şairler tarafından “insan ruhunun yorgunluğu” olarak tanımlanır. Öyle ki şarkıların sözlerinden hiçbir şey anlamasanız dahi bu ve buna benzer duyguları yüreğinizin derinlerinde hissedersiniz. İşte fadonun gücü, sözlerinden olduğu kadar ezgilerindeki derin duygu aktarımından gelir.
Fado’nun yüzyıllar süren serüveninde insan hırslarının etkisine tanık oluruz. Halk müziği olarak nitelendirilen bu şarkılarda sadece sevgilinin arkasından yakılan ağıtlar yoktur. Toplumsal değerler hatta zamanla protest öğeler barındıran sözlerle hayat bulmuştur fado, halkın sesi olmuştur. Bu da onun uzun yıllar gölgesinde yaşanılan diktatörlük rejiminin baskısı karşısında ezilmesine, gizlenmesine yol açacaktır.

Mussolini, Hitler gibi diktatörlerle hemen hemen aynı dönemde iktidara gelen Antonio de Oliveira Salazar’ın bayrağı neredeyse yarım asır boyunca Portekiz’in üzerinde dalgalanır. Bu faşist dünya görüşü, ülkenin tüm köşe başlarında olduğu gibi sanat üzerinde de sarsıcı bir etki yaratır. Önceleri fadoların sözlerini sansürleyen, bir anlamda halkın kendini ifade etmesini sınırlayan dikta yönetimi, zamanla bu sözlerdeki tema ve düşünce içeriğini kendi rengine dönüştürmeyi başarır. Bu, halkı ve gücü yadsınamaz müziği kontrol almak için yapılmış ustaca bir popülist harekettir. Böylece Fado da futbol ve Fatima gibi (Portekiz’de kutsal olarak kabul edilen bir köy) devletin sahiplendiği 3F’ler arasına girer. Salazar ve kalburüstü yandaşları tarafından yeni sözlerle Portekiz’in yüzü haline getirilen fado, aynı zamanda bir turizm ve tanıtım aracı olarak kullanılır. Halk; din, spor ve müzik ile yıllarca efsunlanır. Bütün bunlara rağmen ülkedeki bir avuç aydın, Fado’yu, Salazarcı ırkçı söylemlere teslim etmez ve diktatörlüğe karşı eşitlikçi düşüncelerin yayılması için bir araç olarak kullanmaya devam eder. Nitekim uzun zaman sonra 25 Nisan 1974’te ülkenin tüm radyolarında aynı şarkı çalacaktır: “Grandola Vila Morena”
***
“Grandola esmer köy! Kardeşliğin ülkesi, kendi insanlarının yönettiği, ah şehir!”
Sözlerinde halkın iradesini taşıyan bu şarkı bir işarettir ve genç subaylar o gün parlamentoya girerek ülke yönetimini Salazar’ın elinden geri alır. Bir dönem neredeyse rejim marşlarına dönüştürülmeye çalışılan fado, o günden itibaren aynı diktatörlüğü bitiren direniş sembolü olacak, halk sokağa çıkma yasağına rağmen sokağa inecek, hareketi destekleyecektir. Lizbon Çiçek Pazarı’ndan silah namlularına takılan karanfiller, şiddet kullanmadan yapılan bir askeri darbeyi dünyaya duyurur. Böylece bu askeri darbe, Karanfil Devrimi olarak tarihe geçecektir. Portekiz’de yıllar süren diktatörlük rejimi, nihayet yerini demokrasiye bırakır, pek çok siyasi tutukluyla birlikte fadonun özgün ruhu da serbest kalır.
Fado kendi çalkantılı serüveninde yol alırken, dünya müzik mirasına değerli armağanlar da bırakmıştır. Bunların en kıymetlilerinden biri, Amália Rodrigues’dir. Kendisi reddetmiştir ama uzun yıllar Salazar yanlısı olduğu iddia edilip töhmet altında bırakılmıştır. Buna rağmen herkes tarafından “Portekiz’in Gülü” aynı zamanda “Fado’nun Kraliçesi” olarak kabul edilir. Zira dünyanın Salazar diktatörlüğünden dolayı Portekiz’e sırtını döndüğü yıllarda, Amália dünyayı dolaşacak, Portekiz’i ve Fado’yu tanıtarak bir anlamda ülkesinin sanat elçisi olacaktır.

Çocuk yaşlarda keşfedilen ve daha yirmili yaşlarda şöhreti yakalayan Amália, 1920 yılında başladığı ve 79 yıl süren hayatına 22 albüm, 15 film ve sayısız konser sığdırır. Çocukluk yıllarındaki yoksulluğun çaresizliği, karakterindeki keder ve hüzünle birleşince, bu mucizevi mezzo-soprano sesin söylediği fadolar; sınırları, dilleri, milletleri aşan bir güce ulaşır. Bugün Portekiz ve fadista (fado söyleyen kadın solist) denilince akla gelen ilk isim hayatını bu yolda geçiren Amália Rodriguez’dir:
“Fado gizemlidir. Onu hissetmek için insanın acıyı bilmesi hatta acı ile doğması, arzuları, tutkuları olmayan, sanki hiç var olmamış biri gibi hissetmesi gerekir. Ben buyum işte! Ben fado söylemek için doğdum.”
***
Fatum. Kader. Üstüne şiirler, şarkılar yazılan, ağıtlar, türküler yakılan kader. İnsan, çaresiz hissettiği anlarda ona boyun eğip, kederleniyor gibi görünse de onunla olan savaşı aslında kazanıyor. Öyle ya tarih, kadere ağıtlar yakıp sonra onu sil baştan yazan halklarla dolu. Tıpkı denize yakılan kederli ağıtların müziği olan fadonun yıllarca dönüştürülmeye çalışılıp sonra halkın direniş sembolü olması gibi.
Hande Çiğdemoğlu