Dünya’nın oluşumundan itibaren (50 Milyon yıl hata payıyla)

4 milyar 540 milyon 874 bin 672. yıl, 315. Gün:

ÜTOPYA NOSTALJİ Mİ OLUYOR?

Ütopya, ideal bir toplum tasarımı ve devlet modelidir. Sözcük, günümüzde giderek erişilmesi olanaksız insani ve toplumsal hedefler için kullanılır oldu. Ütopyanın gerçekleşmesinin iyimserlikle istenmesine karşılık hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğinin herkesçe bilinmesi, insanda bir karamsarlık doğuruyor. Ütopya’nın tarihi başlangıcına gitmek için, resim sanatı ve sinema üzerindeki etkisi bugüne kadar gelen Hollandalı aydınlanmacı ressam Bruegel’in fantastik resimlerinin esin kaynağına inilmelidir:

“Bruegel’in resim tarzını anlamak için, aynı topraklarda ondan önce yaşayan ressam Hieronymus Bosch’dan (1450-1516) söz etmemiz gerekir. Bosch şaşırtıcı fantastik resimleriyle, döneme damgasını vurmuş bir sanatçıdır ve eserleri dünyanın en güzel müzelerinden biri olan Prado Müzesinde (Madrid) sergilenmektedir. Bruegel’e göre Bosch çılgın bir peygamberdi. Hayal gücünün sınırı yoktu. Ütopya’yı keşfeden Bosch’dur. Çağdaşı yazar Thomas More, ondan esinlenerek Ütopya (1516) adlı kitabını yazmıştır. Zaman içinde Ütopya sözcüğü adının önüne geçmiş ve unutulmaz olmuştur. Bu kavram, sonraki asırlarda karşıtı olan Distopya’yı (olumsuz ütopya) doğurmuştur.” (Masumların Katledilişi, Nazmi Özüçelik, İzlekler Sanat ve Kültür Dergisi, Mayıs-Ağustos, 2019)

Hieronymus Bosch, Dünyevi Zevkler Bahçesi

Gerçeklikle kurmaca arasındaki sınırın gelişen teknolojilerle belirsizleştiğini ortaya koyan, postmodernist dönemin Fransız düşünürü Jean Baudrillard (d.1929 -2007) rüya, ütopya, fantazma gibi gerçekte var olmayan ama, bireyin ve toplumun hayalinde varolan büyülü görüntüleri bir yanılsama (illüzyon) olarak adlandırmakta ve gerçeğin karşısında yanılsamayı olumlamaktadır. Ona göre, ütopyanın kaybı, insanlık için gerçeğin kaybından çok daha ciddi sonuçlar doğurur. Yanılsamanın gücünün günümüzde teknik şeylere, teknolojiye geçmesiyle “…onları gerçekleştiriyoruz ve gerçekleştikleri anda ütopya gibi ölüyorlar. Ütopya gerçekleştirilmeye uygun bir kavram değil. Onun gibi, hayal, rüya vs. de öyle… Pratiğe geçirmek onlarla ilgili ütopyayı öldürüyor.” (Baudrillard’ı Okumak, Özkan Eroğlu, Tekhne Yayınları, 2014)

İnsan, zamanımızda rüya ve ütopyalar yerlerini şiddetin gerçeğine ve distopyaya mı bıraktı, diye düşünmekten kendini alamıyor. Baudrillard’ın ütopya, ütopya olarak kalmalı mesajını ‘ütopyanın sürgitliği, iyimserliğin de yaşaması anlamına gelir’ diye okuyabiliriz. Tersinden söylersek: ‘Ütopyanın ölümü, iyimserliğin de ölümü olur.’ Böyle bir kabulün bir nostalji doğuracağı beklenebilir. Ki, gene aynı düşünürün sözleri, burada yerli yerine oturur gibidir: “Eğer, bir nostaljinin olması gerekseydi, bu ütopyanın (yanılsamanın) yitimi ile ilgili olurdu, gerçeğin yitimiyle değil.”

318. Gün:

“Kiminin yalnızlığı hastanın kaçışıdır; kiminin yalnızlığıysa, hastalardan kaçıştır.”
Friedrich Nietzsche

YALNIZLIĞA SIĞINMAK

A bir ergendir. Sevdiği hareketler, yalnızlığa sığınma egzersizleridir. Bir avuç arkadaştan başka (o da şanslı olduğundan) onu anlayan kimsenin olmadığı bir dünyada yaşamaktadır. Ölen çocukluğunun hayaleti zaman zaman kendisine görünmekte, yalnızlığıyla alay etmektedir. Yetişkinler dünyası anlamadığı bir sürü ıvır zıvırla doludur. Cinsellik denilen gizemli ülke henüz sınırlarını açıp ona görülmesi gereken çekici bölgelerini, şehrinin heyecan verici yerlerini ve etkinliklerini göstermemiştir. Yaz tatilini İstanbul’daki halasının yanında geçirmek için anne babasının bütün ısrarına rağmen birinci mevki yerine gemide üçüncü mevkiden bilet alır. Şamatacı, kendini beğenmiş kızlar ve oğlanlardan uzak olmak istemektedir.

Ne yalnızlık ama! 

B yetişkin bir adamdır. Hayatını işindeki tekdüzeliğin can sıkıcılığına lanet ederek geçirmektedir. Bıkkınlığa karşı oyalanma denilen mucizevi ilacı alacak kadar da yaşlanmamıştır. Asabını bozan çokbilmişlerle, bilir gibi kafadan atanlarla, dünyadan habersiz öteki dünyacılarla, sevimli görünen sevimsizlerle, onu kıskanarak etinden tutup buranlarla, onu görmezden gelenlerle, susarak onu cezalandıranlarla aynı havayı solumak istemediğini bilmektedir. Bu, onu kendisine izdüşümlemekte, yalnızlıktan çare ummaktadır. Bu duyguyla İzmir’den İstanbul’a gidecek yolcu gemisinde, kendisini tanıyan sinir bozucu biri çıkmasın da yalnız kalabilsin diye, üçüncü mevkiden bilet alır. 

Ne kararlılık ama!

A ve B geminin en alt katında ahşap koltuklu üçüncü mevkide karşı karşıya oturmaktadırlar. Yanlarında başka kimse yoktur. A’nın elinde bir kitap, B’nin elinde bir dergi vardır. Kitabın kapağında ‘İhtiyar Balıkçı’, derginin kapağında ‘Varlık’ yazmaktadır. Her ikisi de yalnızlığı seçtikleri bir zamanda, kendileri gibi okumayı seven biriyle karşılaşmayı nasıl yorumlamak gerektiğini bilemez. A, adamın olası ilgisine kayıtsız görünmek için kitabına dalmaya hazırlanır. B ise, yeni yetme bir gencin elindeki kitabın çok iyi bildiği hikayesinin, genci hayatla ilgili işe yarar bir bilgiye ulaştıracağına inanmaktadır: Bu bilgi talihi konu etmektedir. Tek emin olamadığı şey; karşısındaki gencin okuduğunu özümleyip üzerine bir anlam oturtacak olgunlukta olup olmadığıdır. Okuduğu yazıya ara vererek, gencin dikkatini çekecek şekilde dergisini elinde katlar ve arkasından ona adını sorar. Genç, beklediği ilgiyi beklemediği bir soruyla bulunca bocalar, ama hemen kendini toparlayarak “Adım A” diye cevap verir. Adam, yüzüne ciddi bir ifade takınır ve gence ders verircesine, “Bana olgun bir insan gibi, adınızı soyadınızla birlikte söyleyebilir misiniz?” diye sorar ve kulağını gencin yüzüne doğru çevirir. İstediği cevabı aldığında, artık onun olgunluk dağının yamacına ulaşmasını ve genç yaşında ‘İhtiyar Balıkçı’ hikayesini tam olarak anlamasını sağlayacak olan ruh kanatlarının ilk kez çözülüp açıldığından emindir; memnun ve mutlu dergisine döner.

Ne ders ama!

319. Gün:

ÖNCE SİNEMA VARDI

“A-ma-ri-ka-yı  gos-te-ri-yor, Hol-lan-da-yı  gos-te-ri-yor.”

Adam bir kolu yavaş yavaş çevirirken ben, karanlık içinde dünyanın neresinden geldiği belli olmayan dağ-orman-deniz manzaraları, yerel kıyafetleriyle halk danslarını yapan gruplar, eski bir kilise fotoğrafı gibi birbiriyle ilişkisi olmayan görüntüleri, bizden çok uzaklardaki bir hayal dünyasından art arda kopup kutsal bir mucizeyle bize ulaşan bu gizemli yerleri ve insanları hayretle ve hayranlıkla seyrediyorum.

Elbisesi lime lime olmuş bu yaşlı adamın bütün bir dünyayı nasıl olup da bize eskimiş tahta bir kutu içinde getirerek iki küçük göz deliğinden gösterebildiğine şaşırıp kalıyorum. İşi bittiğinde kutunun üzerinde durduğu açılır kapanır sehpayı katlayıp koltuğunun altına alıyor, tahta kutuyu da kayışından omzuna asıp topallayarak başka bir mahalleye başka çocukları mutlu etmeye gidiyor. O gelecek diye, hepimiz her gün cebimizde bozuk para taşıyoruz.

320. Gün:

‘Ve kınından usulca çıkardı kinini’ diye başlayan bir şiir yazmaya heves ettim. Ama, hemen anladım ki, herkes şiiri daha yazılmadan biliyordu.