Murat Gümrükçüoğlu’nun 12. Uluslararası Ankara Öykü Günleri (10-14 Şubat 2012) kapsamında düzenlenen “Edebiyat Ortamında Öykü Grupları” başlıklı panelde yaptığı konuşmanın metnidir. Perşembe Grubu adına konuşan Murat Gümrükçüoğlu’nun metni, daha önce “Dünyanın Öyküsü” dergisinde (sayı 5, Ekim-Kasım 2012) yayımlanmıştır.

Son yıllarda, sadece Ankara, İstanbul gibi daha büyük kentlerde değil, Anadolu’nun değişik yörelerinde de öykü gruplarının oluştuğu, sayılarının arttığı gözleniyor. Bu tespit, daha çok rastgele gözlemlerle ve duyduklarımızla ilgili bir bilgiye dayalı; tam olarak durum nedir bilmiyoruz ama böyle bir eğilim olduğunda çok kimse hemfikir.
Bunun en az iki nedenle iyi bir gelişme olduğunu düşünüyorum:
i) 80’li yıllardan sonra eksikliği hissedilen bir tür sosyalleşme şekli olduğu için: Çünkü, yaşı yetenler bilir, 80 öncesinde (80 sonrasına göre), ister edebiyatla ilgili olsun, ister başka bir toplumsal olay/konu için bir araya gelmenin, tartışmanın, konuşmanın mekânları da ilgi duyanları da çoktu. Ardından, baskı ile korku ile ve tabii yenilmişlik duyguları ile toplumsal etkinliklerde bir çölleşme yaşandı. Bir kere bu açıdan, insanların belli konular/sorular/sorunlar etrafında bir araya gelmeleri olumludur.
ii) Daha özel olarak, edebiyatla ilgili etkinlikler için bir araya gelmenin daha da değerli ve önemli olduğunu düşünüyorum.
Ben konuşmamda, bizi bir öykü ya da edebiyat grubu oluşturmaya yönlendiren dürtülerin, gereksinmelerin neler olabileceği üzerine düşündüklerimi anlatmaya çalışacağım.
Yaşadığımız modern zamanlar, eşitsizlikleri, baskıları, hemen hazırda bekleyen şiddeti vs. bir yana bıraksak bile ya da bunları az çok aşmış toplumlarda bile insanları mutlu etmeye yetmiyor. Modern toplum, sanayi toplumu, artan bir hızla hayatı tasarlanmış kalıplara döküyor, mekanikleştiriyor.
Bilimde, felsefede Descartes ve Galileo ile başladığı düşünülen modern çağın gelişme tarzı, Heidegger’in deyişiyle insanı ve dünyayı “varlığın unutuluşuna” sürüklemiştir. Modern toplumun insanı bir kere bundan mustariptir.
Pek çok edebiyat insanının altını çizdiği gibi bu noktada, ancak edebiyat bize yeni ve geniş ufuklar açabilir.
Milan Kundera, Roman Sanatı adlı kitabında modern çağın kurucusunun sadece Descartes değil, aynı zamanda Cervantes olduğunu söylüyor ve ekliyor: Eğer bilimin, felsefenin insanın varlığını unuttuğu doğruysa Cervantes’le birlikte insanın bu unutulmuş varlığının keşfedildiği de doğrudur. Ona göre örneğin, bilimsel aklından o kadar gurur duyan bir yüzyılın en büyük keşfi, Flaubert’in budalalığı keşfidir. Çünkü Flaubert’in buluşu, daha önce de bilinen, bilgisizlikten kaynaklanan, eğitimle düzeltilebilecek bir kusur olan budalalık değil, çağının koşullarında ortaya çıkan bir varoluş biçimi olarak budalalıktı: Bilimin, tekniğin, ilerlemenin, modernliğin karşısında silinmeyen, tam tersine ilerlemeyle birlikte ilerleyen bir budalalık.
Verili toplumsal iş bölümü alanlarındaki “görevlerimizden” ibaret edebiyatsız bir yaşam, bizi Flaubert’in anlatmaya çalıştığı türden bir modern toplum budalası, Kafka’nın Gregor Samsa’sı, “celladının işini kolaylaştırmaya çalışan” bir Joseph K.’sı ya da Orhan Kemal’in Bekçi Murtaza’sı yapacaktır, yapmaktadır da. Onlar asla kötülük tasarlayan insanlar değildirler ama galiba o kötü, üzücü duruma düşmek de istemeyiz.
Geçtiğimiz aylarda bir konferans için İstanbul’a gelen, filozof, yazar Alain Badiou, Sabit Fikir’de yayımlanan söyleşisinde (06.12.2011) aynı noktaya işaret ediyordu:
“Mümkün olduğu kadar farklı deneyimlere açılmalıyız. Entelektüel özelleştirmeye karşı savaşmak lazım. Hem müzisyen, hem aşık, hem politik militan olmak lazım, hem de matematik bilmek lazım… Dünya dar ve temiz olmamızı istiyor. Bireysel olarak buna karşı direnmek lazım. Çok geniş bir ilgi yelpazesine sahip olmak gerekiyor. 21. yüzyılda bu önemli olacak.”
Aslında modern toplumun giderek hızlanan temposunda gündelik hayatın gerçekliğiyle dayattığının dışında bir varoluş şeklinin ütopyaları daha 19. yüzyılda dile getirilmeye başlamıştı: “Bugün bu işi, yarın başka bir işi yapmak, hiçbir zaman avcı, balıkçı ya da eleştirmen olmak zorunda kalmadan sabahleyin avlanmak, öğleden sonra balık tutmak, akşam hayvan yetiştiriciliği yapmak, yemekten sonra eleştiri yapmak” (K.Marx, Alman İdeolojisi).
Bunun mümkün olduğu bir yaşam tarzının arayışı… Kuşkusuz bu bir ütopya ve bir üretim olarak sanat pratikleri ve hayatın organizasyonu bugünkü gibi olduğu sürece bunu gerçekleştirmek çok zor. Bir insanın bir yandan para için çalışıp öte yandan farklı ilgi alanlarında üretmesi, resim yapması, keman çalması, roman yazması kolay bir şey değil.
Değil ama, yine de hâlâ böyle bir yaşam tarzının mümkün olabileceği umudunu veren örnekler var. Örneğin Afrika kabilelerindeki ya da Amerika’da zenci mahallelerindeki meşhur olmayan, olmayı da hiç düşünmemiş müzisyenlere bakalım. Yaşayıp giderken müziksiz yapamayan, çalmaktan, söylemekten, dans etmekten keyif aldığı için bunu yapan insanlara: Müzisyen olmadan müzik yapmak, ressam olmadan resim yapmak, yazar olmadan öykü yazmak. Olamaz mı?
Sanatın, edebiyatın bir yaşam tarzı olarak hayatımıza girmesi, -örneğin kendi ilgi alanımızdan söz edersek- iyi ya da kötü öykü yazmak… Tabii ki iyisini yapmaya çalışmak. Ama hepsinden önce yazma ruh haliyle yaşamak. Sanatı, edebiyatı, yalnızca bazı özel, üstün yetenekli bireylerin uğraşı olarak algılamaktan, görmek ve göstermekten kurtulmak…
Edebiyatın kendisi, bugün olmazsa gelecekte mümkün olabilecek farklı bir yaşama bu günden hatlar çekmek, yollar döşemek için gerekli umudu, özlemi bize veriyor. Hedefe varmak için epeyce yol olduğunu bilerek ama o yöne doğru bir yolculuk için cesaret ve istenç veriyor. Çünkü edebiyat, insanları sınırları belli bir gündelik yaşamın dışına çıkararak, duygu ve düşünce bakımından daha farklı ve renkli bir dünyayı önümüze koyuyor. Edebiyatla bir gerçekliği farklı biçimlerde anlamak, başka görme biçimleri ile algılamak mümkün olabiliyor.
Toplumda öykü gruplarına duyulan gereksinimin artmasında gerçek edebiyatın gücünün, imkânlarının sezilmesi, anlaşılması önemli bir etken. Ama birtakım olumsuzluklar bu gereksinimi daha da güçlendiriyor: Edebiyatla ilgili tartışmaların, eleştirinin yerini büyük ölçüde kişisel çekişmelere, çıkar gruplarına bıraktığı, edebiyatın kendi içinden değerlerle konuşmak yerine öznel ve gerçekte eleştiri değeri taşımayan değerlendirmelerin genelgeçer olmaya başladığı yerde, edebi değeri olan eserlerin ayırt edilmesi giderek zorlaşıyor. Kamusallığın kalktığı, kültürün de büyük ölçüde özelleştiği, dolayısıyla bağımsız bir eleştirinin sesini duyurmasının zorlaştığı bir dünyada yaşıyoruz. Büyük cirolarla dönen bir endüstri haline gelen popüler ve ticari bir sanat ve edebiyat piyasası, göz alıcı, yürek hoplatıcı ürünleri ile sanat ve edebiyat zevkini de iğdiş ediyor.
Böyle bir sanat, edebiyat ortamı, edebiyata önem veren insanları olumsuz etkiliyor. Büyük ölçüde piyasa taleplerinin yön ve şekil verdiği popüler kültürün içinde kalan, okuyanda anlık duygu coşkuları ve boşalmaları yaratan, bir solukta okunacak düz anlatımlı eserlere ilgi artıyor. Medyanın gücü popüler kültürü de belirliyor; geniş kitleler için “uzmanlar” tarafından üretilen bir kültür ortamında, TV dizilerinin, filmlerin, öykünün, romanın, tüketicisi tarafından değerlendirilmesi, kendine verileni beğenmesi ya da beğenmemesi ile sınırlı kalıyor. İnsanlar çoğunlukla kendisine sunulan “belirlenmiş” olanı seçmek durumunda oluyor.
O halde, özellikle de çoğumuz gibi edebiyatın yaşamındaki eksikliğini epeyce geç fark etmiş olanlar, edebiyatı bir hobi, bir boş zaman etkinliği olarak değil, yaşamının ayrılmaz bileşeni olarak gören insanlar ne yapmalıdır? Herkesin iyi bir yazar olması mümkün değildir belki ama edebiyatın bir yaşama üslubu olarak gündelik hayata girmesi mümkün müdür?
Sanıyorum, Perşembe Grubu gibi, yazmak ve okumak isteyen insanların bir araya gelmesinde bu soruya bir cevap arayışı vardır.
Murat Gümrükçüoğlu