Cansu Selçuk Çağlar

O domuzu sevdiğini bana ilk kez söylediğinde “Aklın yok mu senin? Meyve yerken dal kıran adama gönül verilir mi hiç?” diye sorarak tepkimi yumuşatmış ve düşündüklerimi yenilir yutulur kıvama getirmiştim kendimce. Ama Özge aşık olmuştu Serkan’a.

Anlamamak için kör olmak lazımdı diyeceğim ama yetmez. Kör olsan; uçuşan sesinden, yanan teninden, sağır olsan; hülyalı bakan gözlerinden, hiçbir yere sığdıramadığı sevincinden anlardın. Aptal olsan seninle denk oluşundan sezerdin. Aklını uçurtma eyleyip, gönlünü de onun peşinde bir çocuk gibi koşturan yeğenimden bekliyordum zaten olmayacak birine kapılıp savrulmasını. Kendimi bildim bileli onu koruyup kolluyordum. Ablamla eniştemin yorgun, benim yalnız zamanlarıma rastlamış oluşu bize iki kız kardeş rolü biçmekle kalmamış, beni üstü kapalı anne de yapmıştı.

Onu sevdiğini öğrendiğim anda bir sıkıntı yerleşti göğsüme, bir daha da gitmedi. Adamın her halinde kötücül bir işaret gizliydi sanki. Garsonu çağırmak üzere gerinerek havaya kalkan kolunun, inerken masaya hükmedişi bile içimi ürpertiyordu. Özge’ye anlatmaya çalıştığımda “Yok artık ya, yoksa onu sevmemek için bahaneler mi üretiyorsun? Beni kıskanmış olabilir misin sen acaba?” diye kıkırdayıp sarıldı bana lavaboda. “Birbirinizi daha yakından tanıyıp sevin diye ayarladım bu yemeği Gülcem. O gözle bak, olur mu?” Bakamadım. Şimdi dönüp baktığımda tüm çıplaklığıyla görüp kaçamadıklarıma hayret ediyorum sadece. Bir de özlüyorum, çok özlüyorum. Ablam Özge’nin birazdan geleceğini söyledi. Hasretle bekliyorum.

Kıskanıyor olabilir miydim gerçekten? Defalarca sordum kendime. Kıskanmak denemezdi benimkine. Sevdiğine yanaşana da, rüyalarını yaşayana da çamur atardı kıskançlık bilirdim; çok daha fazlasını kendi yüreğine sıçratmak pahasına hem de. Kıskanmak; ışıksız, nefessiz, kapkara bir son yazmaktı gönlüne. Yok, benimki çamur atmak değil, çamurdan korkmaktı. Artık Özge ile eskisi gibi vakit geçiremiyor ve çok özlüyordum onu. İş çıkışlarında serviste beraberiz hiç değilse diyerek avunuyordum ki, bir akşam arabasından inen Serkan bundan sonra bizi almaya geleceğini müjdeledi.

Arabada vites kolunda buluşan eller bana arka koltukta olmamam gerektiğini anlatırken, dikiz aynasında karşılaştığım yeşil gözler bu gereğin önemini vurguluyordu. Aynı gözlerde başka türlü kayboluyorduk Özgeyle. O, büyüsüne kapıldığı bir ormanın derinliklerine doğru merakla ilerlerken, ben doğasından gelen vahşiliğin izlerini korkuyla takip ediyordum. İnsanın kaybolduğunda hissettikleri hep gerçekti ve maalesef gerçekler de ikiyüzlüydü.

Bisikletle göle kadar giderdik çocukken. Gözümüze kestirdiğimiz meyve ağaçlarının yanında mola verirdik. Sahibinin ortalarda olmaması belirlerdi şanslı ağaçları. Ve tabii o ağaçları tek keşfeden biz olmazdık. Farklı yerlerden gelen çekirge sürüleri gibi dadanırdık ağaca. Serkan’ı ilk gördüğümde kopardığı koca bir daldan meyve yiyordu. Şapırdattığı ağzından saçtığı tükürüklü kahkahalarıyla dikkat çekemezse, elindeki dalla dürtüyordu yanındakileri. “Kötü çocuklarla arkadaşlık etmeyin.” derdi babam. Gözümde hiç bir şey canlanmazdı. O günden sonra bu görüntü kaldı aklımda. Kötülüğü uzaktan takip ettim. Ağaçlar gibi hayvanların, oyuncaklar gibi oyunların da bu kötülükten nasibini aldığı anlar hatırlıyorum. Sonra büyüdük ve çocukluğa özgü şeffaflıkta izlenebilen kötülük görünmez oldu.

Nişanlandılar. Dans ederken estetik görünmekle erkek görünmek arasındaki ince çizgiyi üç adımda geçti Serkan. Oynamıyordu da üstüne yürüyordu sanki Özge’min. Alan bırakmıyordu. Hissettiklerimi anlatsam, deliliğime, yaşı geçmiş yalnızlığıma ve illaki kıskançlığıma yoracaklarını bildiğimden sustum. Dilimin ucuna kadar gelenleri yuttum bir şekilde ama aklım ne yutuyor ne yutkunuyordu. Baktım daralıyorum, kendimi terasa zor attım, bekledim. Zor da olsa gece bitti. Günler geçti, onları daha az görüp daha sık düşünür oldum.

İşyerinden arkadaşlarla toplandığımız bir gün Serkan’la aramda ipler koptu. Aynı iplerin beni Özge’ye de bağlıyor olduğunu bilmeme rağmen tutamadım kendimi. Özge “Sarhoşsun sen. Eve git artık.” diyerek beni ayağa kaldırdığında öyle olmadığımı biliyordum. Ismarladığım tek biranın yarısı hala bardaktaydı. Titreyen sesime eşlik eden ellerime bakarak kaçıncıya yordular sarhoşluğumu kim bilir.

“Yaz dostuum! Güzel sevmeyene adam denir miii?” diye bağıra bağıra eşlik ettik şarkıya. Bitti alkışladık. Serkan olacak çıktı dedi ki; “Ömrümce güzel sevdim ben. Adam haklı, erkek dediğinin çirkinle ne işi olur?” Tüylerim diken diken oldu. Duramadım. “ Onu demiyor bir kere, sen şarkıyı tamamen yanlış anlamışsın.” dedim. “İnsan dediğin güzel sever diyor, incitmeden.” Öyleydi değildi derken Serkan’la tartışmaya başladık. Masadakiler de dahil olunca her dumanlı kafadan başka ses yükseldi. Uzun süredir aklıma takılan ne varsa bu ‘adamlık’ meselesine sığınıp ortalığa saçtım. Özge’nin giderek uzayan etek boyları, erkeklerle sınırlandırmaya çalıştığı ilişkileri, yeni yeni huyları, ikircikli halleri. Şu anki gibi ürkek bakan gözlerinden girdim, Serkan’ın geyşalıkla karıştırdığı kadınlık anlayışına sessiz kalışından çıktım. Üstüme yürüyen Serkan’ın elinden zor aldılar beni.

Haftalarca küs kaldı bana Özge. Görüşmedik ama ablamın anlattıklarından artık ilişkisini sorgulamaya başladığını anlamıştım. En azından bunu başarabilmişti vakitsiz ötüşüm.

Bir gece sabaha karşı çalan kapımı açıp karşımda Özge’yi bulunca daha da fazlası olduğunu gördüm. Saçı başı dağılmış, dudağı kanamıştı. Meğer korkusundanmış Özgemin o tuhaf halleri. Nasıl da anlamadım. Gerçeğin yanağında ilk patladığı gün “Ayrılalım.” demiş Özge ve o günden beri bir kâbusun içinde yaşıyormuş. Anlattıkça açıldı. Arkasındaki koltuğa yeni sırtını dayamış, elindeki bardağa henüz hâkim olmuştu ki kapı çaldı. Bazı kapılar hiç açılmamalı, bazı pişmanlıklara hiç kulak asılmamalıydı. Biz ikisini de yapmadık. Yalnız konuşmak istediklerinde odama geçtim, Özge’nin geri adım atmamasını dileyerek bekledim. Aralarındaki tartışma bir anda itiş kakışa döndü, hemen yanlarına koştum. Özge yerdeydi, Serkan ona doğru hamle yapıp, saçından kavrayınca kanatlandığımı hatırlıyorum. Çocukken kovaladığı horoz gibi bir hışımla üstüne uçtum.

Sonrası yok. Varsa yoksa özlem. Ablamı çok gördüm, her seferinde Özge ha geldi ha gelecek diyerek oyaladı beni. Ama bugün erkenden gelip, benimle birlikte bekledi. Çerçöp topladıktan sonra çiçekleri suladı ve nihayet Özge geldi. Sol elinde tuttuğu bastonla aksayan bacağını sürükleyerek indi taksiden. Eniştem sağ koluna girdi. Yanıma geldiler, Özge eğildi, üstüme kapandı. “Affet beni Gülcem bugün çıktım hastaneden, ancak gelebildim yanına.” diyerek ağladı. “Deli kız ne affı, düşündüğün şeye bak. Çok özledim sadece.” dedim. Sarıldı, sarıldı. Avuçlarını sıktı, bıraktı. Neden sonra doğruldu, göğe uzanan çamurlu elleri beynimde bir şimşek gibi çaktı. İçimde çığlık çığlığa bir horoz havalandı.

Cansu SELÇUK ÇAĞLAR