
Kiliseye girdi, üç mum yaktı. Elleri titriyordu. Sıralardan birine geçip oturdu. Sabah uyandığından beri gördüğü rüyanın içindeydi. Her fırsatta gerçekliğin içine sızan bir rüyanın. Tanrım bu rüyadan kurtar beni, dedi içinden. Bunu üç kere tekrar etti.
Postanede, üst üste hatalı işlem yapınca, hadi sen bugün öğlen arasına erken çık, ben bakarım yerine demişti Şef. Gözlerini itiraz istemem, der gibi kapayıp açmış sonra da evden getirdiği çiçekli minderi koyduğu döner sandalyesinden kalkıp mektup standına doğru gelmişti. O zaman da bu cümleyi kurmuştu içinden. Tanrım, bu rüyadan kurtar beni.
Öğlen iki saat boyunca caddelerde dolanmış, vitrinlere bakmış, ama yine de gerçekliğe demir atamamıştı zihni. Tekrar postaneye döndüğünde sabahki kalabalığın biraz azalmış olduğunu görmüş, işinin başına geçmişti. Aldığı mektupları damgalayıp müşterilere para üstlerini uzatmış, gözü saatte mesainin bitmesini beklemişti.
Tavuk almak için gittiği dükkânda, adını duvardaki vergi levhasından öğrendiği Ruşen beyle selamlaştı. Gözlük takmış bir martıya benzediğini düşündü onun yine. Bugün hiç hoşbeş edecek havada değildi, zaten Ruşen bey de hemen masadaki küçük beyaz deftere dönmüştü, kaşları çatık yazıp duruyor; arada iri, kemikli elleriyle sert çizgiler çekiyordu.
Çırak, tavuğu parçalara ayırırken sık sık elindeki kanı, ıslak süngere siliyordu. Başını çevirip dışarı baktı, dükkânın önünde kediler değil martılar bekliyordu. Elindeki tepsiyi sallayarak esmer bir çaycı girdi içeri, tezgahın üstünde duran ufak bardağı tabağıyla bir hamlede aldı. Etrafla hiç ilgilenmiyordu.
“Çay içer miydiniz?” dedi Ruşen bey.
“Yok,” dedi, “sağ olun almayayım, işyerinde çok içtim bugün.”
O gün hiç çay içmediğini hatta tek lokma bir şey de yemeğini fark etti bu cümleyle. Yağmur atıştırmaya başladı, dükkânın kapısının önü yere düşen damlalarla ıslandı.
Lekeli cam tezgahta, içinde üç karaciğer ve bir kocaman dil duran alüminyum bir tabla vardı, cama doğru eğimliydi, kabın ön tarafında kan birikmişti. Rüya zihninin duvarlarını zorlamaya başladı. Gözlerini tezgahtan çekti, kapıya baktı yine.
Bir martı koca ayaklarıyla içeri bakarak yürüyüp duruyordu. Karşı dükkândaki beyaz kaşlı kirpikli adam kutuya lokum dolduruyordu. Açık dükkân kapısından, sandalyede oturan yaşlı bir hanım görünüyordu, bastonunu ileri doğru uzatmıştı. Siyah dantelli bir gömlek vardı üstünde. Ruşen bey dipteki masada bir kâğıda rakamlar yazıp duruyordu hâlâ, başını kaldırıp Asmalı’nın ciğeri gitti mi? diye sordu, tavuğu paketlemeye başlayan çırak gayet emin ve sakin başını salladı.
Dükkândaki koku rahatsız ediciydi. Hayvan iç organlarının kokusuna, kan, yağ, tüy kokusu karışıyor; ortaya çıkan bileşim, zamanın kazanında kaynayıp kıvamlanıyor, rutubetle birleşip daha yoğunlaşıyordu. Buraya geldiğinde hep yaptığı gibi burnundan değil ağzından nefes almaya çalıştı. Nihayet çırak işini bitirdiğinde tükrük bezleri, kustuğu zamanlarda olduğu gibi hızlı çalışmaya başlamıştı. Kartı uzattı, şifreyi girdi.
“Kabul edilmedi,” dedi Ruşen bey, gözlüklerinin üstünden mavi mavi baktı.
“Allah Allah” dedi, tekrar girdi şifreyi, yine olmadı.
“Bir dakka” dedi, aceleyle cüzdanını açtı.
“Önemli değil, bir dahaki sefere alırız” dedi Ruşen bey gülümseyerek.
“Bankada bir terslik oldu herhalde, nakit var yanımda, sorun değil.”
Kırmızı cüzdanından bir ellilik çıkarıp uzattı. Ruşen bey şaşkınlıkla,
“Yetmiş tuttu” dedi, kasayı göstererek.
“A öyle mi?!” dedi.
Kapattığı cüzdanını yere düşürüverecekmiş gibi telaşla yeniden açtı. Bir yirmilik bulup uzattı,
“Kusura bakmayın dalmışım”
“Estağfirullah ne kusuru, ziyanı yok” dedi Ruşen bey.
Fişi uzattı ve bir vapurun ardında bıraktığı köpükleri andıran sesiyle, “İyi günleeer,” dedi.
Büyük caddede yürürken burnu kokudan adım adım uzaklaştı ama zihni yeniden rüyanın içine daldı. Merdivenleri ağır ağır çıktı, kapıyı anahtarıyla açtı. Ayakkabılarını çıkarırken bebek arabasına takıldı gözü, irkildi.
Bakıcı kadın kapının ağzına geldi.
“Hoşgeldiniz,” dedi.
“Hoşbulduk,” dedi Gülfem.
Anahtarları portmantoya attı.
“Uyuyor mu?” dedi.
Kadın başını salladı. Elindeki paketi mutfağa bırakıp yatak odasına doğru döndü. Kapı aralığından yavaşça içeri süzüldü, Mavi’nin saman sarısı saçları alnına yapışmıştı terden. Birkaç dakika öylece baktı çocuğa, gözleri yaşardı. Dudakları titreyerek çıktı odadan.
Oturma odasına geçti. Hint dizisinde yaşlı bir kadın karşısındaki genç adama onu unutmalısın mutlaka, anladın mı mutlaka! diyordu. Altın bileziklerle dolu sağ eli inip kalkıyor, geleneksel kıyafeti sarinin pembe yeşil renkleri dalgalanıp duruyordu.
“Kaçta uyudu?”
“Bir saat oldu herhalde, bugün keyfi yerindeydi.”
İçinde iki dilim elma duran mavi puanlı tabağı alıp mutfağa doğru giderken,
“Ben de ufaktan kaçayım,” dedi. “Var mı bir isteğiniz?”
Gülfem, dalgın dalgın diziye bakıyordu. Kadın, elinde çantası kapının önüne gelip dikildi.
“Bir isteğiniz var mı çıkıyorum ben,” dedi tekrar.
İrkilerek başını çevirdi,
“Ha yok sağolasın” dedi. “Yarın görüşürüz artık.”
“Çok dalgınsınız bugün, renginiz de kaçmış, iyisiniz değil mi?” dedi kadın.
“İyiyim iyiyim, merak etme.”
“İsterseniz eşiniz gelene kadar kalabilirim ben.”
Çantasını portmantoya bıraktı.
“Yok canım, gerek yok, sen çıkabilirsin.” Sol elinin işaret parmağındaki şeytan tırnaklarını koparmaya çalışıyordu.
“Vaktim var, isterseniz yemeği halledip öyle çıkabilirim” dedi kadın, kaygılı bakışlarını kaçırmaya çalıştı.
“Hem siz de biraz dinlenirsiniz.”
“Yok, iyiyim ben,” dedi. Saçındaki tel tokaları çıkarmaya başladı.
“Biraz yorgunum o kadar, merak etme,” dedi.
Tokaları avcunda topladı. Vedalaştılar. Bakıcı kadın merdivenleri kaygıyla inerken Kağan beyi arayıp aramamakta kararsız kaldı.
Mutfağa geçip tavuğu yıkamaya başladı, iç organlarının olduğu boşluğu iyice temizlemeye çalıştı, dükkândaki koku geldi burnuna. Suyu daha da açtı. Rüya yine canlanıp bir sis gibi çökmeye başladı gerçekliğin üstüne. Tavuğun kalbinden damarlar sarkıyordu, kanlı sular beyaz mermer lavaboda kıvrılarak akıyordu. Suyu daha da açtı, koku bir türlü kaybolmuyordu.
Rüyadaki yokuştan aşağı koşarken gördü kendini, kanlar saçılmış asfalta korkuyla bakıyordu. Sonra yine takılmış bir plak gibi yokuşun başında buluyordu kendini, yine yokuş aşağı koşmaya başlıyordu. Yine aynı noktada yere saçılmış kanları görüyor ve aynı anda yine yokuşun başından aşağı doğru koşmaya başlıyordu.
“Ne yapıyorsun sen?” dedi kocası, hayret içindeydi.
Gelip musluğu kapattı. Gülfem, birden ayılmış gibi etrafına bakmaya başladı, her yer su içindeydi. Lavabo dolup taşmıştı, tezgahtan sular süzülüp yere damlıyordu.
“Neyin var?” dedi, elini tuttu Kağan.
“Neyin var canım, ne oldu?” dedi tekrar.
Kocasının gözlerine bakmak istemiyordu. Onun, bakışlarında neyin peşine düşeceğini biliyordu. Alt dudağını ısırdı, suyun içinde büzüşmüş elleri titriyordu.
“Yok, yok bir şeyim dedi, öyle dalıp gitmişim.”
Banyoya koşup paspası getirdi, yerdeki suları silmeye koyuldu. Kağan durmuş, şaşkınlık ve kaygıyla karısına bakıyordu.
“Sen ilaçlarını…”
Paspası yere fırlattı.
“Ne alakası var şimdi bununla, yapma şunu!” dedi. “Yapma! En ufak bir terslikte hemen aynı soru! Yeter!” dedi.
Kağan’a iyice yaklaşmış, haykırışını, fısıltının içine tıkıştırarak söylemişti bunları. Paspası alıp banyoya gitti. Aynaya baktı, ne kadar solgun duruyordu, gözleri kanlanmıştı. Kalbinin üstüne bir ağırlık çökmüştü. Yüzünü yıkadı. Mutfağa geldi tekrar.
“Gel otur şöyle biraz” dedi Kağan, ayakta öylece duran karısının elini tuttu.
“Lütfen,” dedi.
“İyiyim ben, yemek yetişmeyecek yoksa.”
“Yorulmuşsun, ben hallederim, hadi gel otur. Canın bir şeye mi sıkıldı?”
“Bu lavabo tıkanmış, baksana” dedi Gülfem. “Markete gidince bir lavabo aç alalım unutmayalım da.”
“İşyerinde bir şey mi oldu?”
“Tıkanınca dolup taşmış işte su.”
Kağan gelip kolunu tuttu.
“Ben hallederim” dedi, “Sen oturur musun iki dakika.”
“Şu kaygılı bakışlarla bakma bana” dedi Gülfem, kolunu çekip kurtardı.
Kağan yatak odasına geçti. Mavi uyuyordu, yatağına yaklaşıp ona baktı, sessizce kravatını çözüp gömleğini çıkardı, pantolonunu dilsiz uşağa düzgünce yerleştirdi. Dizleri çıkmış gri eşofmanı giyerken içi boşalmış gibiydi. Üstüne gitmeyeyim en iyisi, diye düşündü.
Mutfağa hiç bakmadan oturma odasına geçti. Hint dizisini değiştirdi, çamurlu sudan ağır adımlarla karaya çıkan timsahı geçti, havlunun üstünde zıplayan oyuncak ayıyı geçti, bir telefon kulübesine giren yaralı adamı geçti, önündeki bal kavanozlarını göstererek hararetli konuşan kel adamı geçti, rahibin karşısında birbirlerine sevgiyle bakan gelinle damadı geçti, bir kayığın içinde nehrin sularında sürüklenen kadını geçti, siyah beyaz bir filmde elini tabancasına atan kovboyu geçti, bankanın önünde kollarını birleştirmiş gülümseyen kadını geçti, dilini anlamadığı bir kanalda gelip durdu. Sarı saçlı bir kadın, büyük bir doğrama tahtasında kırmızı biberleri doğruyor, bir yandan da ocaktaki yemeği karıştırıyor; tencereyi, doğrama tahtasını işaret ederek bir şeyler anlatıyor, yine doğruyordu.
Kendisini tutamadı, kalkıp mutfağa gitti. Zorla doğallaştırmaya çalıştığı bir sesle, “Ne yiyoruz akşama?” dedi.
“Tavuk” dedi Gülfem, “düdüklüde yapacağım, hemen pişer.”
“Yardım edeyim mi?” dedi Kağan, ona bakmamaya çalışarak.
“Yok, yapılacak bir şey yok şimdi. Bir salata yaparız sonra.”
Pembe elbezini sıktı, tezgaha serdi. O sırada bir ağlama sesi geldi.
Kağan yatak odasına koştu, Mavi’yi kucağına aldı, ağlama kesildi. Gülfem gidip kızını babasının kucağından aceleyle aldı, öptü, bağrına bastı, ah benim tatlım uyandın mı sen, dedi tekrar öptü, tekrar göğsüne sıkı sıkı bastırdı.
Kağan, durmuş öylece bakıyordu. Alıp mutfağa götürdü kucağında, biraz su içirdi. Acıktın mı sen tatlım, dedi. Mamasını hazırlamak için babasına uzattı. Önlüğünü bağladı ve bir tatlı kaşığıyla mamasını yedirmeye başladı. Sadece Mavi’yle konuşuyordu. Kağan’a bakmıyordu, onunla konuşmuyordu. Kağan kızının saçlarını okşuyordu, elindeki peçeteyle ağzının kenarlarından taşan, yoğun kıvamlı beyaz sıvıyı siliyordu.
“Hadi bakalım biraz babayla gidip dolaşalım mı?” dedi, maması bitince.
“O da nereden çıktı?” dedi Gülfem.
“Biraz hava alsın çocuk, iki gündür hiç çıkarmadık.”
“Ne olur çıkmasa yani?”
“Yahu bütün gün evde, bunalıyor zavallı, sonra gece uyumuyor, yazık değil mi?”
“Üstüne bir hırka giydir o zaman, biraz terlemiş” dedi Gülfem.
“Ne giydireyim?” dedi Kağan, mutfaktaki karısına seslenerek.
“O kırmızı çizgiliyi giydir, orada yerde sepetteydi” dedi. “Buldun mu?” diye bağırdı sonra da. “Evet,” dedi Kağan.
Kırmızı çizgili tişörtünü giydirdi, altına da kırmızı taytını.
“Sen tut da, ben arabayı indireyim” deyip kapının arkasındaki arabanın tutacağına yapıştı. “Arabayı indirme istersen,” dedi Gülfem.
“O niye?” dedi Kağan.
“Bugün de arabasız dolaştırsan olmaz mı?”
“Bu da nereden çıktı canım?”
“Bir yerden çıkmadı bugün de öyle olsun.”
Kağan durup Güfem’in gözlerinin içine baktı.
“Ne oluyor?” dedi.
“Bir şey olduğu yok, arabayı götürme diyorum! Bugün de arabasız çıkın diyorum!” dedi sertçe, gözleri doldu.
Alt dudağını ısırdı, ellerini önünde kavuşturdu. Kağan afalladı, artık şüphe yoktu.
“Peki tamam,” dedi. Ayakkabılarının bağcıklarını bağladı. Mavi’yi annesinin kucağından aldı. Gülfem uzanıp kızının sol elini dudaklarına götürdü.
“Dikkat et,” dedi.
Onlar çıkınca yorgunluktan ayakta duracak halinin kalmadığını hisseti bir an, oturma odasındaki kanepeye attı kendini, gözleri yanıyordu. Televizyon açıktı, dilini anlamadığı sarışın kadın ocağın başında büyük bir tencereyi karıştırıyor, kameraya bakarak konuşuyordu. Televizyondan gelen sese rağmen sessizlikte boğuluyor gibi hissetti kendini, kalbi hızlı hızlı çarpıyordu.
Derken ekranda bir su altı belirdi, sarışın kadın kayboldu. İrili ufaklı ama rengârenk balıkların mavi derinlikte yüzmeleri ne güzeldi. Deniz dibinde yaşayacak şekilde tasarlanmamış olmamız ne acı, diye geçirdi içinden. Ahtapotun kolları nasıl da dalgalanıyordu. Denizin dibinde olmak istedi, yüzmek ne güzeldi, denizin dibi…
“Ne bağırıp duruyorsun uyan artık!” diye bağırıyordu, tepesinde dikilen şişman kadın.
Sağına soluna bakındı, kalkıp oturdu. Şişman kadın terliklerini sürüye sürüye uzaklaşmıştı. Yan ranzadaki kadın,
“Anam sen ha bire bu rüyayı mı görüp durcan, valla koğuş darlandı senin kâbuslarından!” dedi.
“Kızım nerede, kocam nerede, ben nerdeyim?” dedi.
“Hele bu hafta geçsin, haftaya öğrenirsin nerede olduklarını,” dedi kâğıt falı açan, ağzında diş kalmamış yaşlı bir kadın.
Koğuştakiler güldüler.
“Kızımla kocam nerede?” dedi ayağa fırladı.
“Şişşşt bağırma lan, otur aşağı!” dedi iri yarı bir kadın. “Akşam akşam adamın tepesini attırma!”
Çiçekli bir şalvar giymişti. Dudağının kenarında bir sigara vardı, gözünü kısmış, tüpün üstündeki çaydanlıktan çay dolduruyordu bardağına.
Başını çevirdi demir parmaklıklar. Başını çevirdi ranzalar. Başını çevirdi ayakta laflayan kadınlar. Başını çevirdi yokuş aşağı hızla inen bir bebek arabası. Koştu arkasından, koştu, koştu, koştu… Kaldırımın kenarına çarptı araba, sarışın bir kız çocuğu fırladı arabadan, kafası paramparça oldu, yüzü gözü kanlar içinde, sarı saçları kanlar içinde.
“Tamam canım geçti,” dedi omzundaki el, saçlarını okşadı.
Bakışları karşılaştı. Karşısındaki küçük televizyonda bir ahtapot dalgalanıyordu.
“Kâbus mu gördün?” dedi Kağan.
“Mavi nerede?” dedi dehşet içinde.
“Evde canım, annem geldi, merak etme.”
“Ne zamandır buradayım ben?”
Gözleri doldu, dudakları titredi. Elini tuttu Kağan.
“Çok olmadı” dedi.
“Ne zamandır?” diye ısrarla sordu bir daha, yutkundu.
“Bir hafta oldu, ama merak etme bu sefer çok kalmayacakmışsın, doktor bey öyle söyledi. Belki yarın Mavi’yi de getiririm, ister misin?”
Başını çevirip camdan dışarı baktı, bir damla yaş süzüldü gözünden, yastığa damladı.
“İsterim” dedi.
Makbule Aras Eivazi