
Günlerdir huzurlu bir uyku çekemediğinden yakınıyor. Çok değil, şöyle birkaç saat, deliksiz ve kâbus görmeden uyusaymış dinlenecekmiş. Başka saçmalıklardan bahsediyoruz, boş şeylerden, kantinden çay aldığımız karton bardakların üstündeki desenlerden ve bindiğim dolmuşta çalan edepsiz şarkıdan, sonra yine şu uyku meselesi. Elim kolum bağlı diyor, bunu uykusuzlukla ilgili söylemiyor, bu, semtine uğramayan uykuların kılıfına sokup atmaya çalıştığı can sıkıntısı. Eğri büğrü bir şey neticede çaresizce beklemek, bir ad koymak, şekle sokmak lazım. Benim de biraz yardımcı olmam gerekiyor, hissediyorum, bu akşam bende kal istersen diyorum, yani şu ağırlığı ev şekline sokarsak belki içinden çıkabiliriz, böyle bir şey geçiyor içimden. Cevap vermiyor. Müezzinin sesi tizlerde çatallanıyor, bakıyorum yüzüne, aklı başka yerde belli ki. Hüzzam mı diye soracak oluyorum, ben ne anlarım makamlardan, öğle ezanı hüzzam okunur diye kalmış aklımda, lafı ağzıma tıkıyor, ezan değil diyor, sela. Biri ölmüş olmalı. Bunu o söylüyor, akranlarını bir bir uğurlayan ve sıranın kendisine gelmesini vakarla bekleyen bir ihtiyar gibi sessiz bir köşede tespih çekiyor ölüm sözcüğü, o söyleyince. Bunu ben söyleseydim, özenti bir intihar girişimi olurdu, yalnızca romanlarda rastlayacağımız türden sığ bir hayatın aşırı romantik vedası.
Yanından ayrıldığımda kafam karmakarışık. Ona kendini daha iyi hissettirebilecek bir şey söyleyebilir miydim, daha neşeli, cıvıl cıvıl biri olsaydım mesela, ona bulaştırır mıydım omzumdaki hayattan biraz? Daha bilge, bak canım, bunlar hayatın gerçekleri, sonuçta ölüm hepimiz için kaçınılmaz… Belki de söylediği gibi iyi geliyor ona sessizliğim, anılardan söz açsaydım ve yine Aşiyan’da bir gece vakti bir tepeye tırmanıyor olsaydık, ilk kez yolumuz çamura, hatta balçığa dönüşünceye kadar ağlayacak ve bundan böyle geçmişteki bir anın anlamı değişecek, soğuk bir hastane koridorunda bu anıyı hatırlayıp tırmanmaya çalıştığımız kuyunun nemi boğazımızı yakacaktı. Ben de uyku meselesine geliyorum en nihayet, dolmuşta eve giderken aslında güzel bir uyku çekebilse diyorum kendi kendime. Bu geceyi yine koridorda geçirecekmiş, pek kimse kalmaz birkaç saate dedi, şuradaki üçlü oturağa kıvrılırım. Neden onunla kalmadım ki, karşısındaki üçlü oturağa da ben kıvrılsaydım daha kolay olur muydu? Özlüyor musun, diye sorardı bana, daha önce hiç bunu sormadığına şaşırarak, kızarak, daha önce sormasına gerek yoktu aslında, biliyor, benden daha iyi hatta.
Eve girip kendimi kanepeye attığımda, gökyüzü günün son aydınlıklarından kurtulmaya çalışırken, omzumdan indirip seyretmek istiyorum yükümü. Derin ve muhtemelen deliksiz bir uykuya dalmama saatler var daha. Ne düşüneceğim? Kitaplıkta bana sırtını dönmüş duranlardan Babalar ve Oğullar’a ilişiyor gözüm, okuyamayacağım, o da okuyamıyormuş, çok denedim ama çıkamadım kendimden dedi, ben de çıkmak istemiyorum onun halinden. Babam araftayken ben neredeydim? Sınavlarım bitmişti, okul uzayacaktı, zaten hazır değildim çalışmaya, gündüzleri Aşiyan’da boğazı seyrediyordum, geceleri deliksiz uyuyordum. Annem arıyordu mutlaka, şu sınavlar bitse, diyordum. Bir çomak geçirip elime, üstünde oturduğum, iyice sıkılaşmış toprağı eşelemeye çalışıyordum. Herkesten kaçan sevgililer geliyordu, biraz uzağımdan boğazı seyrediyorlardı, gitmem için gözümün içine baktıklarını bile bile oturuyordum. Bu dua mıydı? Şimdi üçlü oturakta kıvrılıp yatışını, zaman zaman bahçeye çıkıp geceleri hâlâ serin olan havayı içine çekerken hayat ve ölüm diye keskin bir dille birbirinden ayrılamayacak bir var oluşu anlamlandırmak için gökyüzünün sonsuz boşluğunu uzun uzun seyretmesini dua diye adlandırıyor. Çok seviyorum sözcüklere yeni anlamlar katmasını. Neden onunla kalmadım ki.
Annem uyuyamadığı gecelerden dert yanmıyordu, babamın ölüyor oluşuna üzüldüğünü söylüyordu açık açık. Şu sınavlarımın bitmesine ne kadar kaldığını sorarken de son kez dünya gözüyle, diyor; bunu derken sesi titrese de dili sürçmüyordu. Şu sınavlarımın artık bittiğini kabullenip de dünya gözüyle son kez görmek için gitsem, yatağın kenarına nasıl ilişeceğimi, omzuna şefkatle dokunup onu kısacık bir an için yine dünyamıza çektiğimde neler söylemem gerektiğini anlatırdı annem bana, korkacak bir şey yoktu. Oysa ben pek kimselerin kalmadığı bir okulda her gün Aşiyan’da boğazı seyrediyor, elimde bir çomakla sertleşmiş toprağın sınırlarını zorluyordum. Şimdi de uykuyu bekliyorum. Annem kendi kitabında kabul görmüş şekliyle ellerini göğe kaldıra dursun, ben çok sert bir toprağı zorluyordum boyuna. Tatlı tatlı geliyor uykum. O, belki şimdi çıktı bahçeye ve göğü seyrediyor, genişliyor göğsü. Ben deliksiz uykuma yaklaşıyorum. Annem haberi verdiğinde çomak kırıldı ortasından. Uykunun kalın kadifesi serildi üstüme.
Evşen Yıldız