Önemli felsefi ve edebi akımların hüküm sürdüğü bir dönemde, kendine özgü tavrı ve hiçbir gruba dahil edilemeyen kalemi ile yalnız bırakılmış ama yine de çok konuşulmuş bir yazardır Boris Vian. Küçük yaşlarda geçirdiği kalp rahatsızlığı nedeniyle ölümle burun buruna yaşadığı kısacık hayatına, birden çok ömrü sığdırmıştır. Roman ve oyun yazarı, şair, müzisyen, caz tutkunu ve eleştirmeni, mühendis, çevirmen, film oyuncusu, bir isyancı, serseri ruhlu bir beyefendi, bir muhalif ve bir savaş karşıtıdır o. Bir yaşam ve varoluş biçimi olarak bireyselciliği benimsemiştir. Kurulu düzenin önceden belirlenmiş tüm kavramlarına (din, ahlak, cinsiyet, ırk, evlilik, iş hayatı) karşı çıkar, onları yıkar. “Kızıl Ot” romanında der ki, “Unutmak ve hayata yeniden başlamak için ilk önce her şeyi yeniden ele almak gerekir. Hem de acımasızca ve bütün ayrıntılarıyla.” Dolayısıyla herhangi bir akıma ya da ekole uzak duran Vian kendini bir tek patafiziğe yakın hissetmiştir. Gerçekten de dünyayı kurtarmak gibi bir derdi olmayan patafizik ilkeler, bireye kişisel yaratıcılık anlamında uçsuz bucaksız bir özgürlük alanı tanımaktadır.
Patafiziğin kurucusu Alfred Jarry “Her ne kadar bilimin genel olduğu söylense de, Patafizik özelin bilimi olacaktır. İstisnaları düzenleyen yasaları inceleyecek ve bu evreni tamamlayan başka bir evreni açıklayacaktır, ya da en azından, tutkulu bir biçimde, geleneksel olanın yerine ikame edilebilecek, belki de edilmesi gereken bir evreni betimleyecektir, çünkü geleneksel evreni keşfettiği sanılan yasalar, istisnalar ile pek az istisnai bağıntıları olduğu için, ayrıksın özelliklere sahip değiller” diyor. Bu cümleden de anlaşılacağı üzere, genelden çok özelle ilgilenen patafizik, Shattuck’un “Patafizik her birimize birer istisnaymışız gibi yaşama ve yalnızca kendi kanunlarımızı açıklığa kavuşturma olanağı sunan içsel bir tavır, bir disiplin ve bir bilimdir” sözlerinde ifadesini bulmaktadır.

Vian’ın patafizik anlayışı, onun, sözcüklerin büyüsüyle kurduğu düşsel dünyalarında görünür hale gelir. Yaşadığımız dünyanınkinden farklı işleyen bu dünyalarda gördüklerimiz şaşırtıcıdır ve ayaklarımızı yerçekiminden kurtarır. İçinde bulunduğumuz zaman ve uzamdan koptuğumuz bu geniş alanda artık her şey mümkündür. “Günlerin Köpüğü” romanında evin aşçısı lavabodan tuttuğu balıklarla leziz yemekler hazırlar, silah yapımında insan vücudunun sıcaklığı kullanılır. “Yürek Söken” romanında, psikanaliz aracılığıyla kendini doldurtan içi boş kahramanlara, uçan çocuklara, “Kızıl Ot” romanında da geçmişi değiştirme olanağına sahip zaman makinelerine rastlarız. Pascal Pia, Boris Vian’ın evreninin başkasının imgesinde yayılan bir evren olduğunu söylerken haklıymış.
Bütün bu tuhaf evren içerisinde sıradan, tanıdık, tüm derdi düzenle uyum içerisinde yaşamını sürdürmek olan kahramanlar da sık sık karşımıza çıkar. Onların mizahla yansıtılan hallerini izlerken nedense yutkunmakta zorlanır, boğazımıza düğümlenenin ne olduğu üzerinde düşünmeye başlarız. Romandaki kahramana olan benzerliğimize tutulmuş aynayı görmezden gelmek mümkün değildir. Kendimize özgü bir yaşam biçimi geliştiremedikçe de bu ayna nereye gitsek önümüze dikilecektir. Vian bu konudaki düşüncesini şöyle özetliyor: “Peygamberler her zaman haklı oldukları için daima hatalıdırlar. Beni ilgilendiren insanların toplu mutluluğu değil, her birinin tek tek mutluluğudur.”
Öte yandan Vian zaman zaman pornografiye yaklaşan edebi anlatımı nedeniyle tepki almış ve hakkında davalar açılmıştır. Oysa ki o, erotik edebiyatta devrimci bir yan görmektedir. Vian evreni, alışılagelmişin dışındaki atmosferi, şiddet ve erotizm içeren sahneleriyle okuyucuyu sarsarak aslında içinde yaşadığımız dünyanın, insanın mutluluğuna ulaşmasını önleyen çarpıklıklarını gözler önüne sermiş olur. Bir konferansta erotizmle ilgili düşüncesini şöyle açıklar:
“Sevimli bir gizemin sunduğu olanaklarla seçilmiş karşı cinsle birlikte olmak sağlıklı bir şeydir. Bu, aşkın ve erotizmin edebi bir tema olarak kullanılmasıyla da doğrulanmaktadır; Devlet, benim judodan daha mantıklı, koşudan, paralel jimnastikten ve benzerlik gösterdiği tüm etkinliklerden daha doyurucu bulmakta ısrar edeceğim bu sporu bir boşlukta tutuyor. Her şeye karşın, çoğu sağlıklı insanın ilgi merkezi olan aşk Devlet tarafından kösteklenip engellendiğine göre, devrimci hareketin günümüzdeki biçiminin erotik edebiyat olmasının şaşırtıcı bir yanı olmayacaktır.”
Vian gerçekçiliğe açıkça karşıdır. Bu yönüyle varoluşçu bir tutum izler. “Günlerin Köpüğü” romanında, Sartre’ın, Jean Sol Partre olarak karikatürleştirilmesindeki amacın, Sartre’ın düşüncelerini ve edebi kişiliğinin eleştirilmesinden çok, bir düşünce akımına ve otoriteye koşulsuz bağlılığın ve bir düşünce etrafında birleşen insanların körlüğe varan tutumlarının yerilmesi olduğunu söyleyebiliriz. Partre’ın kişiliğinde, bir insanın ve onun düşüncelerinin tanrılaştırılması, dokunulmaz kılınması eleştirilmektedir. Çünkü bu, bireylerin kendilerine özgü bir yaşam biçimi ve düşünce yapısı oluşturamamalarına neden olmakta, onları tektipleştirmektedir. Romanda Partre’ın bir konferansında bir araya gelen hayranların birbirlerine benzerliği, teslim olmuşluğu, kimliksizlikleri çarpıcı bir biçimde ortaya konmuştur.

Vian’ın gerçekliğe bakış açısını, aynı romanın önsözünde görmek mümkündür. Der ki: “Öykü tamamen gerçektir, çünkü onu baştan sona ben tasarladım. Özdeksel gerçekliğin, ısıtılmış ve dolambaçlı bir atmosfer içerisinde, düzensiz kıvrımları ve bükümleri olan bir yüzey üstünde yansıtılmasıyla elde edilmiştir.” Herkes için aynı, belirli ve tek bir gerçeklik algısını reddederek her insana göre değişebilen, düzensiz gerçekliklerden bahseder Vian. Dolayısıyla onun sözcükleri de ancak bu atmosfer içerisinde nefes alabilir, yaşayabilir. Bütün bunların sonucu olarak, Vian’ın üslubu da bu gerçeklik düşüncesiyle paralel olarak, yıkıcı, şaşırtıcı bir mizah anlayışı ile alaycı bir dili içeren tamamen özgün bir üslup olarak doğmuştur. Boris Vian’ın genel kabul gören bir edebiyat anlayışının içinde olmak yerine bu anlayışın dışında kalabilmek için elinden geleni yaptığını belirtmeye gerek yok sanırım.
Son olarak Vian’ın yazdıkları ve yaptıklarıyla bir cevap değil bir soru olmayı tercih ettiğini söyleyelim. Çünkü verilecek cevaplar da hiçbir zaman aynı olmayacaktır, olmamalıdır. Bazen bir cevap da yoktur zaten, sormaktır esas olan. Nereden geldiği belli olmayan, ama “dışarıdaki” bir gürültüden sürekli üst kata taşınarak kaçmaya çalışan burjuva ailesinin hikâyesini anlattığı “İmparatorluk Kuranlar” oyununda, ailenin küçük kızı Zenobya’nın sorduğu gibi, sürekli kendimize dönüp şunu sormamızı ister Vian: “Bu daha ne kadar böyle devam edecek?”
Senem Dere