8.Eylül.20

Üç hafta Kuzey Ege Krallığı’nda keyif çattıktan sonra korona merkezi haline gelmiş Ankara’ya dönünce, korku ve stresten olacak, kitaplara gitmiyor elim. Eve girer girmez televizyonu açıp yatana dek kapatmıyorum. Bu yüzden, Mindhunter’ı [galiba] üçüncü kez izledim. Zihnimde seri katiller fink atıyor, gözümü kapadığımda Holden Ford’un mel mel bakışları ve Bill Tench’in sigara yakışları düşüyor zihnimin ekranına.

Malum film ve dizi platformunda, iyi dizi ve filmlerden çok kötü ve vasat filmler var. İyisini bulmak için ciddi çaba sarf etmek gerekiyor. “I’m Thinking of Ending Things” adlı filmi, sanıyorum sosyal medyada gördüm [ya nerede görecektim ey okur] ve izledim. Tıpkı kitaplarda olduğu gibi, filmlerde de, izlemeden önce pek bilgi sahibi olmak istemem. O yüzden, dünlüğün buradan sonrasının benim gibiler için eser miktarda spoiler [izleme keyfini kaçıracak ayrıntılar] içerdiğini belirtmem gerekir.

Yukarıda andığım kötü huyum yüzünden [öncesinde, film hakkında hiçbir şey okumadığım için] “I’m Thinking of Ending Things”i yarısına kadar ürpererek izledim. Her an bir yerlerden, uzun kuzguni ve ıslak saçlarını tarayan küçük bir kız çıkacak diye ödüm kopayazdı. Mübalağayı bir kenara bırakacak olsam bile, hakikaten de bir korku-gerilim filmi izler gibiydim başlarda. Fakat bir yerden sonra –benim gibi cahil bir sinema izleyicisi bile– buradaki tekinsizliğin, klasik bir korku-gerilim filmindekinden farklı bir şeyler barındırdığına ayıyor. İşin özü şu: Biz meğer yaşlı [ve birazdan iyicene delirecek] yaşlı bir adamın geçmişini yeniden kurmasının, hayallerini kendi sevimsiz ve pişmanlıklarla dolu geçmişinin üstüne yerleştirmesinin, işte böyle bir kurgunun, içindeymişiz. Öyle ya, her zaman geleceği hayal etmeyiz. Eminim siz de yapmışsınızdır, geçmişteki bir olayı alır, evirir çevirir, zihninizde yeniden kurarsınız. Tabii hayalgücü burada da girer devreye. Olayı çarpıtırız, araya bir şeyler ekler veya çıkarırız. İşte filmdeki adam da, kendi geçmişini deforme ederek geçiriyor aklından. Biz izleyiciler de onunla birlikte. Burada yönetmenin bu “geçmişi deforme ederek yeniden kurma” işini, sinema diline başarıyla uyarladığını teslim etmek gerek.

Ya da daha iyisi, filmi ikinci kez izlemek.

20.Eylül.20

Ne bir şey izleyebiliyorum ne bir şey okuyabiliyorum. Covid salgınının çemberi iyice genişledi ve dibime kadar geldi. Test yaptırdım, negatif çıktı. Şimdilik.

Ne varsa eskilerde var deyip “How I Met Your Mother”ın son dört sezonunu tekrar izledim. Kendimi dizilerle uyuşturmaya çalışıyorum. Kaygımı dizilerle baskılıyorum. Çabalıyorum.

23.Eylül.20

Kimi içe doğru atar adımlarını, kimi dışa. Adımlarının her biri sağda solda bir yerleri işaret ediyor gibidir. Kimisi uzun ve ağır adımlarla yürür, kimi uzun ve büyük ve hızlı adımlarla. Kimisi paytaktır. Kimisi küçük ama hızlı adımlar atar. Başka biri de çıkar, kısa ve ağır adımlarla arşınlar yeryüzünü. Kimi yürürken konuşur kendisiyle. Aşikardır, dışarıdan görülür. Kimi sağa sola selamlar vererek. Yürürken telefonla konuşmayı sevenler de vardır. Başını önünden kaldırmadan, adımlarını izleyerek yürüyenlere de rastlanır. Kimi Ford Taunus gibi yaylanarak yürür, kimi içinden [kimisi de bencileyin dışından] şarkı türkü tüttürerek…

“Yalnız yürüyenlere bakmaktan geliyorum” da diyebilirdi Yakup.

Bir dostumun sayesinde Tarık Dursun K.’nın “Elişleri” öyküsünü okudum. Daha önce okumamışım. Orhan Veli’nin “Dalgacı Mahmut” şiirini çağrıştırdı bende, onun daha koyusu. Laciverdi olanı.

Tarık Dursun K.’nın “Gâvur İzmir Güzel İzmir” kitabını, plan bu ya, Halid Ziya Uşaklıgil’in “İzmir Hikâyeleri” ile paralel okuyacaktım. Okuyacağım. Okuyabildiğimde.

Vaiz’in dediği gibi [Vaiz’i çok anımsıyorum bugünlerde]:

Her şeyin mevsimi, göklerin altındaki her olayın zamanı vardır.
Doğmanın zamanı var, ölmenin zamanı var.
Dikmenin zamanı var, sökmenin zamanı var.
Öldürmenin zamanı var, şifa vermenin zamanı var.
Yıkmanın zamanı var, yapmanın zamanı var.
Ağlamanın zamanı var, gülmenin zamanı var.
Yas tutmanın zamanı var, oynamanın zamanı var.
Taş atmanın zamanı var, taş toplamanın zamanı var.
Kucaklaşmanın zamanı var, kucaklaşmamanın zamanı var.
Aramanın zamanı var, vazgeçmenin zamanı var.
Saklamanın zamanı var, atmanın zamanı var.
Yırtmanın zamanı var, dikmenin zamanı var.
Susmanın zamanı var, konuşmanın zamanı var.
Sevmenin zamanı var, nefret etmenin zamanı var.
Savaşın zamanı var, barışın zamanı var.

Şimdi susmanın, beklemenin ve durmanın zamanı. Neşenin de zamanı var, okumanın da, yazmanın da.

26.Eylül.20

Tekrar test, tekrar negatif. Sanılmasın ki keyfimize göre test yaptırıp duruyoruz ey okur. “Temaslı” olduğumuz için metazori yaptırıyoruz.

27.Eylül.20

Sözcükler’in yeni sayısında bir Gökçenur Ç. şiiri de var: “Tanrı Rüzgârdır”

Şöyle diyor şair, şiirinin sonunda.

Bir serinlik kılığında girdim
Bir yorgunluk olarak çıktığım eve

Sanki benim için. Bugün için. Yazılmış. Gibi.

30.Eylül.20

Ne zaman “uzun süre okuyamama çukuru”na düşsem. Polisiye, elimden tutup çıkarır beni oradan. Bu sefer de Suat Duman’ın iki kitabıyla çıktım çukurdan: “Kalbim, Kimsesiz Yurdum” ve “Ah Dehşet, Dehşet Dehşet!”

Suat Duman, 1918 diye bir diziye başlamış. Yukarıda isimlerini andığım iki kitap da bu dizinin ilk iki kitabı.

Kahramanlarımız Ferda ve Miette adında iki kadın. Hikaye, anlaşılacağı üzere, 1918 yılında geçiyor. İlk kitaptaki hikaye, tam da İstanbul’un işgalinin yaşandığı 23 Kasım 1918 günü başlıyor. Ferda, saygı duyulan bir paşanın kızı, uzun yıllar Fransa’da yaşamış, orada adli tıp alanında deneyim kazanmış. Miette ise onun gazeteci dostu. Yalnızca karakterlerin kadın olmasından dolayı değil, birçok ayrıntıdan dolayı bu iki romanın “kadın dostu” romanlar olduğu söylenebilir.

İşgal yıllarının İstanbul’undaki atmosferi de çok iyi yansıtmış Suat Duman. Ferda’nın demesiyle, “incitilmiştir” şehir, işgal altındadır. Kahramanlarımız, soğuk ve karlı ve işgal altındaki İstanbul’da cinayetlerin peşine düşerler.

İkinci kitaptaki hikaye, 30 Kasım 1918’de başlıyor. Ve Colette, Nazım Hikmet, Oktay Rifat, Celile Hanım, [adı anılmasa da ima edilen] Yahya Kemal gibi tanıdık simalar da boy gösteriyor.

Belli ki devam edecek bu dizi. Umarım eder.

Bugün Dünya Çeviri Günü.

Dikkat: Dünya Çeviri Günü.

Dikkat: Dünya Çevirmenler Günü değil.

Öğretmenlerin, fizyoterapistlerin, marangozların, bakkalların, terzilerin, kozmonotların, hemşirelerin, kimyagerlerin, avukatların, gardiyanların [herkeslerin herkeslerin] günü var. Çevirmenlerin günü yok, “çeviri”nin günü var.

Varın siz anlayın, çevirmenliğin ne mene bir meslek olduğunu.

Onur Çalı