Bir kitap hakkında inceleme yazısı yazmak zor iş. Peki, bir kitap hakkında iki kişinin ortak inceleme yazısı yazması? Birbirine yakın zamanlarda okuduk Yaşar Kemal’in “Tek Kanatlı Bir Kuş” kitabını. Üzerine yazmak istedik birlikte. Çok söz çıkacağı belliydi. O zaman okuyanı sıkmadan, düşünceleri birbirine dolamadan yazmalıydık. Aklımıza karşılıklı sohbet etmek geldi. Konuştuğumuz gibi, serbest çağrışımla yazıya döktük fikirlerimizi.
Senem Dere & Arzu Eylem

Arzu: Okuyup bitirdikten sonra, Yaşar Kemal’in kitaba neden Tek Kanatlı Bir Kuş adını verdiğini düşündüm. Belki de metinde hiç kuşlara değinilmediği için. Sence neden Tek Kanatlı Bir Kuş demiş olabilir Senem?
Senem: Aslında ben de düşündüm bunu. Kitabın ismini ilk duyduğumda gözümde tek kanatlı bir kuş belirdi, kapaktaki resme de benzeyen. Çırpınan, debelenen, bir türlü uçamayan. En sonunda da uçamadığını kabullenen, kanıksayan, yarım… Zamanla o kanada kavuşsa da, uçabilse de uçamayacak olan bir kuş. Kitabın karakterleri de biraz öyle sanki. Tek kanatlı kuş gibiler. Yaşar Kemal korkunun romanını yazmak istediğini söylemiş. O açıdan bakınca korkuları yüzünden hep yarım yaşamaya mahkûm olmuş insanları anlattığını da söyleyebiliriz.
Arzu: Evet, ben de benzer şeyler düşündüm. “Tek kanatlı kuş uçmaz” diye bir deyim de var. Bu deyim aynı zamanda birliğe davet anlamına geliyor. Yani tek başınalığa karşı bir anlam. Bir de şunu düşündüm. Uçamayan bir kuş sadece yürüyebilir. Belki de yazar, tek kanatlı imgesiyle kuşu insana yaklaştırmak istemiş?
Senem: Evet, karakterler hep birlikte hareket ediyorlar, olmayan kanatlarının yerine mi geçiyor acaba bu birliktelik? Böyle de okunabilir.
Arzu: Benzer şeyler çağrıştırmış kitabın adı ikimize de. Metnin hakkında çıkan inceleme yazılarına baktım da, senin de söylediğin gibi, genelde korku teması üzerine oturtulmuş. Hatta Yaşar Kemal’in bir röportajında “Ben hep korkudan korktum,” demiş olması da niyetinin bu olduğunu gösteriyor. Tabii ki yazar niyetinin ötesine varabiliyor yazarken, buna sığınarak konuşalım. Karakterlerin kasaba hakkındaki söylentiden kaynaklı, oraya gitmekten korktukları ya da çekindikleri doğru. Ama sanki daha baskın olan “bekleyiş” gibi. Korku sanki bekleyişin altına saklanmış. Sen ne düşünüyorsun bu konuda?
Senem: Ben, bir şeye karşı duyulan somut bir korkudan çok, korkunun belki de bile isteye yaratılması, üretilmesi, yayılması ve onun bir bekleyişe, en sonunda da hikâyelere dönüştürülmesinin anlatıldığını düşündüm. Romandaki karakterler durumu o kadar çabuk kanıksayıp yeni bir düzen kurmaya başlıyorlar ki, insan, kasabanın gidilemez oluşunun, onlara yeni bir bekleyiş, yeni bir amaç sunarak bundan sonraki hayatlarını sürdürebilmeleri için yardımcı olduğunu düşünmeden edemiyor. Karakterler Godot’yu Beklerken’in kişilerine dönüşüveriyor. Ya da onların, Kafka’nın kapısının önünde bekliyor olduklarını da söyleyebiliriz. Yokuşlu’yu hikâyeye dönüştürerek korkuyu hem yeniden yeniden üretiyor hem de kendilerinden uzak tutmanın bir yolunu bulmuş oluyorlar.
Arzu: Senin hikâyeye dönüştürme dediğin söylenti sanırım. Söylenti etrafında oluşan bir korku var bence de. Dediğin gibi bu korkunun etrafında buluşma, yardımlaşma var. Fakat aslında olması gereken bu değil. Belki birlikte kasabaya gitmeleri, ne olduğunu öğrenmeleri, hatta belki orada birilerinin yardıma ihtiyacı olup olmadığını sormaları gerekirken, duruyorlar. Ayrıca Yaşar Kemal’in Anadolu’yu anlatan bir yazar olmasından ötürü, devletin görmezden gelip yok saydığı insanları işlediğini de anımsamak gerekiyor sanırım. Senin söylediklerine bir ekleme yapacaksam, Godot burada devlet gibi duruyor, devletin ayaklarına gelmesini ve sorunlarını çözmesini bekliyor sanki insanlar. Bir de tabii gerçekten kasabaya ne olduğunu bilmiyoruz. Bu da metnin atmosferini gizeme sürüklüyor. Kişilerin iki ayrı yüzü var bu nedenle. Birbirleriyle kurdukları ilişkide sıcaklar, samimiler, bir aradalar, yardımlaşıyorlar. Ama çözümü sağlayan bir amaç etrafında örgütlenme duygusundan yoksunlar.

Senem: Hikâyeye dönüştürmekle, söylentinin zamanla söylence haline gelmesini kastediyorum aslında. Yani sonraya da aktarılacak… Bu anlamda Yokuşlu, gidilemeyen, bilinemeyen, korkulan ne varsa hepsini temsil ediyor bence. Tek başına devleti simgelediğini düşünmedim. Ama devletin sorunlarını çözeceğine olan inançları da onları hareketsiz kılıyor dediğin gibi. Zira kitabın ortalarında, kasabaya atanan bir başka yüksek memurla (siyah giyinmiş, siyah kravatlı, beyaz gömlekli, rugan pabuçları pırıl pırıl olduğuna göre yüksek memur olduğu su götürmez) Melek Hanım ve Remzi Bey’in konuşmasına tanık oluyoruz. Melek Hanım o kişiyi “Büyüğümüz” olarak nitelendiriyor ve Yokuşlu’ya girmek için onu beklemenin doğru olacağını düşünüyor. Yani devletin sorunlarını çözeceğine olan inançları hiç sarsılmıyor.
Arzu: Melek Hanım romanda uzlaştırıcı ve uyumlaştırıcı bir karakter zaten. En başında Remzi Bey merakının peşinden gitmek isterken, istasyon şefi Sadrettin Bey’le ilgili kocasını uyarırken, sabrın timsali gibi duruyor. Fakat bu sabır onları olduğu yere çiviliyor. Şimdi biz bunları konuşuyoruz ama kitap üzerine yazılmış bir yazıda şöyle bir cümleye rastladım; “korku imparatorluğuna sıkılan bir yumruk” diye tanımlanmış kitap. Sanırım burada da mutabıkız. Ortada bir yumruk falan yok, sadece hayatı sürdürme çabası doğrultusunda yan yana geliş var. Tam da bu noktada diğer kadın karakteri, Zeliha’yı düşündüm. Zeliha kimseyi umursamadan, onca yolu kat etmiş olduğundan belki, kasabaya tek başına giriyor. Acaba Zeliha cesareti mi simgeliyor? Oraya tek başına girdiği için, baş dönmesi ve gerçek mi, yoksa yanılsama mı olduğu belirsiz görüntüler eşliğinde yeniden korkuya kapılıyor. Geri dönüyor. Tek başına olmasaydı döner miydi? Sen ne düşündün bu yumruk meselesi ve Zeliha hakkında?
Senem: Korku imparatorluğuna sıkılan yumruk olarak kitabın kendisi kastediliyor olabilir. Ama kitabın içeriğinde bir yumruk olmadığı kesin. Aksine kabulleniş, kanıksama var. Zeliha’nın kasabaya girmesi cesaretten çok, inat yüzünden. Kocasının arkasından geleceğine olan güvenle karar veriyor. Zeliha kişilik yapısı sebebiyle Almanya’ya geri dönmeyi kendine yediremiyor ve kasabanın içlerine kadar girebiliyor. Ancak varır varmaz ne yaptığının farkına varıyor ve korkuya kapılıyor. Yani başta inat ve öfkeyle hareket ederken korkuyu öteliyor ama bunun adı cesaret değil.
Arzu: Belki de Zeliha konusunda senin söylediklerin yeterli. Ama ben Zeliha üzerine çok düşündüm, bir de şuna takıldım: Zeliha’nın apartman topuklu ayakkabıları, rüküşlüğe varan şıklığı… Aslında kasabaya girmek konusunda inat edecek son kişi gibi duruyordu yazarın betimlemelerine göre. Burada yazar bilinçli olarak onu seçmiş gibi geldi. Sence de böyle mi?
Senem: Zeliha’nın bir iddiası var. Sümüklü Zeliha’dan Almanyalara giderek validen bile iyi konumda sayılabilecek işçi Zeliha’ya dönüşmüş. Kendini kanıtlamış. Bu zaferini ancak doğduğu, büyüdüğü yere tekrar dönüp kendisini göstererek tamamlayabilir. Bence bilinçli bir seçim Yaşar Kemal’inki.
Arzu: Katılıyorum sana. Ben tam şimdi bir genellemeye vardım. İnsanların hareket etmesi için sanki kendilerince inatlarının olması gerekiyor. İnancın bir parçası olarak bir inat. Bireysel çabanın kolektif olanla kesişmesi içinse inancın ortak olması gerekiyor. Herkes bir nedenle çıkıyor belki yola. Belki bu neden zamanla bilinçli bir değiştirme çabasına dönüşüyor. Zeliha’nın bir nedeni var. Fakat tamamen bireysel. Farkındalık içermiyor. Diğerlerinin bir nedeni bile yok, kendilerine sunulanı kabul etmek dışında.
Senem: Evet, korkuyla mücadele eden bir hareket değil Zeliha’nınki, daha çok kendi iç meselesini çözme gayreti.
Arzu: Elbette, zaten bu belirleyici olan. Yaşar Kemal sanki bir şeylerin değişmesi için olandan çok olmayanı göstermeye çalışıyor Sürekli okuyana neyin eksik olduğunu sorgulatıyor. Tam yeri gelmişken kitap birdenbire bitiyor. Kimilerine göre yarım kalmış, kimilerine göreyse metin kısa yoğun. Kimilerine göre novella, kimilerine göreyse roman. Ben türler arasında keskin çizgilerin ortadan kalktığını düşünüyorum, sen?
Senem: Doğru, kitap bence de olmayana vurgu yapıyor, olanı göstererek. Ben metnin romandan çok bir novella ya da öykü olduğunu düşünüyorum. Sadece kısa olması nedeniyle değil olayların anlatılış biçimi, belli bir zaman diliminin seçilmiş olması, kullanılan dil vb. sebeplerle de bence romandan çok bir öykü Tek Kanatlı Bir Kuş.
Arzu: Kesinlikle bir metnin türünü belirleyen uzunluğu ya da kısalığı değil, üslubu. Ben bir de metnin büyülü gerçekçiliğe yakın olduğunu düşündüm. Kesinlikle fantastik değil, öyle tanımlayanlar var çünkü. Büyülü gerçekçilik akılcı bir temanın akıl dışı öğelerle buluşmasıysa eğer, böyle. Mekân, zaman, kişiler olağanüstü değil. Sadece bazı mantık dışı durumlar var. Üstelik efsaneleşmemiş olsa da bir söylenti var ortada. Kasabaya ne olduğuna ilişkin soruysa havada bırakılmış.
Senem: Bence de büyülü gerçekçiliğe daha yakın. Anlatılan olayları, gerçekliğini sorgulamadan, kendine özgü atmosferi içinde hiç yadırgamadan okuyor insan. Okuduğumda aklıma Juan Rulfo’nun Pedro Paramo’su ve Dino Buzzatti’nin Tatar Çölü romanı geldi örneğin. Benzer bir atmosfer olduğunu düşündüm. Gerçi kitabın sonunda, yaşananların Kasap Kör Rahmi’nin bir oyunu olduğu ve Molla Abdullah’a olan borcunu ödememek, icradan kaçmak için bu yıl da böyle bir çare bulduğu anlatılarak tuhaflıklara akla uygunluk kazandırılmaya çalışıldığı düşünülebilir.

Arzu: Metnin sonuna gerçeklik kazandırılmaya çalışıldığı konusunda hemfikirim. Ceviz ağacının altında gerçekleşenler, kolayca yemek yapmaları, kahve pişirmeleri, bir aydan fazla yetecek yemek oluşu, onca eşyayı yanlarında sürükleyebilmeleri, orada bilmem kaç gün konaklayabilmeleri, Zeliha’nın kasabada gördükleri… Metnin sonunda “acaba?” dedirten, gerçekliğe gönderme yapan bağ, inanması güç durumları ortadan kaldırmıyor.
Senem: Evet, bu düşünülebilir dediğim gibi. Ama bu anlatılanların Molla Abdullah’ın sanrısı mı yoksa gerçek mi olduğu hakkında da bir karara varamıyoruz. Netice de onun anlattıkları da diğer söylenenler gibi bir hikâyeye dönüşmeye mahkûm görünüyor. Sanki böylelikle bir yandan metnin gerçeküstü atmosferi de korunmuş.
Arzu: Peki, gelelim kedi meselesine. Hani şu tren yolculuğunda işeyerek sorun çıkaran, sonra doyması, taşınması mesele olan, hatta öyle bir mesele ki kendilerinden daha çok düşünmek zorunda kaldıkları kediye. Dili ve yaşayışı farklı canlıya… Yazarın kediyi karakter haline getirmesinin de bir nedeni var gibi.
Senem: Melek Hanım’ın kedisi öyle herhangi bir kedi değil. Bir gözü mavi, bir gözü sarı. Bir bulut ya da bir pamuk yığını gibi. Kaymakam hanımının kucağına alıp sevdiği bir kedi. Melek Hanım o yüzden onu trenden atmıyor, bırakamıyor. Sanki kedi aracılığıyla kasaba yaşantısındaki hiyerarşik yapıya, Melek Hanım’ın bu hiyerarşik yapı içerisindeki yükselme arzusuna vurgu yapılıyor. Bir yerde de kedinin mavi gözüyle Melek Hanım için İstanbul’u, büyük şehri simgelediğini öğreniyoruz.
Arzu: Bu denli ayrıntılı düşünmemiştim. Bense insanı kuşa yaklaştıran bir yazarın yolculuğa kediyi dâhil edilişine takılıp kalmışım. Sanki kedi korkuyu, tedirginliği varlığında toplamış gibi. Onu beslemelerini de bu tedirginliğin beslenişi olarak düşünmüşüm. Ama söylediklerinle anlam epey genişledi aklımda.
Senem: Bu da güzel. Evet, onu beslemelerinden, telaşlarından bir tedirginlik, bir ürküntü geçiyor insana. Bir kedi daha var hem metinde. Zeliha’nın kasabada gördüğü kedi, bir çift parlayan göz.
Arzu: Kasabanın içindeki korkuyu görüyor olabilir mi Zeliha? Söylentinin ardında başka bir korku olabilir öyleyse. Yaşar Kemal’in kendi sözleri geliyor yine aklıma; Tek Kanatlı Bir Kuş korkudan korkmanın yol açtığı bekleyişin metni gibi.
Senem: Burada korkunun da insanlar tarafından yaratıldığına, oluşturulduğuna dikkati çekmek istiyorum. Sonuçta Yaşar Kemal’in bahsettiğinden farklı olarak metindeki karakterlerin korkmaktan pek de şikâyetçi olmadıklarını söylesem, aşırı yorum mu yapmış olurum?
Arzu: Hayır, bence hiç de aşırı yorum değil. Bu tam da kitabın adını tamamlıyor. Uçamayan bir kuşun yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşması, yürümekten başka çaresinin olmayışı, sürekli tedirgin gezmesi, o tedirginlikle ne yapacağını bilemediğinden onu kabul edip başka kanadı kırıklarla yaşamaya çalışması… Belki bir ceviz ağacının altında kanadını sarması için bir iyileştirici beklemesi.
Senem: Belki? Hemen burada Zeliha’ya yeniden dönmek güzel olabilir. Ceviz ağacının altında toplanan ahalinin Zeliha’ya kasabaya girmeden önce ve sonraki davranışları arasındaki farkı konuşabiliriz.
Arzu: Evet bu konuda ne düşündün merak ettim. Bir de sanki kasabada sorun olmadığı ortaya çıksa insanların kafasındaki kasaba yıkılacak. Sanki bu yıkıma hazır değil gibiler.
Senem: Değişmesin istiyorlar bence de. Çünkü o zaman bekleyecekleri bir şey olmayacak. En azından o an için. Senin de ilgini çekmiştir. Zeliha kasabadan geri dönünce değil, kasabaya gitmeye kalkışınca tek başına bırakılıyor. Çünkü tabiri caizse kasabaya girmeye kalkışarak sürüden ayrılıyor. Bu hareketi diğerlerini öfkelendiriyor ve Zeliha’yı dışlamalarına sebep oluyor. Geri dönüşüyse onların kasabaya girilemeyeceğine dair inançlarını doğruluyor. Bu sebeple Zeliha’yı tekrar aralarına almakta zorlanmıyorlar. Burada korkunun, duygudan inanca doğru evirildiğini görebiliyoruz. Korku giderilemediği takdirde kesin bir inanca mı dönüşüyor?
Arzu: Evet, bu inanca bir ad koymak gerekirse: “Böyle gelmiş, böyle gider inancı.” Ama okur açısından farklı durum. Okurda, “Haydi!” duygusu uyandırıyor. Metnin gücü de buradan geliyor. Tek Kanatlı Bir Kuş‘u sevmemin nedeni de bu belki. Anlattıklarıyla hissettirdikleri birbirine zıt aslında.
Senem: Karakterlerini her biri bir davranış modelini temsil ediyor aslında. Kitap o anlamda da yeniden irdelenebilir. Ama benim bahsettiğim inanç, “Yokuşlu’ya girilemez” yönündeki korkunun “Yokuşlu’ya girilemez” inancına dönüşmesi.
Arzu: Yetmiş iki sayfalık bir metnin bu denli uzun bir konuşmayla bile tükenmemesine ne demeli? Sanırım iyi edebiyat böyle bir şey. İyi metin bu demek.
Senem: Evet daha pek çok şey konuşulabilir, söylenebilir. İyi metinler okuyup bitirdikten sonra da bitmiyor, okuyucunun zihninde yazılmaya devam ediyor. Son olarak metni hep bir tiyatro oyununu izliyormuş gibi okuduğumu, hayal ettiğimi de söyleyeyim.